Ağrı’nın Üç Yüzü

Yeryüzündeki bazı dağlar yüksekliğiyle nam salmıştır, bazıları çetinliğiyle, bazıları ise hakkında anlatılan efsanelerle, endamına yazılmış şiirlerle, doruklarına yakılmış şarkılarla. Bazı dağların kendine özgü sesinden, bazılarının ise kuytularındaki perilerden söz edilir. Ağrı Dağı ise hem efsanelerle, hem aşk hikâyeleriyle anılır, zalim hükümdarlara, eteklerinde gezinen yağız atlara, göllerinde yıkanan beyaz kuşlara dair masallar anlatılır.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Saner Şen

Bir dağın hikâyesini anlamak için ona nereden bakmak gerekir, doğrusu bilmiyorum. Anadolu’nun en yüksek dağı Ağrı’nın yanından yöresinden çok geçtim, çevresinde epeyce dolaştım, uzaktan seyrettiğim de oldu, eteklerine sürtünerek geçtiğim de… Hatta bir keresinde neredeyse zirvesindeki karları, dokunacak kadar yakın hissettim. İnsan, yeryüzünün bu ihtişamlı görünümüyle sadece fiziksel değil, aynı zamanda içsel bir bağ da kuruyor. Benim de tuhaf bir ilişki var Ağrı ile aramda, ihtişam duygusunun yarattığı şaşkınlık, bir tür hayranlık ve peş peşe derin soluklar alma ihtiyacı. Sevdaya düşmek gibi bir şey… Dağların hikâyesini anlamak için ona hangi yönden bakıldığı kadar, hangi tarihten, hangi kültürden bakıldığı da önemlidir. Bu nedenle, çevremde başka diller konuşulurken de uzun uzun izledim Ağrı’yı, o dillerin anlattıklarını dinledim.

Yeryüzündeki bazı dağlar yüksekliğiyle nam salmıştır, bazıları çetinliğiyle, bazıları ise hakkında anlatılan efsanelerle, endamına yazılmış şiirlerle, doruklarına yakılmış şarkılarla. Bazı dağların kendine özgü sesinden, bazılarının ise kuytularındaki perilerden söz edilir. Ağrı Dağı ise hem efsanelerle, hem aşk hikâyeleriyle anılır, zalim hükümdarlara, eteklerinde gezinen yağız atlara, göllerinde yıkanan beyaz kuşlara dair masallar anlatılır. Kurulmakta olan bir şehrin ilk yapısında dağdan alınan taşlar kullanılırsa o şehrin sonsuza kadar yaşayacağına inanılır. Ama yaşattığı gibi öldürebilir de… Bir başka söylence, öfkesinden kadim bir kenti lavlarıyla örtüp yok ettiğini anlatır.

Dünyanın en yüksek zirvesi Everest de dâhil olmak üzere bütün heybetli dağların pek çok ismi vardır. Everest, Nepal’de Sagarmatha, Tibet’te Chomolongma’dır. Ağrı da pek çok isimle anılır. Selçukluların Eğridağ dedikleri Ağrı; Ararat, Masis, Kuh-i Nuh, Cebel ül Haris olarak da adlandırılır. Ararat adının dağın kendisi gibi garip bir serüveni var: Eski İbranice yazılmış olan Kitab-ı Mukaddes’te ünsüz harflerle “rrt” şeklinde geçen adlandırma, bir pasajda Nuh’un Gemisi’nin oturduğu dağ, iki yerde Assur kralı Sin-ahhe-riba’yı öldüren katillerin kaçtığı ülke, bir bölümde de Mini ve Aşkenaz ile birlikte bir krallık olarak geçer. Kitabı Batı dillerine çeviren Ortaçağ rahipleri, “rrt” ünsüzlerine birer “a” ünlüsü ekleyerek Ararat olarak okumuşlar. Ancak uzun yıllar bölgede Urartu kazılarını yöneten Prof. Dr. Veli Sevin, Ararat’ın bu okunuşunun da doğru olmadığını ve Urartu olması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla Ararat, İÖ 9-7. yüzyılda Aras ve Dicle arasında hüküm süren Urartu Krallığı’nın adının Batı dillerinde okunmuş İbranice karşılığı.

