Akdeniz’in Zeybeği Silifke

Torosların kuzeye doğru giden uzantıları, derin vadilerden geçen Göksu’nun kıvrımları seçilebiliyor. Güneyde kente hâkim olan kale burçlarından, geniş bir delta ve irili ufaklı göller görülebiliyor. Kuzeyde Dağlık Kilikya güneyde ise alabildiğine Akdeniz oluyor her yer.

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar

Yukarı Toroslar’a, Dağlık Kilikya’ya yağmur düşmüş olmalı. Yoksa Göksu bu kadar bulanık akmazmış. Silifke’yi, bu eski Selefkos’un Şehri’ni, ikiye bölen nehrin doğu yamacından izliyorum. Çınar altı bir çay bahçesinden önümü eski Taşköprü kesiyor. Vakit akşam olmak üzere. İnceden bulanık akan Göksu’nun üstünde, kentin en yüksek tepesindeki kalenin silueti belli belirsiz yansıyor. Bir taraftan akşam hengâmesi başlıyor. Bu hengâmeye katılmak gerek deyip gezmeye başlıyorum kenti. Köprünün batı yakasına doğru yürüyorum. Şekline şemaline ilk kez tanık olduğum üçtekerli yük aracı motosikletler, civar köylerden yaylalardan işlerini görmek için gelmiş köylüler ve Yörükler bu küçük şirin kent merkezini dolduruyor. Bir süre sonra hava gittikçe kararıyor. İnsanlar ağız birliği etmişçesine bir anda boşaltıyorlar caddeleri.

Bir sonraki gün sabahın erken saatlerinde keşfime devam ediyorum. Bir kentin ortasından nehir geçiyorsa evvela onu takip etmeli. Nehre açılan sokaklardan birer birer geçiyorum. Kente özgü konakların arasında kültürevi olarak kullanılan konağın açık kapısından giriyorum içeri. Bu eski konağın içinden gelen sesleri takip ediyorum. Masa başında çaylı kahveli bir sohbete dâhil olup tanışıyoruz. Cihangir Akdemir ve arkadaşları kültür evinden sorumlu kişiler. İsmini önceden duyduğum ve tanışmak istediğim kişiyle karşılaşmış olmak sevindiriyor beni. Sohbetimiz konağı gezerken devam ediyor. Dışarıdan fark edilmeyen konağın bahçesinde inceden Akdeniz yeli esiyor. Bahçede artık kullanılmayan eski bir kuyu, çevresinde narenciye ve nar ağaçları, ağaçların gölgesinde ise türlü kümes hayvanları, tavşanlar hatta çok sayıda kaplumbağa fink atıyor. Bu eski konak Silifke’nin Saray Mahallesi’nde bulunan ve az sayıda kalan konaklardan biri. Silifke’nin tanınmış eski simalarından olan yazar İzzet Aslan’ın, yakın zamanda varisleri tarafından belediyeye bağışlanan konak iki kattan oluşuyor.

Esasen bu konakların Ermenilerden kalma yapılar olduğunu söylüyor Cihangir Akdemir. T biçimli konakların haç temsili olduğunu ekliyor. Ağırlıklı olarak müzik eğitimi veriliyor kültür evinde. Müzik önemli bir yer tutuyor yöre kültüründe. Adı, aynı zamanda Silifke’nin ana caddelerinden birine verilmiş olan, Cavit Erden’in katkıları büyük olmuş Silifke’ye. “Muzaffer Sarısözen zamanında, çok sayıda türküyü TRT radyo repertuarına kazandırmış; yurt içinde ve dışında halk oyunları birinciliği alan ekibi yönetmiş çok değerli bir hocamızdı” diye sürdürüyor konuşmasını Akdemir. Konağın girişindeki ilk iki oda müzik aletleri yapımı için kullanılan atölye, diğer oda Silifke’nin tanınmış ressamı Bahattin Erim’in atölyesinden oluşuyor. Enstrüman yapımı ve müzik eğitimi almış Cihangir Akdemir’le folklora dair sohbet ediyoruz. “Neredeyse türkülerin çoğunda mizah var; bura halkı hiçbir zaman büyük bir sıkıntıyla karşılaşmamış, kıyıda köşede kendi halinde kalmış bir yer Silifke” diyor. Yörenin tamamı düşünüldüğünde Yörüklerin yaşam tarzları folkloru belirleyen en önemli unsur olmuş. Belli dönemlerde yer değiştirmek, uzun uzun yol gitmek, hayvanları güderken yaşanan hareketlilik, yaylalarda keçilerin kıvraklığına, kurnazlıklarına tanık olmak ve Yörüklerin neşeli kişilikleri türkülerin de hareketli olmasını aynı zamanda mizah havası taşımasını sağlamış. Zaten Silifke türkülerinde ağıtlara ve uzun havalara rastlamak neredeyse imkânsız. Yörüklüğün gün geçtikçe kaybolması kültürel yapının da bozulmasına sebep olmuş. Yaylalardaki verimli meralarda otlayan binlerce keçilerin sütlerinden yapılan o meşhur Silifke Yoğurdu’na rastlamak bile artık güç hale gelmiş. Daha sonra tekrar görüşmek üzere ayrılıyorum kültür evinden.

