Evliya Çelebi’nin İzinde; Adana
Seyyah edasıyla yola düşmüş birinin karşısına çıkan şehirde ilk arayacağı şeylerden biri geçmiş hayatlardan kalan alametlerdir; onların peşine düşer…
Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin
Kendiliğinden olur; hiç bir özel çaba harcaması gerekmez, ayakları gideceği yeri bilir. Şehrin derinlerde atan nabzı ile seyyahın adımları, iki ters kutup gibi birbirini çeker.
Yavan bir geçmişe özlem hissiyatı, obur bir eski hayat merakı ya da pompalanmış bir turistik bir ilgi değildir bu merak. Biraz daha fazlası vardır. Mesela bir hikayenin aslını merak etmek gibi, bir şarkının nağmelerindeki burukluğu aramak gibi, sonbahar esintisinde savrulan bir yaprağın yere dokunduğu andaki sesi işitmeye çalışmak gibi bir şey. Nafile bir çaba belki de ama olsun…
Bir merakın peşinden yollara düşülmüşse eğer, kalan nedir, gidici olan nasıldır, az çok bilmek ister insan. O sebeple işte seyyahın ayakları, derin kökleri saklayan mekânlara, bu günü eski zamanlara bağlayan yapılara, hâlâ yaşayan binalara ya da çoktan seyirlik hale gelmiş anıtlara taşır onu. Ancak tam burada bir ayrım yapmak, bir farklılığın altını çizmek gerekir: Seyirlik hale gelmiş, ören yeri olmuş ya da müzelere konmuş eserler bir tarafa, onlarla yaşıt olmalarına rağmen, hâlâ hayatımızın içinde yer alan eserleri başka tarafa koymak gerekir. İlk yapılış amacına uygun biçimde bugün de kullandığımız yapılardan söz ediyorum. Meselâ, asırlardır ibadetin sürdüğü Ulu Cami gibi, Seyhan’ın köpükleri üstünde sabırla yatan Taşköprü gibi…
ADANA KÖPRÜ BAŞI
Seyhan Nehri’nin iki yakasını bin yıldır birbirine bağlayan, irili ufaklı on sekiz gözüyle nehrin sularını ve şehrin ahvalini seyredip duran bu köprü, doğusundaki Yüreğir ile batısındaki “Antik Adana” desem kimsenin yadırgamayacağı Tepebağ’ı birbirine bağlar. Hititlerden beri bereketli tarımın ve kârlı ticaretin merkezi olan Çukurova’nın en önemli su geçitlerinden bir sayılan bu köprü sadece Ceyhan Nehri’nin iki yakasını birbirine bağlamıyor, aynı zamanda bu topraklardan gelip geçmiş kavimleri, kültürleri, ağaları, beyleri, sultanları, yarım kalmış aşkları, büyük ihanetleri, coşkulu kavuşmaları, kurulup yıkılmış devletleri de fani ömürlerinin anılarıyla birlikte bu güne bağlıyor… Bir de, belki kayda değmez ama benim çocukluğumla bu zamanki beni de…
Evliya Çelebi’nin söylediği gibi diyecek olursam eğer, ta Takyanus zamanında kalmış olan çocukluğumun tozlu Kuruköprü sokaklarının kokusunu tomurcuk rayihalarıymış gibi bu demlere bağlayan Taşköprü anıları canlandırıyor. Geçmiş zamanın görüntüleri birer gölge haline gelmiş olsalar bile kıymetini kaybetmiyor.
Afili bir sarı bisikletin çifte kadrosuna yerleştirilmiş mindere oturduğumu, Abdullah Abi’nin gidona bağladığı pilli radyoda çalan Adana Köprü Başı türküsünü avaz avaz ortalığa saçarak yel gibi köprünün bir başından öbürüne pedal bastığımızı hatırlıyorum; yüreğimin pır pır edişini… Evet, o günler benim için Takyanus zamanında kaldı, Evliya Çelebi’nin köprüyü anlatırken verdiği yapım tarihi kadar eski yani.
“Bu nehir üstünde olan şehrin geçiş yeri köprüsü Takyanus yapısıdır. Ancak Memun Halife tarihleri vardır. 16 adet kisra kemerine benzer büyük gözlerdir. 5 göz de başka köprü gözleri gibi küçük gözlerdir. Onlarla toplam 21 göz köprüdür. Doğudan batıya 550 germe adımdır,” diyor Evliya Çelebi.
