Babıâli; “Bizim Yokuş”

Bu başlığı Yusuf Ziya Ortaç’tan aldım. Lakin gazetecilik, yayıncılık, yazarlık işine bulaşmış hemen herkes için, bu yokuşun adı budur: Bizim Yokuş. Ben denizden geldim, ama insanı bu yokuşa getiren bütün yollar tarihtir.

Yazı: Tevfik Taş / Fotoğraf: Yusuf Aslan

Sirkeci’den, İstanbul’un o ilk meydanından Babıâli (Cağaloğlu) Yokuşu’na doğru yürürken. Gökyüzü, denizin üzerinde yarı mavi, yarı kurşuniydi. Roma öncesi ve Bizans döneminde İstanbul’un çekirdeğini oluşturan yerin başlangıcındayım. Yine başlangıcındayım, yıllarca düşünceli ya da koşturarak çıktığım o yokuşun. Bir açıklık var denizle tren garı arasında evet, ama bir meydan değil artık burası. Oysa Antik Strategion (Sirkeci), 330’dan sonra kent Konstantinopolis adıyla yeniden kurulduğu zaman büyük bir meydan olarak tasarlanmış. Ticaretin ve ulaşımın bütün yükünü denizin üstlendiği bu dönemde, Sirkeci hem son derece önemli bir liman, hem de Bizantion’a açılan iç yolların giriş kapısıdır.

“Meydan, I. Constantinus’u at üstünde gösteren heykelin altında, kentin kuruluş öyküsünü anlatan yazıtlı taş bir sütunla süslüymüş” diyor Albercht Berger: “Günümüzde Strategion’a ait bir iz yok. Ama bugün Cağaloğlu semtinin kurulduğu bayırın eteklerinde başlayan alanın merkezi Sirkeci tren garıdır.” Bugün de yaşayan bu yerüstü raylı sistemini Abdulaziz zamanında Almanlar, gar binasını da gene bir Alman mimar olan Tachmund yapmış.

Garın içi şimdi daha suskun… Oysa bu garın lokantası bir zamanlar “gazeteciliğin ve edebiyatın kurtları, duayenleri” denen pek çok insanın başat mekânlarından biriydi. Garın dışında koşuyor insanlar, gri renkli yeni Hafif Metro’nun içi tıklım tıkış. İki yandan sıkışan trafik, birbirine karışan yollar, tabelalar pek çok yapıyı görünmez kılmış. Oysa garın hemen yanında, şimdi “büfe” olarak kullanılan tarihi küçük yapı, Mirmiran Mehmet Paşa’nın yaptırdığı Muradiye Sebili’dir. Gara sırtımı verip karşı sokağa bakıyorum. Tarih iç içe, yan yana, üst üste. Tarih büyük ölçüde örtülmüş, hırpalanmış ve bu hoyratlıktan kurtulabileni itibarlı, dimdik. Yeni Cami’ye giden yolun üzerindeki yapı cumhuriyet öncesi gelişen ve “Ulusal Mimarlık Akımı” olarak bilinen akımın öncülerinden Vedat Tek’in eseridir: Posta Telgraf Nezareti. “Bir nevi, bugünün Ulaştırma Bakanlığı” diyor Murat Belge. Biraz ileride Abdülhamit Külliyesi.

Büfeden soğuk bir içecek aldım, parayı öderken “Bu binanın tarihini biliyor musunuz?” diye sordum. “Ne bileyim be kardeşim” dedi adam. Benim biraz müstehzi baktığımı mı gördü ne, ekledi; “Osmanlı’dan kalma.”

Bugün, “Tarihi Yarımada” dediğimiz kent alanı, Bizans’ın çekirdeğidir. Ama uzun asırlar Osmanlı’nın da yönetim merkezi olmuştur. Tırmanıyorum. Soldaki sokağın içindeki bir tarihi yapı, bana buradaki pek çok yapının serüvenini yeniden anımsatıyor. Hoca Paşa Hamamı, uzun yıllar onu örten binaların yıkılmasından sonra açığa çıktı.

Bu bayırın üstündeki semt adını, Ciğaloğlu Sinan Paşa’nın sarayını ve ona bağlı bir hamamı buraya yaptırmasıyla kazanmış. Bir dönem “Çiğaloğlu” denmiş, gel zaman git zaman halkın ağzında Cağaloğlu olmuş. Paşa’nın asıl adı “Cegalo” diyor Belge, “İtalyan kökenli bir Osmanlı Paşası.” Haldun Hürel, “Cegalo, Piyale Paşa’ya esir düşmüş bir tüccar, paşa olan onun oğludur” diyor, “Semtin adı Cegalo Oğlu’ndan gelmektedir.” Hürel, paşanın mezarının bulunduğu yeri imlemek için, “Cağaloğlu Üsküdar’da” diyor yazısının başlığında.

