Anneler, Kızlar, Oğullar

Felak Ahmet 46 yaşında. Afrin’deki köyünden Halep’e gelin gelmişti, komşularına ufak tefek şeyler dikiyor, terzilik yapıyordu. Her şeyin başında çocukları vardı. Her şey onlar okusun, daha iyi şartlarda yaşasın diyeydi ama üniversite mezunu olmaları için onca emek verdiği oğulları şimdi bir tekstil atölyesinde işçi olmuşlardı. “Yeniden üniversiteye dönebilmeleri için gerekirse gece gündüz çalışırım,” diyor ama elinden gelen bir şey yok.

Yazı: Bülent Kale / Fotoğraf: Umut Kaçar / Video: Caner Özgül

Felak, ailesiyle birlikte Türkiye’ye geçmeye karar vermeden önce sekiz ay Afrin’deki köylerinde (Kurt Kulağı) kaldı. Bir umut, belki her şey düzelir; Halep’e, Eşrefiye mahallesindeki evlerine geri dönerler, kocası İmad yine 20 kadar işçi çalıştırdığı atölyesinin başına geçer diye bekledi. O zaman çocukları yine okullarına döner, büyük oğlu Civan Halep Üniversitesi’ndeki iktisat eğitimini tamamlar, Şervan belki daha sıkı çalışır ve üniversitede ağabeyi gibi güzel bir bölüm kazanır, büyük kızı Arina okula bıraktığı yerden, sekizinci sınıftan devam eder, daha iki yaşında olan Rusel, kendi ülkesinde, aynı dili konuştuğu arkadaşlarıyla, kendisini yabancı hissetmeden özgürce, barış içinde büyür diye umdu ama geçen zaman ona ve ailesine o umudu vermedi. Savaş daha da yayıldı, besledikleri azıcık umudu da yok etti.

Mayıs 2013’te bir gece yarısı kendi köylerinden üç aile (İmad’ın bir kız kardeşi ve bir erkek kardeşinin aileleriyle beraber toplam 23 kişi) olarak katıldıkları büyük bir kafileyle Kırıkhan sınırından Türkiye’ye geçtiler. Sınırda bekleyen araçlar onları Kilis’e götürdü. Kilis’ten biletlerini alıp İstanbul’a geldiler. Başakşehir’deki Bayramtepe Mahallesi’nde bir ev kiraladılar, aynı evde 23 kişi birlikte kaldılar. “Hiçbir şey yoktu,” diyor Felak, “üzerimize ne bulursak örtüyor, sıra sıra yerde yatıyorduk.” İki ay o evde hep birlikte kaldıktan sonra, Manolya Sokağı’ndaki bu eve taşındılar.

Kursiyerler, sertifikalarını göstererek topluca selfi çekiyor. Öğretmenleri, Hayata Destek Evi çalışanları ve çocukları da onlara bu mutlu anlarında eşlik ediyor.

Geldiklerinde İmad (49), iki oğlu Civan (23) ve Şervan’la (21) hemen tekstilde çalışmaya başladı. Ve onlar da pek çok Suriyeli işçinin aşina olduğu haksızlıklarla karşılaştılar. İlk çalıştıkları yerde ücretlerini alamadılar. İkinci çalıştıkları yerde ancak yarısını alabildiler. Sonra bir komşuları aracılığıyla, şimdi çalışmakta oldukları atölyeyi buldular. Asgari ücrete yakın bir ücretle çalıştıkları bu işyerinde maaşlarını düzenli alıyorlardı ama atölye sahibi bazen rahatsız edecek kadar kötü sözler ediyordu. Yine de katlanıyorlar. Bir şekilde evi geçindirmeleri gerekiyor çünkü.

Başlangıçta oğullarıyla birlikte işe başlayan İmad daha sonra dayanamayıp bırakıyor. Ağır çalışma koşullarına mı, atölye sahibinin rahatsız edici sözlerine mi yoksa çocuklarıyla birlikte çalışmaya mı dayanamıyor, burası net değil. Felak’tan detaylarını alamadım, muhtemelen üçü de vardı; ama işverenin işçilere tavrı üzerine sohbetimiz sırasında verdiği bazı küçük ipuçlarına bakılırsa İmad (kendilerinin bir şekilde katlandıkları ağır çalışma şartlarına ve kötü muameleye babalarının da maruz kalmasına razı olmayan) oğullarının ısrarı üzerine bırakmıştı işi.