Taşköprü’yü bir o baştan bir bu baştan seyrederek anıların kabuklarını tatlı tatlı kaşırken köprü gözlerini saydım irili ufaklı on sekiz çıktı. Sonra adımlamaya kalktım ama…
KÖPRÜYÜ ADIMLARKEN NAFİLE ÇABA
Anılarımın derinliklerine dalmış, eski zamanların seslerini ve kokularını Taşköprü’de bulmaya uğraşıyordum. Bulduklarımdan birini bir başkasının yanına yerleştirmeye çalışırken köprüyü kaç adımda geçeceğimi sayma derdine düşmüştüm. Hepsini bir arada yapmaya çalışıyordum, anılarla adımlar birbirine karışıyordu, aslında bir tekerlemenin peşindeydim…
Sarı bisikletin gidonuna iç lastikle sıkıca bağlanmış radyoyu susturduktan sonra Abdullah Abi’nin uydurduğu, benim de şevkle tekrarladığım o tekerlemeyi, köprülü, bisikletli, yelli, neşeli türkü gibi nağmeleri hatırlamaya çalışıyordum. Ucunu bulsam, bir paslı çiviyi söker gibi, tırnağımın arasına girmiş bir kıymığı çıkartır gibi içimi ferahlatarak söküp alacağım anıların derinliklerinden ve yine köprünün taşlarına döküp geçeceğim ama nafile.
Bir taraftan Taşköprü’yü adımla ölçmeye çalışırken öte taraftan o güzelim yolculuk tekerlemesini hatırlamaya uğraşınca ikisi birbirine karıştı, beceremedim.
Korkuluk başından germe adımla değil de seyirli adımla saymaya başlamıştım. Gün öğlene yaklaşıyordu. Köprü kalabalıktı, sağlı sollu tezgahlar açılmış, şarjlı matkaptan dekoratif Hint fillerine, araba çekme halatından dikiş makinesi iğnesine kadar her şey satılıyordu. Gözlükçüler ise köprülerin “evrensel esnafları” olarak yerlerini almışlardı.
Bir köprüde seyyar tezgahlar açılacaksa eğer o köprünün nerede olduğu hiç önemli değildir, gözlükçüler mutlaka orada hazır ve nazırdır; en afili halleriyle yerlerini alırlar. Floransa’nın PontoVechio köprüsünde de Amu Derya üstündeki dubalı köprüde de eksik olmazlar. Bir panonun üstüne dizdikleri meşhur markaların taklit gözlüklerini meraklısına fiyakalı bir görünüm kazandırmak üzere bin bir vaatle sunarlar.
Demek ki köprü deyince, ister Adana Taşköprü gibi biraz yorgun, hayli endişeli ve yapayalnız görünsün, ister Ponto Vecchio gibi rengarenk, hayli şen ve umursamaz dursun, isterse Amu Derya’nın sarsak sınır köprüsü gibi gelip geçici olsun fark etmez, seyyar gözlük esnafı pazar için köprüleri uygun buluyor belli ki. Gözlükçülerin yanı sıra yerlere serilmiş tezgahlarda bir şeyler satmaya çalışan insanların hayat gailesi tarihi Taşköprü’yü geçmişten bu güne bağlıyor.
Gözümün önünde kaynaşıp duran köprü üstü hayatları, kafamın içinde hatıraların derinliklerinden çıkarmaya çalıştığım yolculuk tekerlemesi varken köprünün bir başından ötekine kaç adımda geçileceğini saymaya uğraşmak belli ki boşa gayretti.
Tam dört defa denedim, iki sefer bir baştan ötekine gidip geldim ama olmadı; her birinde farklı sonuçlar çıktı, sayamadım.Bu nedenle Adana Taşköprü’nün ister germe adım olsun ister seyirli fark etmez, kaç adım geldiğini söyleyemem size. Evliya Çelebi gayet net ve kendinden emin biçimde 550 germe adım diyor ama eminim bu köprünün korkuluklarına çocukluğundan kalma bir tekerleme sinmemiş olduğundan böyle söylüyor. Şehrin tarihçisi olan güvenilir kişi Cezmi Yurtsever ise köprünün bu günkü haliyle 350 adım geldiğini belirtiyor.
Köprü deyip de öylesine üstünden geçip gitmemek gerek. Her köprü aynı zamanda bir bağlaçtır, her bağlaç gibi insanın öğrenmeye çalıştıklarını zihninde bir yerlere yerleştirmesine yardım eder. Adana’yı da tarih içindeki anlamı ve sosyo-ekonomik yapısı itibariyle doğru bir konuma yerleştirmek için Taşköprü’den daha iyi bir bağlaç bulunmaz.
Bu köprünün bir başında binlerce yıllık Tepebağ Höyüğü durur, öte başında Sabancı’nın çırçır fabrikasıyken yıkılıp lüks otel yapılmış bir gökdelen yavrusu vardır. Fabrikadan geriye bir bacası kalmıştır ama o baca tek başına Adana’nın silinmekte olan anılarına tanıktır. Tarihin derinliklerini taşıyan Tepebağ ile eskiden fabrika yeriyken şimdi otel bahçesi olmuş alanı birbirine bağlayan Taşköprü ise dünü bugünü ve yarını birlikte yaşar.
ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ
Bir köprüden herhangi bir yolmuş gibi gelip geçilmez. Köprüler dikkat ve özen ister.
Çukurova’yı, tarihin bu bereketli coğrafyasını besleyen Seyhan Nehri gibi Ceyhan Nehri’nin de üstünde bir başka eski köprü daha vardır ki adına Misis Köprüsü denir. O köprü, insan denen ölümlü canlının kaderinde son derece önemli bir rol oynamıştır. Bakın nasıl…
Adana, efsanelerin, masalların, halk hikayelerinin memleketi diye bilinir. Bu topraklardan bunca yazar, bunca sanatçı, şair, sinemacı çıkmışsa eğer sebebini bu kadim kültürel damara bağlayanlar olduğu gibi, iklimin yumuşaklığına toprağın bereketli olmasına yoranlar da var.
Adana’da halk hikayeleri üstüne çalışmalar yapan Refiye Okuşluk Şenesen, “Adana halk hikayeciliği geleneğinin geçmişe göre zayıflamakla birlikte halen devam etiğini” söylerken, “hikayeci aşıklar, geleneğin kendilerine sunduğu mirası, yaşadıkları dönemin olaylarıyla zenginleştirerek yeni nesillere aktarmışlardır,” diyor. Şenesen, şehir merkezinde bu geleneğin son bulduğunu ancak Düziçi, Kadirli, Osmaniye ilçelerinde devam ettiğini tespit etmiş. “Adana hikayecilik geleneğinde her yaştan, her cinsten insan anlatılan hikayeyi dinleyebilirken, geleneğin kendileri için belirlediği bazı kurallara da uymak zorundadırlar” diye ekliyor.
Adana tarihi ve kültürü üstüne araştırmalar yapan Orhan Urgenç ise şehrin yedi bin yıllık geçmişinde hayvancılık, tarım ve tekstildeki yenilikler kadar tıp ve cerrahideki önemli buluşlara işaret ediyor. Adana’nın toplumsal hafızasında yaşayan Lokman Hekim karakterinin masallarda dile geldiğini ve aslında çok eski devirlerde ölümsüzlüğü arayan bilim insanlarını temsil ettiğini söylüyor.
Urgenç, “Bereketli toprakların verdiği rahatlık Çukurova insanını sanatla uğraşmaya sevk ediyor. İklimin etkisiyle ortaya çıkan yumuşak karakter aynı zamanda yaratıcılığı besliyor ve Çukurova’yı sanatçı ovası yapıyor” diyor. Ama her şeyin önüne masallarla beslenen zengin bir hayal gücünü yerleştiriyor.
Köprünün güçlü taş korkuluklarına yaslandım, Seyhan Barajı’ndan gelen serin rüzgâr içimi ürpertince sıcak bir yaz akşamı aniden esip sonra dinen serin rüzgarı hatırladım. Eski bir Adana evinin cihannüma benzeri esintili üst katındaki kafesli taraçada Fevziye Türkmen o rüzgârın ardından bir hikaye anlatmıştı.
Her gece damlara kurulan cibinlikler hayalet entarileri gibi uçuşurken, çocuklar uykunun ılık kollarına bir an önce kavuşsun diye anlatılan pek çok hikayeden biri de Lokman Hekim’in hikayesiydi.
Malum Çukurova iki büyük suyun, Seyhan ile Ceyhan’ın beslediği bereketli bir ova. Hayatın bütün zenginlikleri bu topraklarda doğuyor; temel besin kaynaklarının yanı sıra pek çok endüstriyel ürünün ham maddesi de burada yetişiyor. O nedenle Çukurovalılar “Madem ki bu bereketli topraklarda her şey yetişiyor, pekala ölümsüzlük veren bitkiler de yetişebilir. Hayatın kaynağı buradaysa eğer ölümsüzlüğün kaynağı da buradadır” diyerek o bitkiyi aramaya başlamışlar.
Haklılar. Ölümsüzlüğe bir sebep varsa eğer, o da Çukurova’nın topraklarında bulunur elbet. Hal böyle olunca Fevziye Teyze’nin Lokman Hekim hikayesi de hakkıyla yerini bulur. Elli yıl öncesinden bir rüzgâra kapılıp gelirvaşağıdaki satırlara dökülür.
LOKMAN HEKİM’İN HİKAYESİ
Lokman hekim bu topraklarda yaşamış bir âlim kişiymiş; sağlıklı yaşamın sırrına ermiş, marazların sebebini çözerek şifanın yollarını açtığı için dünyaya nam salmış. Bütün maharetini bitkileri tanımasına, onların neye yaradığını, hangi derde derman olduğunu bilmesine borçluymuş ancak marifetleri bu kadarla sınırlı değilmiş. Meğer Feridüddin Attar kuşların diline varmadan çok önce Lokman hekim bitkilerin diline vakıf olmuş. Onların diliyle konuşur, her dediklerini anlar, dertlere deva olurmuş.
