Doğu’da Kış

Doğa beyaza büründüğünde sonsuz bir sessizlikle kuşatılır evren. Dağların, ovaların, vadilerin içinde köyler beyaza gizlenir. Doğu Anadolu’nun büyülü coğrafyasında halk takvimleri işlerken, masallar, destanlar anlatılır uzun kış geceleri…

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar

Doğu Anadolu’da süren karakışın, zemherinin peşineydik. İzini sürmek, tanığı olmak istediğimiz yaşam kış olunca, en doğru yolculuğun trenle yapılabileceğini düşünmüştük. Bir yerden sonra sayısını unuttuğum ve saymaktan vazgeçtiğim istasyonları arkamızda bırakmış, ikiye katlanmış haritamızda, yol arkadaşımla birlikte gelecek istasyonları aramaya koyulmuştuk. Yolculuğumuz geceye denk gelmişti, buğulanmış camlardan dışarıyı seçmek mümkün olmayınca ben de dikkatimi Doğu Ekspresi’nin vagonlarına yöneltmiştim. Yolun sonunda kendilerini karakışın ortasında bulacağını bilen yolcular, ne var ne yok yüklenmişti. Koltukların üstündeki bölmelerde lüks valizler; askılıklarda pahalı kıyafetler yoktu. Vagonda sert tavırlı kasketli adamlar, esmer benizli gençler, boyasız kadınlar ve meraklı bakışlarıyla çocuklar oturuyordu. Doğulu olmak sadelik demekti. “Sayılı günler” dedikleri zemherinin ortasında günlerin hesabını yapmak, karakışa boyun eğmekti. Saatler ilerledikçe gün geceye karışıyor, karanlığa doğru yol alıyorduk.

Trendeki ikinci gecenin ortasında Kars İstasyonu’na varıyoruz. Bekleme salonuna kadar olan kısa mesafe soğuğu hissetmemize yetiyor. Uyuşukluluğumuz, titremeye başladığımızda kayboluyor. Trenden inen yolcular acele hareketlerle çuvallarını, eşyalarını salona taşıyor. Dışarıya göre daha sıcak olan istasyonda sabahı bekliyoruz. Bizim gibi sabahı bekleyecek yolcular, salonun dört bir köşesine dağılıp buldukları sandalyelere kıvrılıyor. Uyur uyanık geçen birkaç saatten sonra sabah oluyor. Havanın oldukça açık olmasına ve güneşin yeryüzünü alabildiğine aydınlatmasına rağmen, çarşıda gördüğüm dijital tabela eksi beş dereceyi gösteriyor.

Yolların neredeyse tamamı buzlanmış. Kara taşlarla yapılmış evlerin çatılarından ve dükkânların tentelerinden buz kütleleri sarkıyor. Çarşıda hemen her dükkânın önünde, birbirine bağlı, kesilip tuzlanmış kaz kümeleri görüyorum. Yavaş ve dikkatli adımlar atıyorum. Sokakları ve çarşıyı dolduran insanlar bu duruma alışmış olsa gerek daha hızlı yürüyor. Çevre köylere ve ilçelere giden minibüslerin bulunduğu küçük garajı arıyoruz. Sonrasında Kafkasların başladığı bölgeye doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız ve bembeyaz bir yeryüzünde, sanki karakalemle çizilmiş bir yolun üzerinde ilerliyoruz. Bir süre sonra yolun solunda, alçakta kalan düzlük dikkatimi çekiyor. Kendi kendime söylendiğimi ve o yöne baktığımı fark eden minibüs şoförü Ünsal Ateş “orası Çıldır Gölü’dür, yer midir göl müdür anlayamazsın” deyip “üstünde yürüsen bile fark edemezsin göl olduğunu” diye ekliyor.

Gerçekten de buz tutmuş, karla kaplı gölü ve yeri bu kış gününde ayırt etmek imkânsız. Ardahan il sınırlarındaki Çıldır Gölü’nün kenarında bulunan Akçakale köyüne varıyoruz. Kış günü, karda, soğukta balıkçılıkla geçinen köyü de gölden ayırmak mümkün değil. Bizi gören köylüler meraklı bakışlarla yanımıza geliyor; hoş geldiniz faslından sonra, ahvali halimizi, ziyaret sebebimizi soruyorlar, anlatıyoruz. “Buz tutmuş bir gölde balıkçılık nasıl yapılır” sorusu aklımdan geçiyor, dayanamayıp merakla soruyorum. “Hele bir sabah olsun, gelin katılın bize de bir görün” diye Burhan Kılıç’tan söz alıyoruz.