Kenti keşfetmeye kaldığım yerden devam ediyorum. Rehberim yine Göksu Nehri oluyor. İki yeni köprü ve eski Taşköprü’yle birlikte kentin iki yakasını birleştiren üç köprü bulunuyor nehrin üstünde. Gözlerim, yüksekte kendini belli eden kaleye kayıyor. Eski çarşının başladığı, Taşköprü’nün batı tarafına düşen meydanda, Alaeddin Cami çıkıyor karşıma. Kentte Merkez Cami olarak da bilinen Alaeddin Cami, Selçuklu sultanlarından Alaeddin Keykubat tarafından yapılmış. Yüksek bir tepenin üstünde bulunan ihtişamlı kale, kıvrımlı sokaklardan bir görünüp bir kayboluyor.

Adını Büyük İskender’in ünlü generallerinden Selefkos Nikador’dan alan Silifke’nin tarihi İ.Ö. 3000’lere kadar gider. Liman kenti olan Holmi’de (Taşucu) yaşayan halk Romalılarla yapılan savaşın kaybedilmesinden sonra daha güvenlikli olan Göksu Nehri deltasından iç taraflara, bugünkü kentin bulunduğu yere yerleştirilmiş. Kale de o günlerden kalma ve birçok kez el değiştirmiş. Bir kenti kaleden görmenin keyfini veriyor Silifke Kale’si. Torosların kuzeye doğru giden uzantıları, derin vadilerden geçen Göksu’nun kıvrımları seçilebiliyor. Güneyde kente hâkim olan kale burçlarından, geniş bir delta ve irili ufaklı göller görülebiliyor. Kuzeyde Dağlık Kilikya güneyde ise alabildiğine Akdeniz oluyor her yer.

Silifke, Mersin’in nüfus bakımından Tarsus’tan sonra ikinci büyük ilçesi. Kenti ikiye bölen Göksu Nehri’nin iki yakasında bulunan 14 mahalleden oluşuyor ilçe. Kaleden inerken bu sefer farklı bir yol izleyip eski bir mahalle olan Pazarkaşı Mahallesi’nden geçiyorum. Karşıma derin bir obruğu andıran su sarnıcı çıkıyor. Anadolu sarnıç mimarisinde örneği az olan, Tekir Ambarı olarak bilinen sarnıç Bizanslılardan kalma. İlk görüşte mitolojilerde geçen korkunç yaratıkların hapsedildiği derin ve geniş kuyuları andırıyor. Bir süre sonra farklı bir mahallede olduğum hissini uyandıran evler ve insanlar çıkıyor karşıma. Burada evler ve sokaklar daha çok taşra havasında.