Hastalıkları iyileştirdiği için Çukurova’da nam salan hekimin şifa verdiği insanlar dertten tasadan uzak bir yaşam sürermiş. Bereketli ovanın verdiği nimetler o zamanlar herkese yetmekteymiş; aç ya da açıkta kimse bulunmadığı gibi hastalıklar da def edildiği için geriye bir tek ölümsüzlüğe ermek kalmış.
Gel zaman git zaman Lokma hekimin kapısını aşındıran ahali, en büyük derde, insanları çaresiz bırakan tasaya, ölüme çare bulmasını isterler. Bitkilerin her dediğini anladığına göre gidip ölümsüzlük veren bitkiyi de bulmalıdır.
Lokman hekim yola çıkar, Çukurova’yı karış karış dolaşarak her ota her bitkiye, her ağaca, her köke danışır, lâkin ölümsüzlük iksirine katacağı esas bitkiye bir türlü ulaşamaz.
Günün birinde çaresizliğin verdiği ağırlıkla Ceyhan Nehri’nin kıyısına uzanmış kestirirken derinden bir ses işitir. Doğrulup etrafına bakınınca hemen başucunda kendine seslenmekte olan cılız bir ot görür. Aradığı bitki hemen yanı başındadır. Ölümsüzlük iksiri hazırlamak için daha fazla dolaşmasına gerek kalmamıştır. O sırada dile gelen cılız ot, ölümsüzlük iksirini nasıl hazırlayacağını bir bir yazdırır Lokman Hekim’e.
Hiç beklemediği anda büyük sırrı öğrenince ne yapacağını şaşıran lokman hekim, otu usulca kopararak defterinin arasına koyar ve heyecanla koşmaya başlar. Ama önce kıyısında uyuduğu Ceyhan Nehri’ni geçmesi gerekir, en yakın köprü de Misis kıyısındadır.
Tez zamanda kısa yoldan köprü başına gider. Tam köprüden geçerken merakına yenilerek ilaç formülüne bir göz atmak için defterini açar, işte o anda kopan fırtına, elindeki defterle birlikte cılız otu da önüne katıp Ceyhan’ın sularına doğru uçuruverir.
Çukurova insanının ölümsüzlüğe ramak kalmışken kaçırdığı bu fırsatın hikayesi binlerce yıldır kulaktan kulağa aktarılarak Fevziye Hanım’ın ağzından benim kulağıma kadar gelmişti.
O nedenle zaten söze başlarken “Köprüler adabıyla geçilmesi gereken yerlerdir” dedim. Hele Misis Köprüsü gibi, Taşköprü gibi ya da İsfahan’ın Siosepol Köprüsü gibi hayatın esasını şiir olarak söyleyen kadim yapılara özel ihtimam göstermek gerekir. Rüzgârın sulara verdiği sonsuz hayat iksirinin sırrı belki de yine gittiği yerden, sulardan çıkıp gelebilir.
Taşköprü üstünde olta atan balıkçılar günün birinde balık yerine eski bir sayfaya tutunmuş ölümsüzlük otunu yakalayıverir. Kim bilir…
KÖPRÜDEN KALEYE
Eski köprülerden bazısının girişine tıpkı Taşköprü’de olduğu gibi gelen geçeni kontrol edebilmek için kemerli köprü başı yapılır, bazısının girişine adam dikip bilet kesilir, bu sayede köprüler iki yakayı güzelce birbirine bağlamakla kalmaz, denetim ve savunma işine de yarar. Stratejik önemleri ve para getiren konumları bozulan köprüler ise Eski Haliç Köprüsü gibi ya da Taşköprü gibi hayatın süsleyici bir parçası haline gelir.
Evliya Çelebi Taşköprü için,
“İki başında kale kuleleri gibi mazgallı ve dirsekli kuleler vardır ve birer sağlam kapılar vardır. Gece gündüz bekçileri gözcülük edip kale tarafındaki başında olan kulenin kapısında gelen geçen tüccar taifesinden bac ve gümrük alınıp kale kullarına gelir kaydolunmuştur”dediğine göre, önemli bir yer burası.
Bu köprü, oldukça yakınına kadar uzanan Adana Kalesi ve tam karşısındaki Tepebağ için hayati öneme sahip bir yapı. Yine Evliya Çelebi’den alıntıyla kaleye baktığımızda,
“Kalesi Ceyhan Nehri kenarında bir alçak tepe üzerinde dört köşe sağlam ve dayanıklı kaledir. Fırdolayı büyüklüğü 500 adım olan küçük kaledir. Doğudan batıya uzunlamasına yapılmıştır. 7 kuledir ve üç tarafı hendektir. Doğu tarafı duvarını Ceyhan Nehri döver, insan geçemez. 2 kapısı var, biri kıble tarafına çarşıya bakar, biri doğuya açılır su kapısıdır,”diyor.