Köye yakın, göl kenarında bir tesiste kalıyoruz. Odamız göle bakıyor, camdan dışarısı, gece karanlığında bile beyazın ayrı bir tonunda çizilmiş bir resmi andırıyor. Uzun bir yolculuğun yorgunluğunu, beyaz ve tertemiz bir coğrafyada, kısa bir uykuyla atıyoruz. Köye vardığımızda Burhan Kılıç ve iki oğlu hazır, bizi bekliyor. Göl kenarında, biraz yüksekte kalan evlerinin önünde, ata bağlanmış bir kızak gözüme çarpıyor. Hep birlikte kızağa biniyoruz. “Haydi bakalım Arap, yürü” diye seslenince at hareketleniyor, kızağın üstünde, evden göle doğru kayıyoruz. Gölün ortasında kümelenmiş buz parçalarının olduğu bir yerde duruyoruz. İçim ürpererek göle adımımı atıyorum. Ellerinde kazmaları gölü kazmaya başlıyorlar. Yüz metre aralıklarla, göl donmadan atılmış ağların işaretli yerlerinden ağı çıkarmaya çalışıyorlar. Sessiz, inceden inceye kar yağmaya başlıyor. Dikkatimi yeri saran karın yapısı çekiyor. Kar bu bölgede toz halinde yağıyor. Rüzgâr eserken toprağa un serpiliyor gibi toz halindeki karı savuruyor.

Burhan Kılıç iki oğluyla birlikte, bir taraftan ağı çekiyor, bir taraftan yanıt veriyor. “Bu soğuğa, karakışa nasıl dayanıyorsunuz” diye soruyorum. “Biz Terekeme’yizdir beyim, biz Kafkas halkıyızdır. Kış bize boyun eğer, sayılı günlerin hesabını yapar, ‘göcük’ (şubat) ayının sonunu bekleriz. Hele bahar gelmeye görsün, bu gölü o zaman gör sen, bin bir renkte çiçekler açar, türlü kuşlar gelir.” Terekemeler, bilinen diğer ismiyle Karapapaklar, Kafkaslardan gelmiş Oğuz Türkleri; Çıldır’ı, Ardahan’ı yurt bellemişler. Sert mizaçlarıyla kışa kafa tutup ekmeklerini gölden çıkarıyorlar.

Ellerimi birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyorum. Kılıç ve oğulları, çıplak elleriyle, buz tutmuş gölden ağları çekerken benim bu telaşımı fark edip gülüyor. İki şehirlinin utangaç tebessümleriyle karşılık veriyoruz. Ağa takılan balıkları, itinayla, birer birer çekip yere bırakıyorlar. Birkaç dakika sonra balıklar soğuk havada kendiliğinden donuyor. Buz tutmuş göle attıkları ağları haftanın bir iki günü çekiyorlar. Gölden, Çıldır’ın meşhur balığı sarı sazan başta olmak üzere, alabalık ve Terekeme deyişiyle “keremit” (ıstakoz) çıkıyor. “Dünyanın en lezzetli sazanı buradan çıkar” diyor Kılıç. Karakışta, buzların altında, yağlanıp serpilirmiş sarı sazan, lezzeti de buradan gelirmiş.

Önce iş sonra kahvaltı düsturuna uygun, evlerine davet ediliyoruz. Karakış ve sıcak yaz günleri düşünülerek yapılmış, yarısı toprak altında olan evde sobanın yanına kıvrılıyorum. Evin kızı çay ikram ederken soruyor, “tutku mu açık mı”. Ben ne cevap vereceğimi düşünürken “tutku demli çay demek bizde” diye açıklıyor evin kızı. “Tutku olsun” diyorum ben de Karapapak kızını taklit ederek. Tutku yüklü çaylarımızı yudumlarken karakıştan konuşuyoruz yine. Bir halk deyişiyle başlıyor sohbetimiz, “Tanrı yaz günlerini uzun yaratmış bitmeyen işler bitsin diye; kış günlerini kısa yaratmış yetmeyen yemekler yetsin diye”. Bunun için de kışın hesabını bilmek ve iyi tutmak gerekirmiş. Zemheri dönemi 21-22 Aralık gibi başlıyor, ardından da “gücük” ayına giriliyor bu bölgede. Gücük, küçük demek; şubat ayına kısalığından dolayı “küçük ay” deniliyor. Gücük ayından sonra zemheri azalıyor. Bu hesaplar karışırsa karakış merhamet göstermez, hayvanlar donar, evin ekmeği biter, biçare kalır insanoğlu.