Bu isim zenginliği aynı zamanda kültürel zenginliğinin de işaretidir. Bulutların arasından ulaştığı gökyüzü katmanlarından bakarak binlerce yıldır eteklerinde yerleşen kültürleri izleyen Ağrı, her birinden izler taşır bedeninde: Urartu, Med, Pers, Abbasi, Bizans, Moğol, Osmanlı ve çok sayıda krallıklar, beylikler… Ağrı’nın kendi dilini anlamak için, dört bir yanındaki kültürlerin dillerini bilmek yetmez. Türkçenin, Kürtçenin, Farsçanın ve Ermenicenin inceliklerine ne kadar hâkim olsanız da bir başka dili daha bilmek gerekir. Ağrı’yı anlayabilmek için, onun dilini anlamak gerekir.

Söylentilere bakılırsa onun diline en yakın dili konuşabilenler gezgin masalcılar ile şairlerdir, zaten dört dilin şairleri de Ağrı için çok şey söylemiştir. Ahmet Muhip Dranas, Ağrı Dağı şiirinde adeta onun dilini konuşur: “…gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü/ barıştıran sınır geceyle gündüzü/ Ey sonuca doğru ilk uçtan gelen dağ!/ Göğü perde perde delip yükselen dağ!”. Bu hitap karşısında Ağrı, şaire ne yanıt verir bilinmez ama bazı şairler var ki, uzaktan Ağrı’yı izlemek yetmez onlara. Ermenistanlı genç şair Anahit Hayrapetyan da Ağrı’nın konuştuğu dillerle onun zirvesine tırmandığında tanışmış. Bir yaz günü Ağrı’ya yaptığı zirve çıkışını şöyle anlatıyor:

“Bir arkadaşımın önerisi üzerine heveslendim ama başarabileceğimden emin değildim. Doğubayazıt’a geldiğimizde her şey daha zor göründü gözüme. Erivan’daki evimden her gün seyrettiğim Ararat, bu yakadan başka türlü görünüyordu ve eteklerinde konuşulan başka bir dili dinliyordu. Yaptığım ilk yüksek irtifa denemesi sırasında hayatımdaki en güzel anlardan birini yaşadım: Bembeyaz bulutlar içinde yüzen zirveden gördüğüm manzara muhteşemdi. Şimdi odamın penceresinden Ağrı’yı seyrederken daha geçen yaz onun zirvesinde olduğuma inanamıyorum. Bu günlerde şiirini bitirmek üzereyim…”

Ancak nereden bakılırsa bakılsın dağcı gruplarına rehberlik yapanlar için zorlu bir dağ değildir Ağrı. Ama benim gibi yolu zaman zaman dağın eteklerine ve bazen de yamaçlarına düşenlerin gözüne pek kolay görünmez. Doğubayazıt’tan geçip daha doğuya, İran’a, oradan Pakistan, Hindistan, Nepal üstünden Himalayalara doğru giderken, kendime doğru yaptığım gerçek yolculuğum onun eteklerindeyken başlar. Zaten Ağrı da yeryüzü coğrafyasında Alp-Himalaya dağ kuşağı üzerinde tanımlanır.

Ağrı, yolcular için bir sürpriz gibidir. Diyadin’den Doğubayazıt’a doğru ilerlerken, eğer hava uygunsa ve sabah erken saatlerde dağın gerdanına dolanmış bir bulut yoksa dümdüz ovada akan yolun sonunda aniden belirir. Yüksek, ama gerçekten yüksektir. Böyle heybetli dağların karşısına geçip onu dinlemeye çalışan insanın bir anda kendisini çırılçıplak hissettiğini bilir misiniz? Ne kendinizden, ne de başkasından saklayacağınız hiçbir şey kalmamıştır, dağ içinize ayna tutmaktadır. Ağrı da aynısını yapar. Zirvenin ilk göründüğü andan itibaren ondan gözünüzü ayırmanız için çok iyi bir nedeniniz olması gerekir. Sadece heybetinden değildir seyrine dalıp gitmeler, bu anı tıpkı geldiği gibi aniden yitirmek istemediğinizdendir. Çünkü az sonra hangi bulutla nasıl bir oyuna girişeceği bilinmez, ansızın gözden kaybolabilir. Varken yok olabilir. Masallardaki, efsanelerdeki gibi tıpkı…