Bugün kapının da kalenin de yerinde yeller esiyor. 1836 yılında Mısır Kölemenleri tarafından Adana ele geçirildiğinde Mısırlı İbrahim Paşa taş taş üstünde kalmayacak şekilde bütün surları yıkmış. Bir iki parça duvar kalıntısı hâlâ duruyor, hepsi bu. Geriye kalanlar ise “Tarsus Kapısı”, “Kale Kapısı” gibi birkaç mevki adından ibaret.
TEPEBAĞ EVLERİ
Coğrafi konumu nedeniyle ve binlerce yıllık yerleşimden arta kalanların üstüne oturduğu için Tepebağ yerinde duruyor. Burası aynı zamanda Adana’nın ortasında bir arkeolojik alan, tarihi bir höyük. Ama bugünkü halini anlatmadan önce 342 yıl önceki duruşunu Evliya Çelebi’ye bağlanıp ondan dinleyelim:
“Kalesinin batısında ve kuzeyinde olan büyük varoş kule içinde değildir. Ama her sokak başında kale kapısı gibi tedribe kapıları vardır. Her gece şehir subaşısı tarafından bekçiler kapatırlar. Varoş yuvarlak olarak yapılmıştır. Bahçeler kenarınca yaya dolaştım 8700 adımdır. Yer yer bahçelere çıkılacak yollarında derin hendekler kesmişlerdir. Bu büyüklükte olan büyük varoş içinde (—) adet mahalle ve 8.700 toprak ve kireç örtülü kat kat bağ ve bahçeler içre saraylar ve başka ayan haneleri vardır. Bütün evlerinin duvarları düzgün kerpiçtir.” Evliya Çelebi bunları görmüş.
Yakın geçmişteki Tepebağ’ı anlatan Yalçın Öcal ise “Tepebaşı’nda evi olmayana kız verilmezdi” diyerek şunları söylüyor:
“Bazı beylerin evleri ‘enik kapılı’ olurdu. Yani yüksekliği altı metre eni dört beş metre gelen ve geniş bir avluya açılan kapıların sağ ya da sol kanadında bir insanın geçebileceği büyüklükte ‘eniklik’ olurdu. Buradaki varlıklı Adanalıların oturdukları yapılar bazen avlulu bazen de avlusuz ve en az üç katlı binalardı. Bunlar kesinlikle kiraya verilmezdi. Evin yetişen kızına veya oğluna evlilik için hazırlanırdı. Tepebağ’ın manavı, bakkalı, kalaycısı, berberi, itfaiyesi vardı. Allah göstermesin sel geldiğinde ya da bir felaket yaşandığında Adana’nın içine gitmeden, Tepebağ’dan aşağı inmeden her türlü ihtiyaç temin edilebilirdi” diyor.
Bugünkü Tepebağ’da görünenler ise son dönemde çimento ve tuğla kullanılarak gelişigüzel yapılmış binalar ile yığma yapılardan ibaret. Özenle inşa edilmiş eski evler ise bu derme çatmalığın arasında biçare kalmış.
Sokaklar gerektiği kadar dar ve Tepebağ’ın adına yakışır biçimde tarihi lise binasına kadar yokuş yukarı çıkıyor; oradan yeni şehre doğru iniş aşağı gidiyor. Bu sokaklar, alışılmış eski kent dokusundan farklı olarak kıvrılıp bükülmeden dümdüz uzayıp ani kırılmalarla bir diğerine bağlanıyor.
Tepebağ sokaklarında yürürken karşıma çıkan geleneksel Adana evlerini olanca terkedilmişliklerine rağmen kolayca ayırt edebiliyorum. Ahşap çatmaların arasına kerpiç dolguyla yapılmış birkaç katlı binalar kişilik ve kimlik sahibi görünüyor. Çok daha incelmiş bir hayat anlayışının, gayet yüksek bir zevkin ve yaşam kültürünün mekânları olarak unutulmuşluğun girdabına düştü düşecek halde duruyorlar.
Eski Adana evleri, Tepebağ Höyüğü’nün eteklerine kadar iniyor. Bir zamanlar surlarla çevrili Adana şehrinin yüzlerce yıllık tarihi bu toprakların altında kat kat yatıyor. Çoğu 18. yüzyıla tarihlenen evler iklim koşullarına ve doğal dokuya uygun biçimde yapılmış, komşuluk hakkı her birinde itinayla gözetilmiş. Kalın duvarlar, küçük ve az sayıdaki pencereler evde halkını kavurucu Çukurova sıcağından koruyor. Evler birbirine bitişik vaziyette dizilmiş ve üst katlar çıkmalarla dar sokaklara doğru uzanarak gölgeli alanlar yaratmış.
