Bir Evi Olmamak
Sophiya Fattouh 36 yaşında, Halep’te doğup büyüdü. On yedi yaşındayken ortaokul yıllarından beri tanıdığı Basil’le evlendi. Üç çocukları oldu. Savaş çıkmadan önce Halep Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlamış ama ancak bir sene devam edebilmişti. Kocası ve çocuklarıyla birlikte her fırsatta Suriye’yi gezmişler; Şam, Hama, Humus, gibi birçok şehri görmüşlerdi. Yazları ve hafta sonları Tartus’a denize gitmeyi seviyorlardı.
Yazı: Bülent Kale / Fotoğraf: Umut Kaçar / Video: Caner Özgül
“Ama o zaman ben ağlarım,” diyor Sophiya, hep biraz hüzünle bakan gözlerini kaldırarak, ona “bu süreçte onu üzen, canını yakan her şeyi hiç çekinmeden anlatabileceğini” söylediğimde. “Hayır,” diyorum “Lütfen ağlama. Biz bu hikâyenin ağlatan değil, mücadele eden, başaran yanını göstermek istiyoruz.” Ve Sophiya’yla birlikte sizi de ağlatmamak için sorularımızı ve yanıtlarımızı dikkatle seçerek ilerliyoruz.
Sophiya’nın evindeyiz; salonun ortasında bir sandalyede oturuyor. Hemen arkasında küçük oğlu Adem’in derslerini yaptığı yine küçük bir çalışma masası var. Masanın üstündeki kalemlikte kızı Zeynep’in vakit buldukça kadın figürleri ve kostümler çizdiği rengârenk boya kalemleri ve kara kalemler seçiliyor. Masanın hemen yanındaki dolabın üzerinde büyük oğlu Muhammed Baran’ın üst üste yığılmış basketbol topları duruyor. Bir başka dolabın raflarında dizili irili ufaklı onlarca mum o esnada yanmasalar da zihnimizde cılız bir alevle titreşerek bize Sophiya’nın romantik yanı hakkında bir şeyler fısıldıyorlar.
Tüm bu detaylar insana nasıl da güzel bir fotoğraf veriyor: İnsan “sanki” diye düşünüyor, bir şeyler sanıyor ama öyle değil; çünkü Muhammed Baran çok nadir basketbol oynayabiliyor. Yazları bile çalışmak zorunda. Zeynep, ilgi alanı olan resim ya da moda üzerine kendisini geliştirebileceği bir özel okuldan ya da çevreden yoksun. Türkçe ile Arapça arasında kalarak büyüyen Adem, ödevlerini kendi odasındaki masasında yapabilse her şeyi daha kolay anlayacak. Sophiya ve kocası bazı geceler çocukları uyuttuktan sonra ışıkları söndürüp mumları yakarak bir müzik eşliğinde biraz huzur bulmak istediklerinde o huzuru bulmakta zorlanıyorlar. Çünkü karanlık, sessizlik, mum ışığı, müzik onları tedirgin eden geleceğe dair soru işaretlerini azıcık bile silikleştirmiyor.
Sophiya otuz altı yaşında, Halep’te doğup büyüdü. Halen Halep’te yaşayan babası Tütün İdaresi’nde memurdu. On yedi yaşındayken ortaokul yıllarından beri tanıdığı Basil’le (42) evlendi. Basil, sanayide rulmancıydı. Üç çocukları oldu. Halep’te Cemiliye Mahallesi’nde yaşıyorlardı. Savaş çıkmadan önce Halep Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başlamış ama ancak bir sene devam edebilmişti. Kocası ve çocuklarıyla birlikte her fırsatta Suriye’yi gezmişler; Şam, Hama, Humus, gibi birçok şehri görmüşlerdi. Yazları ve hafta sonları Tartus’a denize gitmeyi seviyorlardı.
Belki de bu yüzden savaş ilk çıktığında hemen ülkeyi terk etmediler, beklediler, ülkenin düzeleceğini umut ettiler. Belki de başka bir ülkede bu standartlarda bir hayatı yeniden kurmanın çok zor olacağını en baştan görmüşlerdi. Halep’e bombalar düşerken, çocukları ve kendisinin sokağa çıkmaya korktuğu, kocasının işe gidip gelirken her gün korkunç savaş manzaralarıyla karşılaştığı zamanlarda bile Halep’te kalmakta direttiler. Ta ki sonunda Temmuz 2014’te evlerinin balkonuna da bir bomba düşene kadar. “Aslında kocam her gün yolda yıkıntılar, kanlı sahneler, ölü insanlar görmeye artık dayanamaz olmuştu. Çocuklar uzun zamandır geceleri yanımıza gelip bizimle yatıyordu, uykularımız tavşan uykusu gibiydi, hep tedirgindik,” diye hatırlıyor Halep’ten daha evvel çıkmadıklarına pişman olan Sophiya o günleri.
Evlerine bomba isabet edince, hemen ertesi gün yanlarına tüm paralarını ve biraz giysi alarak bir taksi tutup Türkiye sınırına doğru yola çıkıyorlar. “Yolda önümüzü iriyarı peçeli ve silahlı adamlar kesti. Başımıza silah dayadılar. Paramızı ve değerli değersiz her şeyimizi aldılar. Çocuklar ağlamaya başlayınca bizi bıraktılar.” Sonra taksi onları sınırdaki Khirbat al Jawz (Ceviz Höyük) köyüne bırakıyor. Yayladağı’na bağlı Güveççi Köyü’nün hemen karşısındaki bu köyden gece 11’de yola çıkıp sabah saat 4’e kadar yürüyorlar ve sonunda Yayladağı ilçesine varıyorlar. Oradan bir şekilde Antakya’ya ulaşıyorlar ama hiç paraları yok. Kocası akrabalarına telefon edip para istiyor. Bir gün boyunca beş parasız Antakya Otogarı’nda bekliyorlar. Ertesi gün otobüs biletlerini alıp İstanbul’a geliyorlar.