Şimdi kırtasiyeciliğin ağır bastığı sağlı sollu bu dükkânların çoğu kitabevi ya da yayıneviydi. Kim bilir kaç kuşak yayıncı eskidi burada. Buraya uğrayıp da anılarını yazmamış, yazılarında bu yokuşun halini, ahvalini konu etmemiş yazar yok gibidir. Ahmed Mithad’dan yokuştaki halefi Ahmet Rasim’e, Yusuf Ziya Ortaç’a, Peyami Sefa’dan Necip Fazıl Kısakürek’e, Nazım Hikmet’e, Metin Toker’den Muzaffer Buyrukçu’ya dek ne çok yazar…

Bunları düşünerek ağır aheste geldim Osmanlı’nın Sadaret Makamı’na, yani başbakanlığına. Mimari olarak artık çok büyük değer taşımıyor olsa da, merkezinde yer aldığı tarihsel olaylardan ötürü insana, “Ne bina amma” dedirtiyor, “Ne yaman bir serüven!” Bu bina Babıâli adını alıncaya dek ve aldıktan sonra etrafında asla duru bir yaşam olmamış çünkü.

Tarihin düz sayfalarında “Osmanlı saraydan yönetilmektedir” diye yazar. Elbette teorik olarak bu doğrudur. Ancak işleyiş olarak saray artık ülkeyi yönetmek için değil, kendi içini yönetmek için vardır. Devlet, geniş yetkilerle donatılmış sadrazamlar tarafından ve Babıâli’den yönetilmektedir.

Sadrazamlar, 1700’lü yılların ilk yarısından başlayarak, Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı’ndaki toplanma ve yönetim merkezlerini, gene saraya yakın olduğu için, Cağaloğlu’nda yaptırılan konaklarına taşımışlar. Bu konaklar hem sadrazam konutu, hem de devletin fiilen yönetildiği yerler olmuş. 1756’da Sultan III. Osman tarafından bu semtte yaptırılan Sadrazamlık Konağı bilinen resmi nitelikteki ilk sadrazamlık binasıdır. Bina 1755, 1808, 1826 ve 1839 yıllarında tamamen, 1878 ve 1911 yıllarında ise kısmen yanmış. Her seferinde yeniden inşa edilmiş. İlk önceleri binaya “Paşa Kapısı” ve “Bâb-ı Âsafi” denmiş. 1808 yılında Alemdar Mustafa Paşa’nın sadrazamlığı sırasında çıkan ayaklanmada, meydana gelen bir patlamayla gene kül olunca, yeniden yaptırılan binaya dönemin padişahı II. Mahmut’tan dolayı “Mahmud-ı Adli” denmiş. Bu, zamanla Bâb-ı Adl ya da Bâb-ı Adli isimlerine, 19. yüzyılın ikinci yarısında da Bâb-ı Ali’ye dönüşmüş.

1844’te bina Mimar Stefan Kalfa tarafından kargir olarak inşa edilmiş. Ayrıca o tarihten sonra bina sadrazamın konutu olmaktan da çıkarılarak tamamen bir devlet dairesi durumuna getirilmiş. Günümüze kadar gelen bina, işte o yapının devamıdır. Elbette daha uzun bu yapının serüveni ama hülasa edersek şimdi de valilik ve İstanbul yönetiliyor buradan.

Gazete Yağmuru

Osmanlı’nın bu yönetim merkezi, matbaaya, keşfinden asırlarca sonra kavuşan ülkede, gazete çıkarma hevesinde olanların da bu semtte toplanmasına neden olmuş. Haber değeri taşıyan işlerin döndüğü binanın etrafında toplanmak kullanışlı gelmiş o günün matbuat erbabına.

Basın tarihini yazanlar 1831’de çıkan Takvimi Vekayi “Türkçe ilk gazetedir” diye nitelemektedir. “Süleymaniye Camii ile bugünkü İstanbul Üniversitesi arasındaki Takvimhane-i Amire’de, II. Mahmud’un emriyle perşembe günleri yayınlanmıştır.” Ana haberleri resmi atamalar, mahkeme kararlarından alıntılar, padişahın iyi icraatlarıdır. Ve saray çevreleri gazetenin memurlar tarafından okunmasını buyurmuştur. Fransızca, Ermenice, Rumca, Arapça, Farsça baskıları da yapılan gazete, 1922’ye kadar yaşamış.