Şimdi ben Tepebağ sokaklarında dolaşırken yukarıda anlattıklarımın hepsini ayan beyan ve tam bir bütünlük içinde göremiyorum elbette. Aralara sıkışmış yapılardan ve eski evlerden artakalanlardan çıkarabildiğim kadarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Tepebağ’ın geleceği için birkaç koldan ve farklı vizyonlara sahip çalışmalar yapılıyor. Bir taraftan arkeolojik araştırmalar sürerken diğer taraftan sivil mimari değerler tespit ediliyor.
Tepebağ’ın yakın geçmişten tarih öncesi zamanlara kadar uzanan bir canlı müze, yaşayan bir kent parçası olarak düzenlenmesi, günümüzdeki şehircilik anlayışı içinde tarihi miras korumacılığına gayet uygun imkanlar sunuyor. Bu sayede Adana’nın Türkiye’deki eşsiz özelliklerine, sanata yatkın kimliğine yakışır bir yeni kimlik edineceği söyleniyor. Araştırmacı Orhan Urgenç, Tepebağ’ın yeteri kadar incelenmediğini, gerekli kazıların yapılmadığını söylerken Adana’daki Selçuklu eserlerinin de ortaya çıkarılamadığını anlatıyor.
Tepebağ höyüğünün sadece arkeolojik çalışmalar için tamamen insansızlaştırılması ise belki de şehri bekleyen en büyük kültürel risklerden biri olarak değerlendiriliyor. Tepebağ’ın eteklerinde, Seyhan yalısındaki Kayalıbağ’da onarılarak yeni işlevler kazandırılmış köşkler ise korumacılık açısından iyi örnekler arasında gösteriliyor. Tepebağ’dan iniş aşağı Seyhan Nehri’ne doğru yürürken geçtiğim eski mahalleler, yalı boyunda bir dizi güzel görünümlü eve bağlandı. Bazıları onarılmış, güncel işlevler kazanarak kullanıma açılmıştı.
SİNEMA VE MÜZESİ
Kayalıbağ ile Ulucami mahallesindeki evler 19. Yüz yıl sonlarından itibaren daha varlıklı kesimin oturduğu seçkin konutlar olarak inşa edilmiş. Bazıları dört kata varıyor,en üst katlarına cihannümalar yerleştirilmiş. Roma devrinden beri bölge mimarisinde kullanılan, patio denilen küçük iç avlular ev hayatına ayrı bir zenginlik katıyor.
Bu evlerden biri, Seyhan Caddesi üstündeki sıra konaklardan ilki, restore edilerek 2011 yılında düzenlenen 18. Altın Koza Film Festivali sırasında Sinema Müzesi olarak açılmış.
Müzede Adanalı sinema sanatçılarının anılarıyla birlikte Yılmaz Güney’e ait eşyalar, eski afişler ve geniş bir fotoğraf-sinema kitaplığı bulunuyor. Ayrıca elektronik ortama aktarılan belgelerle birlikte zengin bir arşiv araştırmacıların kullanımına sunulmuş. Sinema Müzesi çok sayıda ziyaretçi ağırlıyor. Envanterdeki bütün malzemelerin sergilenebilmesi için mekan yetersiz kalınca bitişikteki eski konak da proje kapsamına alınmış. Kısa süre içinde Müze’ye eklenmesi için restorasyon çalışmaları hızlandırılmış. Sinema Adana için önemli olduğu kadar, sineması için de Adana önemli olmuş; özellikle Yeşilçam sineması için.
Bir zamanlar şehirde faaliyet gösteren açıkhava sinemalarını anlatan Koray Diker, sinemanın şehrin kültürel hayatında hâlâ önemli bir yer tuttuğunu belirtiyor. Film festivalinin yanı sıra yıl boyu sanat etkinlikleri gerçekleştirdiklerini, “Adana’dan Anadolu’ya Türk Sineması Yollarda” projesiyle pek çok kent ve kasabaya sinema götürdüklerini anlatıyor.
SEYHAN’IN ESİNTİSİNDEKİ BİNA
Altınkoza AŞ, Adana Belediyesi’nin kültür sanat etkinliklerini, festivallerini, çocuklara ve engellilere yönelik sanat günlerini 13. Kare Sanat Festivali’ni organize eden kuruluş. Eski Kız Lisesi’nde çalışan Altınkoza, Adana’nın sanat etkinliklerinin mutfağı sayılabilir. Başta film festivali olmak üzere Türkiye’de ilgiyle izlenen etkinliklerin sahne arkasında bu kuruluşun yoğun emeği bulunuyor. Kurum Eski Kız Lisesi binasında çalışıyor. Seyhan Nehri kıyısındaki iki katlı yapı 1881-1885 yılları arasında Adana Valisi olan Abidin Paşa zamanında Askeri Rüştiye olarak yapılmış. Bina I. Dünya Savaşı sırasında kısa bir dönem cephanelik olarak kullanılmasının dışında hep eğitim amaçlı hizmet vermiş. 1998 depreminde gördüğü hasar nedeniyle kullanım dışı kalmış ancak 2007’de onarılarak Kültür Sanat Merkezi olarak yeniden açılmış. Binada gerçekleştirilen sergiler ve konferansların yanı sıra sanat organizasyonları da Adana’nın kültürel etkinlikleri arasında önemli bir yer tutuyor.