Soluklanmak için yol kenarında bulunan kahveye geçiyorum. Kahvenin önünden esmer benizli, yakaları uzun, bağrı açık, bıçkın delikanlılar geçiyor. Sokak başlarında üçtekerli yük aracı motosikletler ve yanı başında bekleyenler yoldan geçenlerle atışıp duruyor. Kahvehaneye ellerinde enstrümanlarıyla genç, orta yaşlı insanlar girip çıkıyor. Aralarından biriyle bakışıyoruz. Yabancı olduğumu anlayıp yanıma geliyor ve tanışıyoruz. Mahallenin roman mahallesi olup olmadığını soruyorum öncelikle. Kim görse aklına gelen ilk şeyin bu olduğunu söylüyor Mustafa Köroğlu. Meğer mahalle romanların değil Abdalların yaşadığı Silifke’nin eski Say Mahallesi’ymiş. Yaşam tarzlarının, hatta görünüşlerinin de benzerliğinden söz açılıyor. Aslen Orta Asya kökenli konar göçer alevi bir Türkmen boyu olarak bilinen Abdalların bir kısmı bölgede bir çok yer gezdikten sonra Say Mahallesi’ne yerleşmiş. Birçoğu Konya’dan, Kırşehir’den, Mut’tan, Gülnar’dan, Anamur’dan, Taşeli yöresinin çeşitli yerlerinden gelmiş. Zanaatçılıkları ve müzisyenlikleri ile bilinen abdallar yaşadıkları yörede sünnetçilik, demircilik ve çalgıcılık yapmış.

Taşeli kültürüne dahil olmalarıyla birlikte yöre kültürüne birçok katkısı olmuş Abdalların. Silifke yöresinin türkülerindeki hareketliliğin de Abdalların ritim duygularından kaynaklandığı söyleniyor. Demirci Ali Bayram, Tencili Hüseyin, Demirci Kemal dönemin en iyi demirci ustaları olarak bilinirmiş. Kör Yusuf, Topak Mustafa, Halil Demir, Hüseyin Say, Davulcu İsmail, Deli Ali, Uzun Memet, Kara Mustafa, Derinceli Ali, Deli Bayram müzikte ön plana çıkmış isimler. Şimdilerde ne ata mesleği zanaatçılık ne de müzisyenlik tam anlamıyla yapılabiliyor diye sitem ediyor Mustafa Köroğlu. Kentin bir dönem zanaat ihtiyacını karşılayan Abdallar, şimdilerde sayıları azalsa da müzisyenliğin yanında üçtekerlilerle hamallık yapıyorlar. Bulunduğumuz kahvenin adı da müzisyenler kahvesiymiş. Düğünlerde sünnetlerde çeşitli etkinliklerde müzisyen ihtiyacı bu kahvede bekleyenlerden sağlanıyor. Yöre halkının deyişiyle gırnata yani klarnet, keman ve darbuka ustalarının en iyileri bu mahalleden çıkarmış. Akşam programı olduğunu ve hazırlanması gerektiğini söyleyip ayrılıyor yanımdan Köroğlu.

Silifke, tarihi ve güzellikleri içinde gizleyen bir kent. Say Mahallesi’nden belediye binasına açılan caddeden devam ediyorum. Karşıma eski Roma Tapınağı çıkıyor. Ayakta kalmış tek sütun, tepesindeki leylek yuvasıyla hemen fark ediliyor. Önceleri tapınağın uzun kenarında 14’er, kısa kenarında 8’er sütun bulunurmuş. M.S 5. yüzyılda yaşamış olan Tarihçi Zosimos: “Tapınak, ovadaki ürünlerine musallat olan çekirgelerden kurtulmak için Güneş ve Sanat Tanrısı Apollon’dan yardım isteyen ahali tarafından, çekirgeler Apollon’un gönderdiği bir kuş sürüsünce yok edilmesi sonucunda, O’na bir şükran ifadesi olarak yaptırılmıştır” diye yazar. Roma Zeus Tapınağı olarak da bilinen tapınak 5. yüz yılda kiliseye dönüştürülmüş.

Taşlık Kilikya denilen bölgede yer alan Silifke’nin çevresinde o döneme ait çok sayıda anıt mezar, sur kalıntıları, sarnıçlar ve kuzeyinde yer alan Torosların eteklerinde antik kent kalıntılarına rastlamak mümkün. Doğusunda Cennet-Cehennem Obrukları, Adam Kayalar Vadisi, Kızkalesi (Coryus); Narlıkuyu Beldesi’nde Üç Güzeller( Poimenios’un Hamamı); kuzeyde, Kırobası yönünde Uzuncaburç(Diocaesarea), Olba(Ura) antik kentleri; Antalya yönünde Aya Tekla, Taşucu’ndan sonra Liman Kalesi ve Kilikya Afrodisiası antik kenti yer alır. Verimli deltası ve korunaklı limanlarıyla bölge tarihte her zaman gözde yerlerden olmuş. Verimli deltası, zengin bitki örtüsü, kuş çeşitliliği, 105 km.lik kıyı bandı ve temiz sahilleriyle bilinen Silifke aynı zamanda tarım ve balıkçılık açısından da zengin. Nehrin, Akdeniz’e döküldüğü yerde bulunan ve tamamen doğal olan irili ufaklı göllerinde hem göl balıkçılığı hem de dalyan balıkçılığı yapılıyor.