Ağrı, kendi efsanelerini ve ona atfedilen ayrıcalığı anlatır gibi mağrur durur karşınızda. Baktığınız yer, kutsal kitaplarda adı geçen, Eski Ahit’in Tekvin Babı’nda Nuh’un Gemisi’ne binerek afetten kurtulanların ilk kez karaya ayak bastıkları yerdir. Belki bu kadim bilgiler yüzünden her görene tanıdık gelir, belki de ona bir kez bakanın bile içinde çarpıcı bir güzellik hissi uyandırdığı için, çevresinde yaşayan herkesin benimsediği, kendine ait hissettiği, hatta gerilimli mülkiyet tartışmalarına konu olan bir dağdır. Nuh-u Nebi’den beri, Ağrı’nın bundan haberi var mıdır bilmem ama doğrusu eteklerine her gidişimde ben de ona tutkuyla bakarım.

Bir İran efsanesi Ağrı’nın insan türünün beşiği olduğunu anlatır. Dağın eteklerindeki köylerde ise Nuh’un Gemisi’nin hâlâ dağın doruğunda olduğu söylenir ama Tanrı’nın hiç kimseye onu görme izni vermediği de eklenir. Buna rağmen, 11 Eylül 1959 yılında Harita Yüzbaşı İhsan Dumlupınar bölgenin havadan çekilmiş fotoğraflarını incelerken dünyanın ilgisini çekecek izleri ilk kez görür. Telçeker ve Üzengil köyleri arasında bulunan gemi biçimindeki izler, Tufan sonrasında karaya oturan Nuh’un Gemisi’nin kalıntıları olarak tanımlanır. Bir süre sonra bölgede araştırmalar başlar. Yabancı uzmanların yanı sıra, Atatürk Üniversitesi ve MTA’nın yaptığı tespitler sonucunda kalıntılar 1987 yılında “Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı” ilan edilir, bölge doğal sit ve açık hava müzesi olarak korumaya alınır. 1983 yılından sonra Dağda gemi arayanların sayısı çoğalır. Amerikalı Astronot James İrvin’de dâhil olmak üzere pek çok araştırmacı, dünyanın en önemli arkeolojik buluntusuna ulaşmak, Nuh’un Gemisi’ni Ağrı Dağı’nda bulmak için keşif seferleri düzenler.

Ne yazık ki 1200 kilometrekarelik bir alanı kaplayan Ağrı’nın eteklerindeki köylerde kasabalarda şehirlerde yaşayanların dağla, zirveyle, bulutla, karla uğraşacak hali pek yoktur. Zorlu bir yaşam mücadelesi içinde günlük tayınını çıkarma derdine düşmüş insanlar Ağrı’ya dair içlerinden geçenleri efsanelere, şarkılara teslim etmiş, kenara çekilmişlerdir. Doğubayazıt’taki otelciler ile dağ rehberliği yapan keskin bakışlı, çevik yapılı gençler hariç tabi. Nuh Oteli’nin sahibi Yakup Yiğit ikinci Uluslararası Ağrı Dağı ve Nuh’un Gemisi Sempozyumu’nda sunduğu bildiride Tufan mitosuna ve üç dinin kutsal kitaplarındaki atıflara değinerek halkın dilinde yaşamaya devam eden olayın bölge turizmi için çok önemli bir kültürel motif olduğunu söyler.