Bir vakitler Seyhan Nehri’nin kıyısında, akıntının esintisini hissedecek kadar sulara yakın duran bina bugün karaya çekilmiş durumda. Seyhan Nehri ile tarihi Kız Lisesi arasında geniş bir park bulunuyor. Yapının alt kat girişi de bu park tarafında kalmış.
Taşköprü ile gerek inşa malzemesi, gerek anlayış, gerekse hacım ve oran bakımından son derece uyumlu görünen yapının cümle kapısından çıkar çıkmaz bulvardaki yoğun araç trafiğinin içine düştük. Selametle karşıya varınca Adana’nın eski mahallelerine ve Büyük Saat’e açılan sokaklara girdik.
Bu bölgede dolaşırken sık sık karşımıza çıkan eski binalardan birinde toptan havlu ticareti yapılıyordu, bir diğerinde büyük tekstil firmalarının artık kumaşları pazarlanıyordu. Küçük tekstil atölyelerine malzeme sağlayarak ilginç bir ekonomik döngüyü tamamlayan bu toptan manifaturacılar, bir zamanlar Adana’nın büyük dokuma ve bir o kadar ihtişamlı tekstil sanayiinden arta kalanları yansıtıyor.
Son yıllarda Adana’nın ekonomik yapılanması oldukça farklı görünümler kazanmış. Tarım ve endüstriyel altyapının yanına sağlık sektörü eklenmiş, özel hastaneler şehrin iktisadi hayatına katılmış. Ayrıca son yıllarda otel ve konaklama tesislerinin sayısında ciddi bir artış görüldüğü anlatılıyor. Taksicilerden gazete yazarlarına, araştırmacılara kadar herkes farklı gerekçelere bağladığı bu otel patlamasından söz ediyor.
KÜÇÜK SAAT İLE BÜYÜK SAAT
Bizim kaldığımız otel Küçük Saat mevkiinin yeni yapılmış orta halli otellerinden biri. İki dar sokağın kesiştiği köşeye yerleşmiş; tam yanında bir otel inşaatı daha hızla yükseliyor.
Küçük Saat semti,adını bir meydanın ortasındaki saatten almış. Saat iyi güzel ama meydanın etrafındaki hareketli bulvarın, devasa binaların, geniş kaldırımlı şık dükkanların arasından zor seçiliyor. Küçük saat, bir bankanın yıllar önceki reklam kampanyasından arta kalmış büyük bir kumbara maketinin üstündeki iki taraflı saatten ibaret. Bir dönemin şehircilik ve meydan anlayışıyla birlikte Adana’nın ticaret hacmi ve boyutlarını yansıtması bakımından önemli bir simge sayılabilir. Tıpkı Büyük Saat gibi.
Bu şehirde adını saatten alan iki semt var biri Büyük diğeri ise Küçük Saat. Büyük olanın saati gerçekten büyük. Türkiye’nin en yüksek saat kulesi 32 metrelik ince uzun endamıyla bu kuleymiş. Adana’nın Büyük Saatini ikinci sırada İstanbul’un Dolmabahçe Saat Kulesi izliyor.
Kuleyi Adana’nın Şair Valisi Ziya Paşa yaptırmaya başlamış ancak 1882 yılında Abidin Paşa zamanında tamamlanmış. Dörtgen yapı oldukça zarif görünüyor. Dört tarafındaki saatler güzel ama tepesine dikilmiş antenler ve alarm düdüğü biraz tuhaf görünüyor. Bir zamanlar kiremit kaplı çatısı kuleyle alakası olmayan bir kalabalık sergiliyor.
Büyük saatin uzaktan bakınca gözle görülmeyen iki ilginç özelliği var. Kulenin neredeyse boyu kadar temeli olduğu, yerin altına doğru bir kama gibi saplandığı söyleniyor, bu birinci özelliği. Diğeri ise tam tepesinde adeta sanat eseri gibi işlenmiş büyük çanın üstündeki “Societe Jntibah Tourhan Djemala a co. Adana Turkey” yazısı.
Bu saati merkez alarak 550 germe adım olan, yani yarı çapı Evliya Çelebi’nin ölçtüğü Taşköprü uzunluğunda bir çember çizecek olursak eğer eski Adana’nın dini ve tarihi yapılarını içine alan bir hat belirlemiş oluruz. Bu sayede geleneksel dokunun içinde yapacağımız seyirli seferin sınırları çizilmiş olur.