Öğleden sonra hava kararmaya başlıyor. Geç olmadan ayrılıyoruz Çıldır Gölü’nden. Karakışın, zemherinin peşinde upuzun yollar bekliyor daha bizi. Geride bıraktığımız Kafkas coğrafyasından geçerken, beyaz örtüye işlenmiş kara taşlarla yapılı evlerin, kalelerin, köprülerin karartısını izliyoruz. Ardahan’dan Kura Vadisi’ne, Fırat’tan Aras Nehri’ne, Kars’tan Sarıkamış’a, Erzurum’dan Ağrı Dağı’na oradan da Tendürek ve Süphan Dağı’na kadar her yer zemheriye, karakışa teslim.

Ağrı Patnos’tan Süphan Dağı’na yol almak istiyoruz. Gün geceye döndüğü için mola veriyor, Süphan Dağı’nı boylu boyunca gören Kerim Memiş’in evinde misafir oluyoruz. Koca odada üç kişiyiz. Arada bir kapı açılıyor, meraklı bakışlar bir görünüp bir kayboluyor. Ben sohbeti karakıştan açıyorum. Kerim Memiş “Dur hele anlatırız, önce bir yemek yiyelim açsınızdır siz” deyip dışarıya sesleniyor. Bir süre sonra tandır ekmeğinin kokusu sarıyor evi. Ardından yemekler geliyor, biz iki yabancı utana sıkıla sofraya oturuyoruz. Sonrasında sohbetimiz, kaçak çay eşliğinde devam ediyor.

Kapı arasındaki meraklı bakışlar kapıdan içeri giriyor. Memiş’in küçük kızları Hatice ve Didem bu sefer koca odun sobasını siper alıp arkasından bakıyorlar bizlere. Sanki babalarının birazdan anlatacağı öyküyü dinlemeye hazırlanırmış gibi bağdaş kurup oturuyorlar. Tesadüflerin en güzeliyle karşılaştığımı Kerim Memiş’in aynı zamanda dengbej olduğunu öğrendiğimde anlıyorum. “Bende hikâye çok, anladım sizin derdinizi, içinde karakış olan bir hikâye anlatayım da size dinleyin” diyor.

Dengbejler hikâyelerini Kürtçe ve dilin farklı bir ritmiyle anlatır, hikâyeler kimi zaman iki gün boyunca sürermiş. Anlamasak da bildiği dilde ve bildiği dilin ritmiyle anlatmasını istiyorum. Yüzünü Süphan Dağı’na dönüp bu dağda geçen bir sevda öyküsüne, Siyabend u Xece destanına başlıyor Dengbej Memiş. Kendimi dilin ritmine bırakarak dinliyorum. Sonrasında tercümesini dinliyoruz destanın.

Karayağız, yakışıklı ve başına buyruk Siyabend, Süphan Dağı çevresinde yaşarmış. Yine böyle bir zamanda, “büyük çille”nin yanan ocağı bile soğuktan kuruttuğu bir vakitte, dağa yakın bir yerden geçen kervanda karşılaşmış Xece (Hatice) ile. Ve âşık olmuşlar birbirlerine. Kendini yollara vurmuş Siyabend. Kaç kış geçmiş, kaç uçurumu bırakmış arkasında; sevdasını tutamayıp her defasında derin vadilerde yankılanmış Xece ismi. Dağlar titretmiş, gözyaşları çığ olup düşmüş yükseklerden. Bir gün kar beyaz yer, gökle bir olmuş, tipiye tutulmuş Siyabend. Sığındığı koca kayanın dibinde uykuya dalmış. Rüyasında bir ihtiyar, “uyan” diye seslenmiş Siyabend’e. Ses Siyabend’in rüyasında defalarca yankılanmış. Rivayet edilir ki, donmak üzereyken Hocayı Hızır uyandırmış onu. “Yoksa yaslandığı kayayla soğuktan tek parça olacaktı” diye ekliyor Memiş. Hocayı Hızır’ın görünmez ve koruyucu eli üzerinde, karakışa kafa tutmuş, dağ gibi çığları ardında bırakmış Siyabend. Yıllar sonra tekrar karşılaştığı Xece’yi, yedi erkek kardeşinin arasından, şimşek kadar hızlı atı Çolak’la kaçırmış. Karla kaplı, derin bir uçurumun kenarında soluklanırken Xece’yi ürküten geyiğin peşine düşmüş ve geyiği yaralamış. Geyiğin yanına yaklaşmış, geyik “bu kış günü ne istedin benden” dercesine boynuzlarıyla uçurumun derin boşluğuna savurmuş Siyabend’i. Bunu gören Xece de sevdasının peşinden atmış kendini.