Ağrı’nın kılavuzları ise ağır duruşlarını hiç bozmadan dağda geçen sayısız maceralarını ve tırmanış hikâyelerini anlatırlar. Bunların arasında herkesin bildiği, yüzlerce yıldır ağızdan ağza dolaşan bir hikâye vardır ki, birbirinden az çok farklı anlatımlarla yinelemekten hoşlandıkları eski bir dağ efsanesidir; Ağrı Dağı’nın efsanesi. Dağ köylüsü Ahmet ile Gülbahar’ın aşkı, kızın babası Mahmut Han’ın hükmettiği topraklarda yaşanır. Mahmut Han’ın güneş simgeli yağız atı kaçarak Sorik Köyü’nden Ahmet’in kapısına gelir. Hikâye böyle başlar. Töreye göre Ahmet’in hakkı olan at, bey ile genç köylü arasındaki ilk çatışmaya sebep olur. Ahmet zindana atılır ancak o hengâmede gördüğü bey kızı Gülbahar’a sevdalanmıştır. Tıpkı zindancı Memo gibi. Hikâye üç taraflı gelişir, Ahmet için af ihtimali doğar ancak Ağrı’nın zirvesine çıkıp ateş yakması şart koşulur. Âşık için Ağrı’nın zirvesi nedir ki, çıkar, yakar, Gülbahar’a kavuşur ancak iki âşık Ağrı’dayken Ahmet, Küp Gölü’nün sularında kaybolur.

Doğubayazıt’ta, Iğdır’da, Ani civarındaki köylerde dolaştığım günlerde, “bu efsaneyi en güzel anlatan kimdir?” diye merak edip sorduğumda bir yanıt bulamadım. Ya efsanenin gezgin masalcısını (klamcısını) bana söylemediler ya da en güzelini Yaşar Kemal’in yazdığını bildiklerinden ses etmediler. Yaşar Kemal, 1952 yılının Ağustos ayında 30 yaşındayken Ağrı’ya tırmanmış, 18 yıl sonra da destansı romanı Ağrıdağı Efsanesi’ni yayınlamış. Ben hikâyeyi onun kaleminden okudum; yağız atların, akkuşların gezindiği, Küp Gölü’nün som mavi sularına yansıyan hayatları, âşıkların kavuşmak için yaptıklarını… Ne yazık ki, karlarla örtülü dağ köylerinde gezinirken, efsaneyi insan nefesinin sıcaklığıyla birlikte dinleyemedim. Belki de anlatan çıkmıştır ama ben dilini çözememişimdir.

Ağrı’nın eteklerinden geçip Türkiye ile İran arasındaki sınır kapısına varınca dağ, elini uzatsan tutacakmış kadar yakına gelir. Hele sınırdaki çitleri, parmaklıkları aşıp Bazargan’a doğru giderken Küçük Ağrı ile birlikte Büyük Ağrı sanki daha da yükselmiş gibi görünür. İran’ın bu sınır kasabası biraz çukurdadır, mütevazı evlerin ve küçük bir çarşının etrafındaki boşluk, bir tarafta Ağrı Dağı’na yaslanır öte yanda irili ufaklı dağ silsilesiyle Tebriz’e, oradan Tahran yakınlarındaki Demavend zirvesine ulaşır. Hem Demavend hem Ağrı, Tebrizli dağcıların gözdesidir.

Tebrizli dağcı Hasan’ın dükkânı da Ağrı’nın büyük boy resimleriyle, tırmanış sırasında çekilmiş grup fotoğraflarıyla, zirvede verilen klasik dağcı pozlarıyla süslü. Küçük atölyesinde Hasan bir yandan el yapımı dağ botu üretir, diğer yandan meraklı dağcıları ağırlar, fırsat buldukça da Doğubayazıt’ta gidip, Ağrı Dağı’na tırmanır. Hasan, Tebriz’de Şairler Mezarlığı’nın arkasındaki atölyesinde kehribar rengi çayımızı yudumlarken, bir taraftan yeni bitirdiği botları cilalıyor bir taraftan da nereden duyduğunu hatırlamadığı bir efsaneyi anlatıyordu: Azeri ağzını, sürekli izledikleri Türkiye televizyonlarının diliyle zenginleştirmişti. İki Ağrı’nın tam ovanın ortasında dimdik yükselen büyük resminin önünde konuşuyordu. Hikâyeye göre, Ağrı Dağı henüz yokken bu ovada, göz alabildiğine boşluğun içindeki bir köyde yaşayan iki kız kardeş varmış. Her gün olduğu gibi o sabah da odun toplamaya çıkmışlar. Akşam vakti köye dönerken küçük kardeş ağır odun balyasını taşımak yine kendisine kalınca ablasına sitem etmiş. Her yanının ağrıdığını söyleyerek yardım etmesini istemiş. Abla bu isteğe kulak asmayınca da bütün acısıyla birlikte “Dağlar gibi, taşlar gibi olasın, sellerin karların hiç eksilmesin, uzun uzun kış olasın, adın belimdeki ağrıdan olsun” demiş. Ablası da aynı şekilde ilenince her ikisi oldukları yerde dağa kesmişler, biri büyük, diğeri küçük Ağrı olmuş. Hasan, büyük Ağrı’ya son tırmanışı anlatırken: “Kadınlı, erkekli kalabalık bir grup halinde gittik, arkadaşlar Tebriz’den, Tahran’dan ve İsfahan’dan gelmişlerdi. Yedi günlük programı güney yamacından tamamlayarak zirve yaptık. Daha önceki seferlerde hava uygun olmadığı için son kamptan geri dönmüştük ama bu sefer şanslıydık.” diyor. Zirveye vardıklarında Marco Polo’yu da anmışlar. 1272’de bu bölgeden geçen ünlü gezginin, Ağrı’nın hikâyesini dinledikten sonra “Hiçbir zaman çıkılamayacak bir dağdır,” hükmünü verdiğini hatırlayarak rahmet yollamışlar.