Arina bağlama çalmayı hafta sonu bağlama kursuna giden ağabeylerinden öğrenmiş. Hafta içi onlar işteyken evde bağlama çalışıyor.

Çocuklarıyla birlikte çalışmak zorunda kalmak mülteci ebeveynler için bazı psikolojik sıkıntıları da beraberinde getiriyor. Çünkü çiftçi bir babanın sabah çocuklarıyla birlikte tarlaya gitmesine ya da esnaf bir babanın çocuğunu kendisiyle birlikte işyerine götürmesine benzemiyor bu. Çalışma saatleri uzun, şartları ağır, ücreti düşük bu işleri birbirlerine yakıştıramıyorlar. Ebeveynlerin çocukları, çocukların ebeveynleri için kurdukları hayaller çatışıyor orada. Genç evlatlar ebeveynlerinin kendileriyle birlikte aynı kötü şartlarda çalışmasından, aynı kötü muameleye uğramasından rahatsız oluyorlar, bunu aile büyükleri üzerinden kendilerine yapılmış bir hakaret olarak görüyorlar. Hâlâ çok genç olan ebeveynler de okula gitmesi gereken küçük çocuklarının kendileriyle birlikte çalışmasını kabullenmekte zorlanıyorlar. Başka çareleri kalmadığında, gözlerinin önünde olmaları için, daha az da alsalar, mutlaka çocuklarıyla aynı işyerinde çalışıyor ve ilk fırsatta onları işten alıp bir okula yazdırmaya bakıyorlar. Bir gün o fırsata erişirlerse elbet…

Felak’ta da tüm ebeveynlerde olduğu gibi çocuklarına bir gelecek sunamıyor olmanın sıkıntısı var. Köyden Halep’e gelin gelmişti, komşularına ufak tefek şeyler dikiyor, terzilik yapıyordu. Her şeyin başında çocukları, onların eğitimi geliyordu. Her şey onlar okusun, daha iyi şartlarda yaşasın diyeydi ama üniversite mezunu olmaları için onca emek verdiği oğulları şimdi bir tekstil atölyesinde işçilik ediyordu. “Yeniden üniversiteye dönebilmeleri için gerekirse gece gündüz çalışırım,” diyor ama elinden gelen bir şey yok. Savaş onları dilini, âdetini bilmedikleri bir yabancı ülkeye savurdu. Gerektiğinde çocuklarına destek olmalarını sağlayacak tüm maddi birikimlerini, tüm sosyal ilişkilerini kaybettiler. Onca yıllık deneyimleri bu yeni hayatta çok az işe yarıyor. Yaşları itibarıyla emekleri pek para getirmiyor. Çocukları da kendileri varken anne-babalarının çalışmasına müsaade etmiyor. Her şey bir anda tersine döndü ve oğulları çalışıp onlara bakar oldu.

Felak ve kızı Arina’yla Hayata Destek Evi’nin kalıp çıkarma kurslarının son gününde tanıştık. Felak, aynı merkezde daha önce Türkçe ve örgü kurslarına da devam etmiş. Arina da Türkçe kurslarına katılmış ama meslek kurslarına gitmemişti. “Hemşirelik ya da bilgisayar kursları olursa gitmek isterim,” diyor ama o kurslar henüz yok. Şimdilik günlerini çoğunlukla annesiyle evde geçiriyor. Bazen tekstil atölyesi olan bir komşularının parça başı işler getirdiğini ve evde birlikte çalıştıklarını söylüyorlar. O zaman da az da olsa bir şeyler kazanıyorlar. “Ama düzenli değil. İşleri yoğun olduğunda, yetiştiremediğinde getiriyor,” diye açıklıyor Felak.

“Suriye yıkıldı artık, bir daha âbâd olmaz” diyor Arina, Suriye’ye dönmek isteyip istemediğini sorduğumda. Ama İstanbul’a ilk geldiklerinde hâlâ döneceklerini düşünüyordu. Bu yüzden okula gitmedi. Şimdi pişman. Artık 19 yaşında bir genç kız oldu, tekrar ortaokula başlayamıyor. Ama Türkçe dil kurslarına devam etmiş. Şimdi kolayca olmasa da Türkçe okuyup yazabiliyor. “Anlıyor(um) ama cevap veremiyor(um),” diye açıklıyor Türkçe konusundaki temel sıkıntısını bize.