“İşte bu yüzdendir ki o uçurumun dibinde iki mezar vardır ve mezarın başında her sene, kıştan sonra, iki kızıl gül açar ve iki kelebek gelip güllerin etrafında, birbirlerine dokunmadan, değmeden uçuşup durur” diye bitiriyor destanı Dengbej Memiş. Sonrasında hepimiz pencereden görünen Süphan Dağı’na bakıp sessizce kalıyoruz bir süre. Sobanın üstünde fokurdayan güğümün sesi kendime getiriyor beni. Memiş’e, destanı anlatırken kimi yerde kış yerine kullandığı “çille” kelimesinin ne anlama geldiğini soruyorum. “Şimdi biz ocak ayının sonlarında, yani, ‘büyük çille’nin son günlerindeyiz ve ‘küçük çille’ye bir iki hafta kaldı” diyerek anlatmaya başlıyor. Çille, karakış demekmiş, büyük çille aralık ayının yirmisi gibi başlar, şubatın onuna kadar, kırk gün sürermiş. Büyük çille başlayınca komşu komşuya bile gidemezmiş. Kardan yollar kapanır, soğuk bıçak gibi keskin olur, tüm hayat günlerce evin içinde sürermiş. Günde, sadece iki defa, evden hayvanlara bakmak, yem ve su vermek için çıkılırmış.

Şubatın 10’una, 15’ine kadar süren büyük çilleden sonra karakışın sertliği biraz azalır ve küçük çille başlar. Aynı zamanda kimi yerlerde büyük çilleye “erkek çille”, küçük çilleye de “dişi çille” denir. Büyük çillenin sonlarına doğru kar kesilir de hava ayaza dönerse, kısa süren “kısır ayı” yaşanır. Toprağa düşen cemre ile birlikte havalar iyice ısınır, 21 Mart’ta nevroz olur, karlar erir ve bahar gelir.

Bahara duyulan özlemi ve baharın gelişiyle yapılan kutlamaların önemini şimdi daha iyi anlamaya başlıyorum. Karla kaplı doğunun bu uzun, çileli çille döneminden sonra baharı karşılaması, özlem duygusuna itiyor insanı. Bu uzun kış sohbetinden sonra odanın ortasındaki sobanın ateşi körükleniyor ve uyku vakti geliyor. Kalın yün döşekler seriliyor, çiçek desenli nevresimlerle bezenmiş el yapımı yorganlar ve yüksek, uzun yastıklarla yer yatakları kuruluyor. Gece son kez anlatılanları düşünerek Süphan Dağı’na bakıp uykuya dalıyorum.

Sabah Süphan Dağı’na doğru yola çıkıyoruz. Dengbej Memiş arkamızdan “Hocayı Hızır yoldaşınız olsun” diye sesleniyor. Süphan Dağı’na çıkan dar ve karla kaplı, kimi yerlerde buz tutmuş yollardan geçerken, bir gece önceki destanı düşünerek sarp uçurumlara, bulut çökmüş vadilere bakıyorum. Bir süre sonra 4 bin 57 metre yükseklikte, tektonik bir dağ olan Süphan’ın Patnos’a bağlı Güvercinli köyüne varıyoruz. Köy servisinin sesini duyup, evlerinden dışarı çıkarak bakınan birkaç kişiden başka kimseyi göremiyorum. Büyük çillenin sessizliğine bürünmüş köydeki karla kaplı evlerin bacalarından dumanlar tütüyor. Köyde karşılaştığımız Ömer Denizhan evine çağırıyor bizi, misafir oluyoruz. Köydeki sessizlik evlerine girince şenlik havasına dönüşüyor. Tek evde oğulları, kızları, gelinleri ve torunlarıyla birlikte yaşıyor Denizhan. Bir süreliğine soluklanıp köyü gezmek için çıkıyoruz evden.