İstanbul’da yaşayanlar 1840’ta, William Churchill adlı bir İngiliz yurttaşın çıkardığı yeni bir gazete ile tanışır. Ceride-i Havadis, Türk basın tarihinin ilk yarı resmî gazetesidir. Devletten yardım almaktadır çünkü. İlk yayınlandığı günlerde hiç ilgi görmeyince, Churchill, gazetesini ilk üç sayı bedava dağıtır. Ancak, Batı ülkelerinden yapılan makale ve şiir çevirileri, Osmanlıların Batı dünyası hakkındaki fikirlerini zenginleştirmeye başlar ve gecikmeli de olsa gazete postayla Anadolu’ya ulaştırılır. Bu neredeyse yirmi yıl böyle sürer. Politik etkisini kullanarak devletten ayda 2500 kuruşluk yardım almayı başaran Churchill’in farklı ülkelerden taşıdığı haberleri daha da zenginleştirmesi, ilk ölüm ilanlarına yer vermesi, Kırım Savaşı gibi olaylara savaş muhabiri göndermesi gazeteyi o günün aydınlarının ve sosyetesinin vazgeçilmezleri arasına yerleştirir.

Ceride i Havadis’in açtığı yoldan ilerleyen ama ülkenin “İlk özel teşebbüs gazetesi” unvanına sahip olan Agâh Efendi’nin Tercüman-ı Ahval’idir. Yarı devletli bir gazeteyle, bağımsız bu gazete arasındaki ilk kalem dalaşından sonra, bağımsız Tercüman-ı Ahval’in iki hafta kapatılmasıyla, hem basına yaklaşım belli olmuş hem de gazete kapatmanın tarihi başlamıştır.

Ahmed İhsan Tokgöz demişti: “Babıâli’de daima bir gazete yağmuru vardır.” Şimdi bütün gazeteleri, sahiplerini ve bunların basındaki mezhebini, meşrebini saymak olanaksız ama o dönemin göz dolduranlarını da atlamak olmuyor.

Bugünkü Adliye’nin Babıâli Caddesi`ne gelirken bir zamanlar Emekli Sandığı’nın olan binada Ahmet İhsan ve akrabalarının yönettiği Alem Matbaası vardır. Bize pek çok şair ve yazar kazandıran Servet-i Fünun da burada çıkmaktadır.

“İkbal Kütüphanesi’nin üstünde Sucu Kosti`nin dükkânı vardı” diye yazıyor anılarında Sadri Sena. “Sucu Kosti`nin dükkânı o günlerin şairleri, edibleri, gazetecileri için bir mahfildi, bir harabat sarayı. O devrin matbuat hayatıyla bu dükkân kadar ilgili yer pek azdır.”

Caddenin 1900’lerin başındaki halini şöyle sıralıyor Sena: “Mihran Matbaası, Sabah gazetesi olan bina daha sonra Tan Matbaası olmuştur. İkdam gazetesi, şimdiki Vakit`in üst tarafındaki büyük bina, Tahir Bey Matbaası Baba Tahir`in. Ve Malumat, Servet, Musatver Fen ve Edeb, İrtika, Arapça el-Malumat, Fransızca Servet gazeteleri. Geri dönünüz, Meserret Apartmanı’nın yanından Ebussuud Caddesi`ne giriniz. Sağda (Kırkambar Matbaası) Tercüman-ı Hakikat, Mecmual-i Edebiyye, solda biraz ilerde hanımlara ve çocuklara mahsus gazeteler…”

O günlerin meşhur iki kitapçısı vardır: “Kirkor Faik’in Asır Kütüphanesi ve Kitapçı Aragel.” Sena anlatıyor: “Muallim Naci, Kirkor`un Asır Kütüphanesi’ne sık uğrarmış. Bir gün orada iken telaşla bir adam gelmiş. O devrin kodaman hafiyelerinden burnunun büyüklüğü ile dillerde dönen birini sormuş. Adalar şairi Mehmet Celal, Müstecabizade İsmet, Andelib Faik Esad da orada.

– Efendim atufetli filan beyefendi hazretleri buraya gelirler mi?