5.137 metrelik Büyük Ağrı ile güneydeki 3.896 metrelik Küçük Ağrı Dağları yüksek irtifa tutkunlarını kendisine çeker. Ağrı’nın zirvesine ilk kez 9 Ekim 1829’de Alman Prof. Dr. Friedrich Von J.Parrotayak basmış. İlk solo tırmanışı ise 1970’te Dr. Bozkurt Ergör yapmış. Bölgedeki güvenlik sorunları nedeniyle 1990-98 yılları arasında dağa çıkış yasaklanmış. Ağrı faaliyetleri son yıllarda giderek daha çok dağcının ilgisini çekiyor, her yıl çeşitli rotalardan çıkışlar düzenleniyor. Türkiye Dağcılık Federasyonu’na (TDF) göre, yıl içinde Ağrı Dağı ortalama 7 bin tırmanıcıyı ağırlıyor. Bu rakamın yarısı yabancı ekiplerden oluşuyor. Ağrı Dağı’nın dik yamaçlarındaki vadilerden en büyüğü ve en ünlüsü Cehennem Deresi Vadisi’dir. Eteklere doğru on kilometre kadar sarkan kütle Türkiye’nin en büyük buzullarından biridir. Dağcılar, bu bölgenin oldukça ürkütücü olduğundan söz ederler. Tırmanış sırasında yaşamını kaybeden pek çok dağcı Ağrı’nın buzullarında, sert yarıklarda ve uçurumlarda son nefesini verir.

Dağın eteklerindeki Doğu Beyazıt’tan ve Iğdır’dan zirve tırmanışları düzenleyen kuruluşların gerçekleştirdiği faaliyetlere katılan dağcılar 7 ile 10 gün süren programlarla zirveye ulaşıyor. TDF (Türkiye Dağcılık Federasyonu) mihmandarlarından Murat Şeren, Ağrı’ya izinsiz ve rehbersiz çıkılamayacağını hatırlatıyor. Doğubayazıtlı Halis Çeven, Mehmet Çeven, Ahmet Ciğredaş, Ahmet Öztürk gibi federasyon belgeli rehberler yıl içinde defalarca Ağrı’ya tırmanıyorlar. Çıkış için nispeten kolay rotalar olduğu gibi, zorlu tırmanışlar da var. Güney yüzünden izlenen klasik rota Doğubayazıt’tan başlıyor. Kuzeyden, Iğdır tarafından yapılan faaliyetler ise daha zorlu, teknik buzul tırmanışlarıyla zirveye ulaşıyor.