Diğer günü beklemeden, Silifke Sulama Birliği ile iletişim kurup gece vakti Göksu Deltası’nın neredeyse en ucunda bulunan dalyan bölgesine geçiyorum. Çünkü balıkçılar gün doğmadan yola çıkar, güneş doğunca da işleri çoktan bitmiş olur. Denizin serinliği hissettiriyor kendisini. Paradeniz Gölü’nün Akdeniz’le birleştiği yere, dalyan balıkçılarının barınaklarının olduğu yere varıyorum. Serin havada barınakların önünde balıkçılar çaylarını yudumluyorlar. Sulama Birliği Başkanı Mehmet Kaplan’la tesadüf ediyoruz. Balıkçılıktan tarıma, kuş cennetinden caretta caretta kaplumbağalarına kadar birçok şeyden konuşuyoruz. Göksu Deltası, Silifke ilçesine bağlı 4 belde ve 7 köyden oluşuyor. Esasen bir kıyı ovası olan deltayı oluşturan nehrin batısında Akgöl ve Paradeniz Lagünü bulunuyor. Lagünü oluşturan kumullar son dönemlerde düzensiz bir seyir izleyince bölgeyi olumsuz bir şekilde etkilemiş. Denizdeki gelgit hareketleri iç bölgelere kadar ilerleyince kıyıya yakın tarım alanlarının verimsiz hale geldiğini dile getiriyor Kaplan. Kumul alanlar deltanın en önemli özelliklerinden de biri. Bu kumsalların delta açısından bir diğer önemi de sayısı gittikçe azalan kaplumbağa türlerinin üreme bölgesi olması. Akdeniz’de yaşayan Caretta Caretta, Chelonia mydas ve yumuşak kabuklu Nil Kaplumbağası(Trionxy tringuis) yumurtalarını bu kumsallara bırakıyor. Sabah erken saatte uyanabilmek için barınağın üstünde, açık havada, önceden hazırlanmış cibinlikli yataklara geçiyoruz. Sulak ovanın sivrisineği çok olur diye açıkta kalan yerlerimi hemen kapatıyorum. Bir süre sonra insana ait tüm sesler kesiliyor. Bir tarafta Paradeniz Gölü’nün sessizliği diğer tarafımda Akdeniz’in kıyıyı yalayan dalgaların fısıltıları eşliğinde uyuyorum.

Sabah erken saatte, Bekir Kaptan ‘dalyandan balık çıkarma vakti’ deyip uyandırıyor beni. Kahvaltıyı işten sonra yaparız biz, diye de ekliyor. Barakaların olduğu yerden dalyanın denize açıldığı yere kıyıdan yürüyoruz. Başka bir balıkçı da gölün üstünden, düztaban dedikleri tekneyle takip ediyor bizi. Göl sığ bir derinliğe sahip olduğu için kıyıya yakın yerlerde tabanı düz tekneler kullanılıyor. Paradeniz Gölü’nün Akdeniz’e açıldığı dar boğaz, kamıştan yapılmış kuzuluk denilen tuzaklarla kapatılmış. Balıkçılar, ellerinde fileli uzun kepçelerle kuzuluklardan balık çıkarıyorlar. Delta aynı zamanda mavi kabuklu yengeçleriyle de ünlü. Mavi yengeçler, suların sıcak olduğu haziran ve ekim ayları arasında avlanıyor. Gölden ağırlıklı olarak kefal, yılan balığı, levrek, çipura, sinagrit, sivriburun, karagöz, çizgili mercan çıkıyor. Paradeniz Gölü ve Akdeniz arasında uzaktan ince bir çizgi gibi görünen doğal kum setini işaret ediyor Bekir Kaptan. Zaman zaman deniz sularının bu kumulları aştığını ve balıkların çoğunun denize geçtiğini dile getiriyor.