Naci gürlemiş:

– Kendi bazen gelir ama sözü gelmez kaleme!”

Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr’ı, Ali Suavi’nin Muhbir’i, Basiretçi Ali’nin Basiret’i, Namık Kemal’in İbret’i, Eğribozlu Mehmet Arif’in Ayine i Vatan’ı, Şakir Efendi’nin Muhip’i, bu dönemin gazeteleridir. Utarit, Terakki, Mümeyyiz, Vekayii Zaptiye, Hadika, Diyojen, Hayal, İstikbal, Asır, Devir, Bedir, Medeniyet, Sadakat, Hakayikül Vekayi, Vakit, Terakki Tanzimat İstanbul’unu süslemiştir.

İletişim bilimi ve tarihi üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız Hıfzı Topuz, “Gazeteciliğin tarihiyle, ülkenin politik bütün gelgitleri arasında neredeyse bire bir benzeşme var” diyor. Birine dikkatle baktığınızda ötekini anlamak kolaylaşır…

“Ben bu yokuşa geldiğimde” diyorum, o nasıl bir heyecandı. İran Konsolosluğu’nun duvarının dibinde aşağı akan şu aralık yolda uzun yıllar, Dünya gazetesi çıkmıştı, dağıtımından, tashihine pek çok bölümünde çalıştım bir zaman.

İran Konsolosluğu, bütün öteki ülkelerden farklı olarak, Osmanlı’da devletin tam merkezine yapılmıştır. Diğer ülkelerin konsolosluklarının çoğu Beyoğlu civarındadır. Bu, bir Müslüman ülkenin diğerine verdiği önemle ilgili olsa gerek. Ama binanın mimarı İtalyan Fossati Kardeşler’dir. Konsolosluktan sağa dönüyorum. Şimdi İstanbul Erkek Lisesi olan bina, Osmanlı devletinden alacağı olan yabancıların, bu alacaklarını tahsil edebilmek, bu nedenle de Osmanlı’nın gelirini giderini hesaplamak için yapılmış. Bir nevi ‘Alacaklılar Defterdarlığı’ gibi. Binanın yapım parası da borçlanmayla bulunmuş.

Ve gelmek istediğim binaya geldim. Cumhuriyet gazetesinin bugün terk edilmiş binasındayım. Bahçesindeki ahşap köşk, İttihat Terakki’nin eski merkezidir. Şimdi yıkıldı yıkılacak. Bahçe otopark olmuş.

“Bu konakta herhangi bir onarım olacak mı?” diye soruyorum. “Yok” diyor otopark görevlileri, “Öyle kendi kendine yıkılıyor işte.” Bu binadan mı hazırlanmıştı o meşhur “Bab-ı Âli Baskını” bilmiyorum. Ama 23 Ocak 1913’te, Balkan Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanacağının anlaşıldığı günlerdir. Bulgar orduları Edirne ve Çatalca önlerindeyken, İttihat ve Terakki Fırkası’nın önde gelen ismi Binbaşı Enver, yanında çalıştığı Harbiye Nazırı Nâzım Paşa’nın makamını, fırkanın silahşorlarından Yakup Cemil ve adamlarıyla basıyor ve Nâzım Paşa öldürülüyor. Daha sonra Sadrazam Kamil Paşa’nın makamına giden baskıncılar, sadrazamı silah zoruyla istifaya zorluyor. Ve bu olay İttihat ve Terakki’nin yönetime el koymasına giden yolu açıyor.

Geriye dönüyorum. Gazetelerin hepsi gitmiş Babıâli’den ama Gazeteciler Cemiyeti burada. Cemiyetin lokalinde biraz dinlenmek iyi geliyor. Çok güzel bir Sarayburnu manzarası var, bu lokalin… Yerebatan Sarnıcı’na doğru yürürken benim kuşağım da dâhil neredeyse on kuşağa edebiyat zevki ve terbiyesi veren Varlık dergisinin yönetmeni Enver Ercan ile karşılaşıyorum.