Süphan Dağı bütün ihtişamıyla duruyor karşımızda. Az daha yürüsek zirvede olacak gibiyiz. Kar kesmiş, aydınlık havada soğuk insanın her yanına işliyor. Büyük çillenin son günleri kısır ayına dönmüş, ayaz başlamış. Adımlarımızı hızlandırıp ısınmaya çalışıyoruz. Sabahki hareketsizlik yavaşça bozuluyor. Karın kesilmesini fırsat bilen köylüler “befik” denilen kar kürekleriyle evlerin yollarını açıyor. Damlarda dökme beton “bangurdan” dedikleri silindirlerle karlar eziliyor. Her evin yanında bulunan ahırların önünde hayvanlar yemleniyor, malaklara su taşınıyor. Genç, yaşlı köyün erkekleri ahırlardan biraz uzak yerlere istiflenmiş samanları, yoncaları yüklenip hayvanlara pay ediyor.

Dört bir taraftan aynı yöne, köyün ortasına doğru yol alan, yanlarında bidon yüklü eşekler bulunan kadınlar dikkatimi çekiyor. Ömer Denizhan benim sormama gerek kalmadan söylüyor: “Bizim köy aynı zamanda ‘susuz köy’ olarak bilinir. Hele kış bir başlasın, büyük çilleye dönsün mevsim, zaten zor akan sularımız donar, tüm köy tek bir çeşmeden alır suyunu. İp gibi akan çeşmeden akşama kadar, her eve en fazla iki bidon su düşer.” Bu sitemden sonra da ekliyor: “Suyumuz yok, hayvancılık desen eskisi gibi değil, samanın, yoncanın fiyatı da uçmuş, şimdi gördüğün köyün bu kalabalığı yaza doğru azalır. Evin gençleri batıya, gurbete çalışmaya giderler.”

Bir zamanlar kış bittiğinde, köyün her çobanına neredeyse otuz kırk sürü büyük ve küçükbaş hayvan düşermiş. Her sürü de yüze yakın hayvandan oluşunca Süphan Dağı’ndan Ağrı Dağı’na, Hakkâri dağlarından Van’a, Tendürek’ten Erzurum yaylalarına kadar tüm Doğu Anadolu meralarında yer bulmak bile zor olurmuş. Köyün girişindeki tepeye tırmanan üç beş kişiyi fark ediyorum. Ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorum. Bir süre sonra tepede, oldukları yerde kımıldamadan kalıyorlar. Meğer köyde cep telefonunun çektiği tek yer o tepeymiş. Karakışta ev telefonları da kesilince köylüler, uzaklardaki akrabalarına ulaşmak ve diğer köylere, şehirlere giden yolların açık olup olmadığını öğrenmek için cep telefonlarıyla tepeye çıkıyor.

Güneş akşama doğru Süphan Dağı’nın ardından batmaya başlıyor. Karanlık çökünce eve geçiyoruz. Sıcak oda, ayaz işlemiş bedenimi kısa sürede kendine getiriyor. Telefonu ve suyu kesik köyün cereyanları da gidince ev sessizliğe bürünüyor. Bir süre sonra yataklar hazırlanıyor, uyuyoruz. İki günlük misafirlikten sonra, yolların da açık olduğu haberi tepeden gelince tekrar yola koyuluyoruz.

Kasımdan neredeyse hazirana kadar karakışı yaşayan, yolları kapanan, karın yer yer beş metre yüksekliğe çıktığı Van’ın Bahçesaray ilçesine yol alıyoruz bu sefer. Bir başka deyişle “dokuzuncu gezegene”. Van’a bir saatlik mesafedeki Bahçesaray’a, Kavuşşahap Dağları’nı dolanan yollar kapanınca, altı saat süren yolculukla Bitlis’in Hizan ilçesinden gidiliyor. Biz, bu sefer zemheri istikametimizi Bitlis-Tatvan üzerinden Bahçesaray’a doğru belirliyoruz. Van Gölü’nün batısında yer alan Bitlis’in karla kaplı Tatvan ilçesi, kurşuni renkteki gölle ayrı bir görsellik sunuyor. Tatvan iskelesinde gördüğüm, tren vagonlarını ve yolcuları karşı kıyıya, yani Van’a taşıyan feribotlar, İstanbul’dakilerle neredeyse aynı. Van Gölü’nde İstanbul’u hatırlamak tuhaf bir duygu doğrusu. Bölge halkı göle Van Deniz’i dermiş. Bunu öğrendiğimde benim de gözlerimde göl, deniz oluyor birden.