“Şehirde büyüdün ve gelmeden önce sekiz ay köyde kaldın, sıkıldın mı?” diye soruyorum. “Amcamın kızı İnci vardı yanımda, birlikte olduğumuz için çok sıkıcı gelmiyordu,” diyor. “Sınırı geçerken korktun mu?” diyorum, “Çok korkuyorduk, İnci’yle birbirimizi hiç bırakmadık, korkumuzu yenmek için sürekli konuşuyorduk,” diye yanıtlıyor. Sonra İnci’yi soruyorum, kendisiyle aynı yaştaki İnci’nin burada kendisi gibi Afrinli bir gençle tanışıp evlendiğini, şimdi kocasıyla birlikte Afrin’de yaşadığını anlatıyor. “Telefonda konuşuyoruz, halinden memnun,” diyor. “Peki sen?” diyorum; kızarıyor, onun öyle bir niyeti yok. “Avrupa’ya gitmek ister misin?” diye sorduğumda “İsterim ama tek başıma gitmem, ailem de olursa giderim,” diyor.

Arina, ailesi olmadan çok az şey yapıyor. Hayata Destek kurslarında tanıştığı Suriyeli bir arkadaşının olduğunu, onunla bazen buluşup yakındaki parka gittiklerini söylüyor. Bir de mahalleden Nur isminde bir arkadaşından bahsediyor. Türkiyeli olan Nur’un Kürtçe bildiğini, bu sayede konuşup anlaştıklarını, kendisinin ona Arapça öğrettiğini, onun da kendisine Türkçe konusunda yardım ettiğini, bazen birlikte dışarı çıktıklarını ama sadece kendi sokaklarında aşağı yukarı yürüdüklerini anlatıyor. Hepsi bu. Fakat 19 yaşındaki bir genç kız için çok yetersiz. Gününün çoğunu evde geçiriyor. Felak’ın canını en çok yakan da bu. Bir de oğullarının okula gitmeleri gerekirken işe gitmesi.

Savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan ailelerin, özellikle de kadınların en büyük sorunu hayatın büyük kısmını evde geçirmek zorunda kalmaları. Türkçe bilmemek önlerini kesiyor. Gidecek bir yerleri olmaması önlerini kesiyor. Bu nedenle evlerine yürüme mesafesinde ve ücretsiz olan her türlü kurs onlar için bir tür nefes alma, hayata karışma anlamına geliyor. Kendileri gibi Suriye’den göç edip gelen kadınlarla da yine bu kurslarda tanışıyorlar. Onlar için en azından bir teselli oluyor. Ama genç kızlar için durum biraz daha farklı. Onların daha çok alana, daha çok etkinliğe ihtiyaçları var.

Felak ve büyük kızı Arina Türkiye’ye geldikten sonra birbirlerinin en iyi arkadaşı oldular. Neredeyse bütün zamanlarını birlikte geçiriyorlar.

Arina’nın anadili Kürtçe. Arapçayı Halep’te ilkokula başladığında öğrendi. Okuyup yazabiliyor. Türkçe de biliyordu aslında. Tüm sohbet boyunca sorduğum ‘en saçma soruları bile’ anladığını tavırlarıyla belli ediyordu. Sanki çok iyi yanıtları da vardı ama bir şey onu durduruyordu: galiba o çekingenliği. Onu üzerinden atması için de daha yoğun bir sosyal ortama, Türkçe konuşan arkadaşlara ihtiyacı vardı: yani sokağa daha çok çıkmaya, insanlarla daha çok etkileşime girmeye. O zaman ikisini okuyup yazabildiği bu üç dil, ona bu yeni ülkede evin içinden görünmeyen pek çok kapıyı açabilirdi.

Çünkü Türkiyeliler için bile evlerin içi hep memlekete benzer. Sürekli evde olursanız İstanbul’da bile memlekette gibi yaşarsınız. Öğrenmek, değişmek, gelişmek için sokağa çıkmak; insanların arasına karışmak gerekir. Evet, sokak biraz ürkütücüdür ama dünya orada döner, rüzgâr orada eser. Olabileceğimiz, yapabileceğimiz şeyler de hep orada arar, orada bekler bizi. Tıpkı Arina’nın kısa zaman sonra mutlaka çok daha iyi konuşacağı Türkçe, kuracağı yeni dostluklar, hayatını kazanacağı meslek gibi.