“Babıâli’de basın namına bir siz kaldınız herhalde?” diyorum. “Bazı yayınevleri döndü Cağaloğlu’na ama elbette eskisi gibi değil” diyor Ercan. Çay içerken gene tarihe dalıyoruz. Ama ne tarih insan saydıkça başı dönüyor. Yokuş boydan boya gazete oluyor:

Şemseddin Sami İstibdatta Sabah’ı, Ahmet Cevdet’in İkdam’ı, Ahmet Mithat Tercüman-ı Hakikat’ı çıkarıyor… Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım ortak çıkardıkları Tanin, İttihat ve Terakki savunuculuğuyla Meşrutiyet’ten sonra bunlara ekleniyor. Aynı zaman diliminde Abdullah Zühtü’nün Yeni Gazete’si çıkıyor. Mevlanzade Rıfat’ın Serbesti’si, Mehmet Murat’ın Mizan’ı, Kozmidis’in Sadayı Millet’i. İttihatçılar, önceleri yurt dışında yayımladıkları Şurayı Ümmet’i İstanbul’a taşıyınca, Tanin’le birlikte iki gazeteye sahip oluyorlar. Ve Tevfik Fikret gidişatı sevmediği için, çekiliyor bu âlemden. Süleyman Nazif, Prens Sebahaddin’in düşüncesine hizmet eden Osmanlı gazetesini çıkarıyor. Ama o günlerin en güzel gazetelerinden biri bence Karagöz’dür. Çünkü padişahlık yıllarının zamana dayanabilen karikatür ve mizah gazetesidir.

Serbesti başyazarı Hasan Fehmi, Sadayı Millet başyazarı Ahmet Samim, Şehrah başyazarı Zeki Bey siyasi cinayetlere kurban gidiyor. İstanbul’da ilk sol gazeteyi Hüseyin Hilmi (1910-1912) yayımlıyor: İştirak. Sosyalist ve Medeniyet gazeteleri Hüseyin Himi’nin İştirak’ının aldığı kapatma cezalarından sonra çıkıyor. Hüseyin Hilmi de 1923’te bir suikast sonucu ölüyor.

“Ama en güzel gazete adı” diyor Tokgöz, “Basında hiç edebin kalmadığı bir zamanda çıktı. Edep Yahu.” Babıâli yaşamına ilişin pek çok anı var. Nâzım’ın şiirini anımsatıyor Mustafa Köz:

“Kafası yüzde yüz uygun muydu kafama bilmiyorum

Ama o benim soyumdandı

Etiyle kanıyla değil, heyecanıyla değil

Batırıp on parmağını kanayan yarasına

Satıyor kafasının parlayan ışığını bir ekmek parasına

Tutunmak istedi kaçtılar, tutunmak istedi kırbaçladılar,

Susadı kendi kanını içti o

Parça parça insan beyni satan bir caddeden

Bir ızdırap şarkısı gibi gelip geçti o.”

“Sadece gazeteler değil” diyor Enver Ercan, “Aynı zamanda kitap yayıncılığının merkezi de hep burası olmuştur.” Ta ki 1990’nın sonlarına kadar burası dergilerin, yayınevlerinin, matbaaların birbirine karıştığı bir yerdi.

Yerebatan Sarnıcı’nın önünde turistler kuyruk oluşturmuş. Böyle kalabalık olmadığı zamanlar, çok güzeldir içerisi, bir de görevliler keyfe keder değiştirmezlerse müziği keman ya da piyano senfonileriyle dinlenir insanın aklı sarnıcın içinde. Genişler hayali. Karşısı Ayasofya, Aya İrini ve biraz ilerisi, Topkapı Sarayı. Buradan, bu tepeden yönetilmiş hem Bizans, hem Osmanlı. Bugünkü Sultanahmet Meydanı, Bizans’ın yönetim merkezi ve hipodromudur. Sultanahmet Camii, İbrahim Paşa Sarayı (bugün İslam Eserleri Müzesi) Binbir Direk Sarnıcı, Osmanlı döneminden kalma en güzel yapılar.

Enver Ercan bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatıyor:

– Hoca’ya sormuşlar, “Dünyanın ortası neresi?”

– Burası, demiş, eşeğinin bastığı yeri göstererek.

Soranların inanmaz, inanmaz baktığını görünce sözün künhüne vurmuş:

– İnanmayan ölçsün!

Dünya’nın ortası Akşehir mi bilmiyorum ama pek çok insan, buradaki Millenium Zafer Takı’ndan ötürü, burasının dünyanın ortası olduğuna inanmaktadır.

Şair Özgün E. Bulut, “Öyle olmasa bile Roma’ya giden yolların başlangıcı burasıdır” diyor. Sanat tarihçisi Lale Yılmaz, “Dünyanın anılmaya değer pek çok kentinde olduğu gibi, burada da tarihin toplandığı meydan Sultanahmet olmuştur. Farklı ülkelerden pek çok insan burada kendi tarihsel köküne de değmiş, dokunmuş oluyor” diye ekliyor, Tarihi Sultanahmet Köftecisi’ne girerken. İlginçtir, bu dükkânda hâlâ kredi kartı geçmiyor.