“İstanbul’da 15 gün erkek kardeşimin evinde kaldık. Sonra bir ev tuttuk ama hiçbir şeyimiz yoktu.” Ve yine o bildik formül işliyor; çalışabilecek olan herkes çalışıyor. O zaman 14 yaşında olan Muhammed Baran ve 13 yaşında olan Fatma’yla beraber İkitelli’de bir atölyede bir buçuk sene boyunca çalışıyorlar. Daha 4 yaşında olan Adem evde tek başına kalıyor. İyi kötü bir düzen kurduktan sonra çocukları işten alıyorlar, şimdi üçü de okula gidiyor. Bu aralar çalışmayan Sophiya ise bir yandan Sefaköy’de, Halk Eğitim Merkezi’nde Türkçe kursuna devam ediyor. Bir yandan da, hiç değilse öğle arası evine gelip çocuklarını okula gönderebilmek için evinin yakınlarında bir iş arıyor. Eşi Basil çok daha az kazansa da yine mesleğini sürdürüyor; bir rulmancıda tezgâhtarlık yapıyor.
Sophiya’nın kızı Fatma ve küçük oğlu Adem doğuştan göz kusurlular. İkisi de 2 yaşından beri gözlük kullanıyor. Fatma 2 yaşındayken 18 derece gözlük kullanmaya başlıyor, büyüdükçe bu numaralar çok az da olsa düşüyor, Fatma’nınki şu anda 16 dereceye inmiş durumda. Adem ise hâlâ 18 numara gözlük kullanıyor. Onda da büyüdükçe bir miktar azalma bekleniyor. Ancak 18 yaşına geldiklerinde bir operasyon geçirecekler ve böylece bebekliklerinden beri kullandıkları o büyük ve çok ağır gözlüklerden kurtulacaklar. Şimdilik ikisi de her altı ayda bir kontrole gidiyor. Eğer gözlük numaralarında bir değişiklik olursa gözlüklerini yenilemeleri gerekiyor.
Dolabın üstündeki toplara takılıyor gözümüz. Büyük oğlu Baran’ın basketbola meraklı olduğunu söylüyor Sophiya. Bazen, hafta sonları arkadaşlarıyla basketbol oynadığını. Baran yazları aileye destek olmak için çalışıyor, içlerinde Türkçesi en iyi olan o. “İngilizcesi de iyi” diyor kendisi de bir sene İngiliz Dili Edebiyatı eğitimi almış olan annesi ve ekliyor: “Gezmeyi çok seviyor, rehber olmak istiyor.”
Çocuklardan bahis açılınca bir defter elden ele dolaşmaya başlıyor: kızı Fatma’nın çizimlerini yaptığı defter. Karakalem ya da renkli boya kalemleriyle çizilen üzerlerinde türlü türlü kadın kostümleri denenmiş farklı kadın figürlerine bakıyoruz. Tüm ekip Fatma’nın yeteneğine hayran oluyor, annesi kızının “stilist” olmak istediğini söylüyor. Yenibosna’da bir okula devam eden çocuklarının saat 4’te okuldan çıktıklarını, otobüsle gidip geldiklerini, saat beş gibi evde olduklarını öğreniyoruz. O bunları söylerken saat beşe yaklaşıyordu, biz çıkmak üzereyken geliyorlar, selamlaşıyoruz.
Sophiya, çocuklarının tedavisi ve eğitimi için ailesiyle birlikte Avrupa’da bir ülkeye gitmek istiyor. Bir yıl kadar önce Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Türkiye’deki uygulama ortaklarından İnsan Kaynaklarını Geliştirme Vakfı’nın Esenler’deki ofisine gidip “hangi ülke mülteci kabul ederse oraya gitmek üzere” başvuruda bulunmuş. Çocuklarının hastalıklarını ve göz numaralarını not etmişler. Telefon numarasını almışlar. Uzun zamandır telefon bekliyor ama henüz arayan yok.
Sophiya, Türkiye’de şu anda var güçleriyle çalışarak ancak temel ihtiyaçlarını karşılayabildiklerinden, hiçbir sosyal hayatlarının olmadığından yakınıyor. Kurstan arkadaşlarıyla sadece telefonda görüştüklerini, komşularıyla pek görüşmediklerini, kendisi kötü bir deneyim yaşamasa da bazı insanların Suriyelilere kötü davrandıklarını gördüğünü ama nedenini anlamadığını söylüyor. Türklerin çok iyi olduklarını, kendilerine iyi davrandıklarını, bir kötülüklerini görmediklerini özellikle belirtiyor fakat 900 TL kira ödedikleri kendi evlerinin aynısı olan üst kattaki dairenin yakın zamanda Türkiyeli bir aileye 600 TL’ye kiraya verilmesine de bir türlü aklı yatmıyor. Suriyeli işçilerin aynı işe daha az ücret alıp almadıklarına gelmiyor söz. Hiç “ayrımcılık” diye bir sözcük duyup duymadığını da sormuyorum.
Son olarak, bize mülteciliğin bir tanımını yapıyor: “Mülteci olmak bir evi olmamaktır,” diyor. O zaman fark ediyoruz: Biz onu evinin salonunda duyuyoruz ama o bizimle “ıssızlığın ortasından” konuşuyor. Bize bir evin adaletten, eşitlikten, özgürlükten de yapıldığını; insanların sosyal ilişkiler ve sosyal güvencelerle de ısındığını hatırlatıyor.