Ancak bu etkinliklerin birçoğu sportif amaçla olsa da çevreye ciddi zararlar veriyor. Ağrı’ya tırmanırken 3 bin 200 ve 4 bin 200 metrede iki ayrı kamp kuran dağcıların bir bölümü arkalarında hatırı sayılır miktarda atık bırakıyorlar. Zirveye çıkan ekiplerin geride bıraktığı çöpleri temizlemek hiç de kolay olmuyor. Dağın temizlenmesi için geçtiğimiz yıllarda bir kampanya başlatan TDF Başkanı Alaattin Karaca “Efsanevi Ağrı’nın üzerinde poşetler, pet şişeler, konserve kutuları görmek çok ürkütücüydü. Artık bir yandan tırmanırken diğer yandan da temizliyoruz” diyor. Dağ fotoğrafçısı Mehmet Çağlayan’ın yaptığı hesap ise dağdaki kirlilik hakkında fikir veriyor: “Ağrı’ya tırmanan 7 bin kişiden sadece 2 bini 1 kiloluk çöpü dağda bıraksa, yılda 2 ton, beş yılda 10 ton çöp eder. Çöplerin hepsinin aynı yerde bırakıldığını düşünseniz, 20 yılda çöplerden ikinci bir Ağrı Dağı oluşması mümkün”.

Doğubayazıt’taki kahvede oturmuş Ağrı fotoğraflarını karıştırırken “Siz onun böyle sessiz ve sakin göründüğüne bakmayın…” diye söze giren komşu masadaki genç adam, “O volkanik bir dağ ve zaman zaman kızgınlığını dışa vurabiliyor, en azından bölgede yaşayanların dilinde ve hafızasında durum böyle” diyor. Dağın en son Haziran 1840’da faaliyete geçtiği söyleniyor. Efsanelerde adı geçen Ahura kentinin bulunduğu yerdeki köy zirveden yuvalanan kayalarla tahrip olunca, volkanın uyandığı sanılmış. Ancak asırlardır Ağrı’nın bir faaliyet gösterdiği bilimsel olarak kaydedilmemiş. Sönmüş volkan olarak tanımlanıyor.

Dağ bütün ihtişamı ile 16 km güneydoğudaki İran’dan ve 32 km kuzeydoğudaki Ermenistan’dan görünür. Büyük Ağrı ile Küçük Ağrı arasında 14 km uzunluğundaki Serdarbulak geçidi ise 2687 metre yüksekliğe ulaşır. Ağrı’nın 1500-3500 metre arasındaki orta kuşağı geniş otlaklar ile az sayıda ardıç ve huş ağacı grupları bulunur. Köylülerin “bir zamanlar ormanlarla kaplıymış” dedikleri dağın büyük bölümü artık ağaçsız, hatta çöl görünümünde. Köylüler her mevsim başı karlı olan Ağrı’nın, güneye ve doğuya bakan bazı yamaçlarının yılın en soğuk aylarında bile kar tutmadığını anlatıyor. Hayvanların besili olmasını, geniş otlakların bereketine bağlıyorlar ancak son zamanlarda durumdan pek memnun değiller. Yamaçtaki İnek Yaylası’nda bulunan mağaraların yüzlerce hayvanı barındıracak kadar büyük olduğunu söyleyen köylüler, “otlaklar eskisi kadar verimli ve uçsuz bucaksız değil” diye yakınıyorlar. Dağın eteklerini çepeçevre kuşatan köylerin hemen hepsinde hayvancılık yapılıyor. Aşırı otlatma ve meraların bakımsızlığı nedeniyle bölgede ciddi bir erozyon tehlikesi başlamış. Örtülü, Çiftlik, Türkmen ve Gölyüzü köylüleri, son yıllarda hafif bir rüzgârla bile şiddetli kum fırtınalarının başlamasından şikâyet ediyorlar.