Ara sokaklarda dolaştım uzun zaman, yayıncılar, gazeteler gitmiş ama kâğıtçıların çoğu hâlâ buradalar. Kapının önünde güneşlenen Kamber Beyada’yla şakalaşıyorum: “Bütün kâğıtçıların Niğdeli olduğu söylenir.” “Eh yalan değil” dedikten sonra şakaya tadını veren sözünü söylüyor, “Ben de Aksaraylıyım.” Kâğıt işi artık çok iyi değilmiş, SEKA’daki değişiklikler, pazara Balkan ülkelerinin ucuz kâğıtla girmesi, Çin’den yapılan ithalatlar, piyasayı sık sık karıştırıyormuş.

Yeniden çıkıyorum caddeye. Hürriyet Gazetesi’nin eski binası şimdi halıcı ve kuyumcu. Bu binanın üzerinde çok güzel bir rölyef vardı. Gazete İkitelli’ye taşınırken onu da götürdüler oraya. Karşısında, ilk Türkiye Komünist Partisi’nin üyelerinden, okur-yazarların pek sevdiği Enver Aytekin’in kurduğu Sosyal Yayınları’nın binası, İstanbul’un işgalinde Fransızların üslerinden biri olduğu söylenir durur. Bir zamanlar bu kitabevine girdiğimde mutlaka bir yazar, çizer görürdüm, İsmet Zeki Eyüboğlu’nu, Doğan Hızlan’ı, Selahattin Hilav’ı. Milliyet Gazetesi’nin öldürülen başyazarı Abdi İpekçi’yle bu kitabevinde tanışmıştım.

Hıfzı Topuz, “II. Mahmut’tan Holdinglere Basın Tarihi” adlı o enfes çalışmasında beni yeniden gezdiriyor Babıâli sokaklarında. İstanbul’un işgal edilmesi, basına yeni sansür normlarının girmesi, Kuvayi Milliye’yi destekleyen ve karşı çıkan gazeteler, yeniden hücum ediyor aklıma:

1920’li yıllarda Tanin, Tevhidi Efkâr, Vatan, Akşam, İkdam, İleri ve yazarları Hüseyin Cahit Yalçın, Ziyad Ebüzziya, Ahmet Emin Yalman, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri, Celal Nuri ülkeyi pek çok bakımdan belirliyorlar. İstanbul, Alemdar, Peyamı Sabah, Sait Molla, Refii Cevad Ulunay, Ali Kemal isimleri her yerde duyuluyor.

Mustafa Kemal’in “Satılmışların hâkimiyeti kalemiyesindeki matbuat” dediği İstanbul basını 1924’te yeniden sarsılıyor; Cumhuriyet karşıtlığıyla bilinenler değişik ülkelere ve bölgeler sürgüne gönderiliyor. “Yüzellilikler” olarak adlandırılan bu sürgün kafilesinde gazeteciler, yazarlar da vardır. 1925’te Şeyh Said isyanından sonra gelen Takrir-i Sükûn’la birlikte Tevhidi Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Tanin, Aydınlık gibi gazetelerle birlikte, Sebilürreşad dergisi kapatılıyor.

Buraya değmiş herkesin bir Babıâli’si vardır. Ben, Necip Fazıl Kısakürek’in sanat çevresini eksen alarak yazdığı anılarını topladığı Babıâli’sini okurken düşünüyorum. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, ülkenin başkenti Ankara oldu. Ankara’da bir Ulus’la basın yaratılmaya çalışıldı, olmadı. Tutmadı. Çünkü kalp burada, Cağaloğlu’nda atıyordu. Ve sanki bu duruma tuhaf bir nazire olsun diye hemen bütün yazarların “Babıâli Caddesi” diye yazdıkları caddenin resmi adı, “Ankara Caddesi” oldu.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu basının merkezini değiştiremedi ama 1980’den sonra hızla el değiştiren gazeteler, bir gün geldi burayı hızla terk etti ve Babıâli basını, birkaç yıl içinde “İkitelli basını” oluverdi. Arkasından yayıncılar gitti. Şimdi gündüzleri turistlerin alışveriş merkezi, geceleri boydan boya ıssız…