Bahçesaray’a doğru hareket ediyoruz. Öncesinde Bitlis’in Hizan ilçesine geçmek gerekiyor. Hizan’dan sonra dağları ve yolları kaplayan kar artıyor. Dağların yamacına kurulu köyleri seçmek nerdeyse imkânsız. Hizan’a bağlı Gayda beldesine kadar bizi getiren köy minibüsü, daha sonrasına cesaret edemiyor. Yolda kalıyoruz. Bir iki saatlik bekleyişten sonra yoldan geçmekte olan başka bir köyün minibüsüyle Soğuksu-Bahçesaray yol ayrımına kadar gidiyoruz. Yol ayrımına vardığımız anda Bahçesaray’dan gelen başka bir minibüsle karşılaşıyor, buradan sonra yolların nasıl olduğunu soruyoruz. Bulunduğumuz yere yakın bir tepede yol açma çalışması olduğunu, olur da yol açma araçlarına yetişirsek onlarla birlikte Bahçesaray’a gidebileceğimizi, başka türlü tek adım bile atamayacağımızı söylüyorlar. Köy servisi Soğuksu-Bahçesaray yolunu takip ediyor. Bir süre sonra şansımız yaver gidiyor ve yol açma araçlarına yetişiyoruz. Arkada bir kamyonet, önde kocaman kar aracı ilerliyorlar. Arkadaki kamyonet alıyor bizi. Kar yağışı gittikçe artıyor, yer yer sis oluyor. Öndeki kar aracını, belirli bir mesafede kalarak, takip ediyoruz. Mesafeyi iyi korumak gerekirmiş, yoksa kar aracının çıkardığı sesten dolayı çığ düşer, altında kalabilirmişiz.

Bir süre sonra araç, bembeyaz bir rüyanın içindeymiş gibi ilerlemeye başlıyor. Seçebildiğim tek renk beyaz. Her yer, bir adım sonrası bile bembeyaz. Meğer yüksekliği üç bine yakın meşhur İhtiyartaş Geçidi’ndeymişiz. Dik yamaçların kestiği geçitte, hemen her gün çığ düşermiş. Önümüzdeki kar aracının açtığı yolda, kısa sürede kaybolmaya başlayan tekerlek izlerini, sakin, ağır ağır izlemeye çalışıyoruz. Koca kar temizleme aracı bile gözden kaybolmuş durumda. Kamyoneti kullanan karayolları çalışanı Aydın Demir, her gün en az beş altı defa aynı yoldan geçse bile ilk defa geçer gibi dikkat kesiliyor yola. Ürkek ve kısık bir ses tonuyla konuşuyoruz. “Çığdır bu, ne zaman geleceği belli olmaz, görme mesafesi de sıfır olunca, çığın nerden geldiğini göremezsin bile; önce dağın yükseklerinden kısa bir uğultu duyar, sonrasında altında bulursun kendini” diyor. Ölüm korkusunu, ilk defa, bu kadar derinden hissediyorum.

Keskin virajlardan ard arda geçiyoruz. Bir süre sonra tekerlek izleri daha da belirginleşmeye, beyaz renk seyrelmeye başlayınca derin bir oh çekiyoruz. Üzerinde bulunduğumuz yoldan, geride bıraktığımız uçurumları izliyorum ve işin ciddiyetini bir defa daha anlıyorum. Araç yükseklerden aşağılara doğru yol alıyor. Eski adı Müküs olan Bahçesaray’a bu adı veren Müküs Çayı’nın kenarında duruyoruz. Dev kar temizleme aracından, soluk soluğa inen Bakımevi Şefi Mustafa Sağlık yanımıza geliyor. Bahçesaray’a 12 kilometre kala karayollarına bağlı Bahçesaray Yol Bakım Onarımevi’nde soluklanıyoruz. İlk zamanlarda sağlık ocağı olarak yapılan tek katlı bina doktor ve hemşire bulamayınca karayollarına verilmiş. Bakımevinde beş görevli kalıyor. Bu beş can her an tetikte, telefonları yanlarında, neredeyse beş altı ay burada yaşıyorlar. Olur da hava beklenmedik güzellikte olursa, uzun bir süre yollar da kapanmazsa, Van’a eşlerini ve çocuklarını görmeye gittiklerini söylüyor Mustafa Sağlık. Ve başından geçen yol hikâyelerini anlatıyor, dinliyoruz. Bir saate yakın sohbetimiz sonrası Sağlık, tekrar yol açmaya biz de başka bir araçla Bahçesaray’a doğru yol alıyoruz.