Kahvaltı sonrası gündüz gözüyle deltayı gezmek için dalyandan ayrılıyorum. Deltanın batısında kalan Akgöl’e yol alırken kumul yapıya sahip araziyi kuşatan bitki örtüsü dikkatimi çekiyor. Deltadaki bitki örtüsüne daha çok tuzcul bitkiler ve kumul vejetasyonu hâkim. Akgöl ve sahil şeridi arasında zakkum, mersin, öküz çanı, deniz börülcesi, kum zambağı ve ılgın gibi küçük bitkiler ayrı bir görsellik sunuyor. Göksu Deltası ayrıca dünyanın en önemli kuş göç yolu üzerinde yer alır. Akgöl’e doğru çalıların arasında, kamış yataklarında ve düzlüklerde çok sayıda kuş türüne rastlıyorum. Delta, kuş türleri için hem kışlama hem de kuluçka alanı işlevi görüyor. Göksu Deltası’nda 350’ye yakın kuş türü tespit edilmiş. Bunlardan en önemlileri saz horozu, yaz ördeği, cüce karabatak, tepeli pelikan, dik kuyruk, ala kaz, deniz kartalı, şah kartalı, turaç, toy ve ada martısıdır. Deltadan dönerken denize yakın kumulları saran tuz çökeltileri, güneş ışığıyla oluşan bir yakamozu andırıyor.

Silifke’ye doğru, deltadan biraz içeride, tarım alanları başlıyor. Yer yer sera alanlarına, çilek tarlalarına denk geliyorum. Bir süre sonra çeltik tarlaları sıralanıyor. Kurtuluş Köyü’ne yakın çeltik tarlalarının birinde hasada başlamış köylüleri görüyorum. Çeltik tarlasına girince, yarı bataklık tarlada onlarca ırgatın kan ter içinde çalıştığı sahneler geliyor aklıma. Gözlerim, okuduğum romanlardan aklımda kalan o sahneleri arıyor. Oysa koca tarlada toplasan üç kişi var. Biri tarlanın kenarında, diğeri çeltiklerin ortasında, öteki ise, şartların değişmesiyle onlarca ırgatın işini gören, dev tarım aracının başında. Tarım aracı bir baştan bir başa gidip geliyor. Tarla kenarında harmanı izleyen ekin sahibi Durali Erol’a eşlik edip hem konuşup hem de harmanı izliyoruz. Harman sonrası köydeki evlerine geçiyoruz. Öğlen sıcağında ikram edilen soğuk ayran kendime getiriyor beni. Daha işleri bitmiş değil. Kamyonda bekleyen çeltikler depolara götürülecek, serilecek ve elden çıkarılacak. Kurtuluş Köyü’nden, birkaç gün uzak kaldığım Silifke’ye gitmek için yola çıkıyorum.

Silifke ilçe merkezinde rutin hareketlilik devam ediyor. Tekrar kültür evine geçiyorum. Cihangir Akdemir’i bu kez atölyede enstrüman yaparken buluyorum. Esasen Silifke’nin Kırtıl Köyü’nden olan Akdemir, farklı tekniklerle kendine özgü enstrümanlar da geliştirmiş. Bunlardan en fazla bilineni, adını kendisinin verdiği Kırtıl Davulu. Bir taraftan kültür evine birileri gelip gidiyor. Akşam Atakent Beldesi’nin düzenlediği bir festival gecesi olduğunu öğreniyorum. Temaşanın sebebi de festival hazırlığı imiş. Gelenler arasında bölgenin yerel gazetelerinde köşe yazarlığı yapan Metin Kömbe’yle tanışıyorum. Daha sessiz bir yere geçip sohbet ediyoruz. Kendisini, Silifke’nin kaybolmaya yüz tutmuş değerlerini, Cihangir Akdemir ve duyarlı arkadaşlarıyla beraber, yaşatmaya adamış Metin Kömbe. Üstelik somut ve zahmetli işler yapmışlar. Bunlardan en önemlisi de Köy Müzeleri Projesi olmuş. Köylerde bir zamanlar eğitim verilen okulların sonradan taşımalı eğitime geçilmesiyle birlikte atıl durumda olan binalarını köy müzelerine dönüştürmüşler. Köylülerle birlikte kollar sıvanmış, binalar elden geçirilmiş, köye ve yöreye özgü araç gereç, giyim kuşam örnekleri toplanmış. Bir bakıma küçük etnografi müzeleri çıkmış ortaya. Bununla da kalınmamış binalarda kütüphaneler oluşturulmuş. Şu an 7 köyde müze olduğunu bir köyde de çalışmanın tamamlanmak üzere olduğunu ekliyor Kömbe.