Dağın kuzey ve doğu etekleri bereketli Aras Ovası’ndan geçerek Ermenistan’a uzanıyor. Sınırdaki köyler karşılıklı yerleşmiş, kiliseler ile camiler birbirine bakıyor. Yaklaşık 1700 yıllık Khor Virap Manastırı, hemen karşısındaki köyün minaresinin üstünden Ağrı’nın karlı zirvelerini görüyor. Yamaçtaki kilisenin terasları her zaman ziyaretçilerle dolu. Rastlantı mı bilmem ama orada bulunduğum iki seferde de Türkçeyi farklı aksanlarla konuşan, Suriye’den, Amerika’dan, Lübnan’dan gelmiş Ermenilerle karşılaştım. Ortak yaşanan tarihten, komşuluk problemlerine, geçmişin acılarından geleceğe dair umutlara kadar dünya işlerinden konuştuk. İki ülke arasında kapalı olan karayolu sınır kapısının açılmasıyla birlikte normal komşuluk ilişkilerinin başlayacağını ve bu sayede Kafkaslarda ortak bir gelecek için önemli bir adım atılacağını düşünüyorlardı. Her söz dönüp dolaşıp karşımızdaki muhteşem kütleye, Eğri Dağ’a, Ararat’a, Ağrı’ya, Masis’e, Küh-u Nuh’a, Cebel-ül Haris’e geldi. Adı ne olursa olsun, dağ karşımızda bir büyük mucize olarak duruyordu. Söz hep onda bağlandı. Bir seferinde de Erivanlı güncel sanatçı Ruben Arevşatyan’ın küçük oğlunun ağzından dökülen “Ararat dünyadaki bütün çocukların dağıdır,” lafına gelip durakladık. O sırada Ağrı’nın resmini yapıyordu.

Şöyle bir gerçek var ki; Ermeniler için Ağrı’nın yeri, diğer kültürlerde olduğundan çok daha fazladır. Burada Ağrı, şarkıları, hikâyeleri, resimleri, şiirleriyle küçük büyük herkesin içinde yaşayan bir varlıktır adeta. Fotoğraf sanatçısı German Avagyan’ın söylediği gibi “Ararat, sadece coğrafi bir kütle olarak değil, mitolojik, geleneksel ve tarihi derinlikleriyle de ayrı bir önem taşır.”

Türkiye’deki adıyla Büyük ve Küçük Ağrı, -Ermenistan’daki adıyla Masis ile Sis- havanın açık olduğu günlerde Erivan’dan bütün ihtişamıyla görünür. Benim en sevdiğim seyir yeri, şehrin tepesine basamak basamak çıkan ve Kaskadlar diye bilinen yapının en üstündeki düzlüktür. Gerçi buraya gelene kadar yol boyu uğradığım en has kaşar peyniri ve pideyle kahvaltı veren lokantada, kısık ateşte pişmiş sade kahve içtiğim kafede, gazete aldığım büfede, ayakkabılarımı boyayan boyacının sandığında, dağa dair en güzel şiirleri yazan Charents’in heykeli dibinde şipşak fotoğraf çeken adamın boynuna astığı fotoğrafların arasında, her yerde ama her yerde Ağrı’nın bir suretini mutlaka görürüm. Bu şehir, bu dağla birlikte yaşar. Bir büyük alamet gibi, bir kutsal suret gibi.

Ağrı ya da Ararat, kültürleri de birbirine bağlıyor. Müzisyen Arto Tunçboyacıyan’ın Ararat şarkısı Kars’ta da, Erivan’da da dinleniyor. Konuştuğu yabancı dillere Türkçeyi de eklemek için bir yıldır gayretle çalışan Erivanlı genç öğrenci Anik Manty, “Her sabah penceremden Ağrı’yla selamlaşırız. Bu bana büyük bir huzur ve mutluluk verir” diyor. Yazar Hovik Çarkçıyan’a göre ise Ağrı, herkesi mutlu edebilir: “Ağrı’yı sevmek kendine düşman aramak değildir. Biz kendi Araratımızı severiz, siz kendinizinkini sevin, böylece Ağrı’nın sevgisi iki katına çıkar. Bu da hepimizi sevindirir”.

Dağların dilini bilen Yaşar Kemal, bir büyük Anadolu efsanesini şöyle bitirir: “Her yıl bahar çiçeğe durduğunda, dünya nennilendiğinde, Ağrıdağı’nın çobanları dört yandan gelirler, kepeneklerini gölün bakır toprağının üstüne atıp otururlar. Bin yıllık sevda toprağının üstüne otururlar. Tanyerleri ışırken kavallarını bellerinden çekip Ağrıdağı’nın öfkesini, sevdasını çalarlar. Ve gün kavuşurken bir akkuş gelir…”