İlçe merkezinin girişinde, “Dokuzuncu Gezegen” isimli benzin istasyonu karşılıyor bizi. İlçenin yolu daralıyor ve karşılıklı dükkânların arasından geçiyoruz. Genişçe bir alanda iniyoruz. Bizi getiren karayolları aracı işine dönüyor. Çevreme bakınıyorum, akşam olmak üzere. Küçük çarşısıyla Bahçesaray, dağların ortasında, karların içinde şirin bir ilçe merkezi. Dükkânlardan çıkan insanlar önce yabancı bakışlarla bizi süzüyor. Sonrasında yanımıza yaklaşıp çay içmeye davet ediyorlar. Aynı zamanda kahvehane olan Bahçesaray Minibüsçüler Kooperatifi’nde soluklanıyoruz. Güler yüzlü Kooperatif sorumlusu Muzaffer Sabırlı, “Dokuzuncu Gezegen’e hoş geldiniz” diyerek karşılıyor bizi. “Nereden geliyor Dokuzuncu Gezegen ismi” diye soruyorum. Kahvedeki insanlardan “kolay gelebildiniz mi buraya, kaç saat sürdü yolculuk” diye fısıltılar duyuyorum. Sabırlı “Bizim Bahçesaray’ımız, dünyadan başka bir yerde gibidir; yazın altı ay Van’a, kış başlayınca da altı ay Allah’a bağlıyızdır” deyince kahvedeki tüm ahali basıyor kahkahayı. Çaylarımız geliyor. Sabırlı yanımıza bir tabure çekiyor ve sohbete başlıyoruz. Kahvedeki diğerleri Kürtçe “kişik” dedikleri satranca devam ediyor.

Dağların ortasındaki Bahçesaray, neredeyse altı ay boyunca kar alan bir yerleşim. Kimi zaman öyle bir kar olurmuş ki, küçük çarşının sonunu görmek bile imkânsızlaşırmış. Çarşıdaki dükkânlarda ne ararsan var. Eski usul esnaflık burada hala sürmekte. Başta Bahçesaray’a özgü ceviz, bal olmak üzere her türlü erzak ve kıyafet satışı yapılıyor dükkânlarda. Sadece gazete bulmak zor. Denk gelirsen bir önceki günün gazetesini bulabiliyorsun. Ülkede olup bitenleri çanak antenlerden takip ediyor Bahçesaraylılar.

Karakışı sormaya hacet yok. Zemheri, büyük çille, küçük çille de neymiş, yer Bahçesaray olunca kasımdan hazirana kadar, soğuğun en serti hüküm sürüyor burada. Kooperatiftekiler ne zaman gideceğimizi öğrenmek istiyor, olur ya, yol kapanırsa diye uyarmak için bizi. Bir gün sonrası için, sabah yola çıkacak olan bir minibüs olduğunu, sonraki günler için kesin bir şey söyleyebilmenin mümkün olamayacağını dile getiriyorlar. Telefon numarası bırakıp, öğretmen evinde konaklıyoruz. Gezegenler kadar büyük olmasa da şirinliği, misafirperverliği ve her daim neşeli insanlarıyla Bahçesaray’dan sabah ayrılmak durumunda kalıyoruz. Çünkü yolumuz daha uzun ve zemheri doğunun tüm coğrafyasında sürmekte…

Üç senede, belirli aralıklarla, kış aylarında karakışın peşine düştük. Doğu Anadolu’yu karakışta karış karış gezdik. Sert ve çetin iklimde Ardahan’dan Hakkâri’ye, Erzurum’dan Ağrı’ya kadar, zemherinin peşinde ve ortasında türlü yaşamların tanığı olduk. Şimdi geçtiğim yolları, yaptığım yolculukları düşündükçe, her defasında karla kaplı farklı bir düş görmüşüm gibi geliyor bana…