Akşama doğru sahil beldesi olan Ataköy’deki festival gecesine geçiyoruz. Prova esnasında salonda dönüp duran ve türküler mırıldanan, başında kasketi, üzerinde şalvarıyla yaşlıca biri neşeli tavırlarıyla dikkatimi çekiyor. Bu kişinin yörede tanınan halk sanatçısı Bedri Koçak olduğunu öğreniyorum. Bedri Koçak’la tanışıp sahne alacağı saate kadar sohbet ediyoruz. Silifke’nin Ham Çökelek türküsünü bilmeyen yoktur. Kendisinin ham çökelek türküsünün kaynak kişisi olduğunu söylüyor. Özellikle Yörük kültürünün folklora yansıma biçimleri üzerine bilgiler veriyor. Silifke’nin Çatak Köyü’nde doğduğunu ve yöre kültürü içinde büyüdüğünü anlatıyor Koçak. Yöre insanının özellikle Yörüklerin baskı altında yaşamaya alışmadığını, nerede baskı ve sıkıntılarla karşılaşsa hemen yerini değiştirdiğini, yaşam biçimi olarak da kara mizah bir yapıya sahip olduğu söylüyor. Eskiden Yörükler birbirlerine nasihat ederken; “oğlum bağı dikme bağlanırsın, ev yapma evlenirsin, çek deveyi, sür davarı gittikçe beylenirsin” diye bir halk deyişi dile getiriyor Bedri Koçak. Hürriyetine düşkün, yerleşik hayata alışkın olmayan bu insanlar, türkülerinde de kara mizah yapar diye ekliyor ve Keklik türküsünü örnek veriyor;

“Kekliği düz ovada avladım, kanadını çam dalına bağladım, yahu keklik hiç düz ovada olur mu? Keklik sarp yerlerde olur, ovada ne gezer” deyip, devam ediyor; “buyurun arkadaşlar davetim var benim, herkes kesesinden yesin, saltanatım var benim, şimdi, sen hem beni davet ediyorsun hem de herkes kesesinden yesin diyorsun, bu nasıl iş” diyor gülerek. Az sonra program başlıyor. Bedri Koçak, sahnedeki yerini alıp türkülerini söylüyor. Silifke Halk oyunları ekibi çıkıyor sahneye. Klarnet, darbuka ve keman başta olmak üzere tüm saz ekibi hareketli ve mizahi türkülerle ekibi coşturuyor. Arada bir Silifke zeybek türküleri söyleniyor.

Yerinde duramayan, ellerindeki kaşıkları birbirine vurup vurup çeşitli figürler sergileyen kızları ve erkekleri izlerken insanın aralarına karışası geliyor. Aziz Nesin’in, Silifke halk oyunlarını izlerken saatini kaybettiği “o kadar coşkuyla alkışladım ki kolumdaki saatin kırılıp yere düştüğünü bile fark etmemişim” dediği rivayet edilir. Gerçekten de hareketli figürleri, hem oynayıp hem de kaşık çalan elleri takip ederken yerinde duramıyor insan.

Neşeli ve sıkıntıya gelemeyen özgür ruhlu insanların diyarı olan Silifke’den gece ayrılırken uzunca bir süre yüzümden tebessüm eksilmiyor. Uzaklardan suyu çekilmiş tuzlu kumulların yakamozları ay ışığında deltayı olabildiğine aydınlatıyorlar. Sazlıklardan yükselen çeşitli kuş sesleri uzaklaştıkça azalacağı yerde daha da yükselip belleğimde kalıyor…