Tam ortada, Büyük Saat’in hemen yanı başında Tuz Hanı durur. Evliya Çelebi Adana’nın hanlarından söz ederken, “17 büyük hanı vardır. Bunlardan mükellef çarşı içinde Ramazanoğlu Hanı, 120 ocak büyük handır” diyor.
Ulucami Mahallesi’nde Büyük Saat’in yanı başındaki han 1497 yılında Ramazanoğlu Halil Bey tarafından yaptırılmış devasa bir yapı. Restorasyon çalışmaları sürdüğü için, geçmişin izleri bir perdenin arkasındaki sıva, boya boğuntusu arasında seçilemiyor. Geçen yıl çalışmalar başlamadan önce Adana’ya geldiğimde, aralık kapısını biraz da zorlayarak içeri girmiş, hâlâ terk edilmişlik izleriyle birlikte yaşadığını görmüştüm. Daha doğrusu tamamen yıkılıp yok olmayı bekleyerek son demlerini yaşıyordu.
Yakın dönemde tuz pazarı kurulduğu için Tuz Hanı diye anılan yapı, Ekim 2011 tarihinde başlayan onarım tamamlandıktan sonra yepyeni bir işlevle çevresindeki tarihi dokuya katılacak. Büyük Saatin taş duvarına sırtımı yaslayıp başımı hafifçe sağa çevirince tahta perdelerle kaplı Tuz Hanı görülüyordu. Başımı hafifçe sola çevirince de bir zamanların en hareketli alışveriş mekânlarından Kapalıçarşı duruyordu; çevredeki diğer kamu yapıları gibi Ramazanoğlu külliyesinin bir parçasıydı. Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi, “Bu hanın etrafında olan 360 kârgir bina dükkanlar tamamen Ramazanoğlu yapısıdır. Bundan başka bu şehir içinde 730 dükkân vardır. Kale gibi bedesten de Ramazanoğlu’nundur.”
Hayli yorgun görünen Kapalıçarşı’nın önündeki tabelada tez vakitte onarıma alınacağı yazılıydı. Bölgedeki diğer tarihi eserlerin çoğu aynı tabelalarla donatılmıştı. Belli ki tarihin katmerlendiği bu yerleri elden geçirmeye karar vermişlerdi.
RAMAZANOĞLU KÜLLİYESİ
Ramazanoğlu Konağı’nın restorasyonu 1983 yılında tamamlanarak ziyaretçilere açılmış. Gerçi 1495 yılına tarihlenen ve beylikler dönemindeki saray mimarisinin önemli bir örneği sayılan yapının sadece harem bölümü ayakta kaldığı için hayli mütevazı görünüyor. Konak, Çukurova Üniversitesi Ramazanoğlu Kültür Merkezi olarak kullanılıyor. Tam karısındaki Ziya Paşa Parkı bir zamanlar bu sarayın bahçesiymiş.
PAZARLARI NEY SESİ
Bu büyük külliyeyi oluşturan yapılardan Ramazanoğlu Medresesi hemen bitişikte, Ulu Camiin karşısında duruyor. Tarihi Adana’nın belki de en zarif yapılarından biri, içine adım atar atmaz insanı kucaklayıveren mimarisiyle bu medresedir desem yalan olmaz. Cümle kapısının açıldığı dörtgen avlunun ortasında zarif bir şadırvan bulunuyor ve bu sayede taş döşeme avluda her dem su sesi eksik olmuyor.
Avlunun iki tarafında uzanan hücreler şadırvanın karşısındaki kapalı mekâna bakıyor. Bir zamanlar derslik olan bu yapı günümüzde çeşitli sanat faaliyetleri ve el becerileri geliştirme kursları için kullanılıyor.
Pazar günleri Medrese’ye yolu düşenler su sesiyle birlikte içerden gelen ney nağmeleriyle karşılanıyor. Ney üflemeye çalışan gençler ustalardan ders alırken bir ahenk tutturduklarında avluya güzel sesler salınıyor.
KAPALIÇARŞININ MARANGOZLARI İLE TERZİLER
Vakıflar Çarşısı ve Çarşı Hamamı Ramazanoğulları külliyesinin bir parçası durumunda. Bu bölgede hâlâ sürmekte olan ticari hayat ile kamusal alan kullanımında her ikisinin de önemli yerleri bulunuyor.
Çarşı Hamamı kuruluş işlevine uygun biçimde çalışıyor. Haslar’ın onararak kullanıma açtığı hamam kadınlar ve erkekler için ayrı günlerde hizmet veriyor. Kapalı çarşı ise iki işlev üstlenmiş. Bildiğimiz kapalı çarşı dokusunu çok önceden kaybetmiş yapı terziler ile marangozlara mekan olmuş. Ramazanoğlu Halil Bey’in Adana’yı yeniden biçimlendirirken külliyenin içine yerleştirdiği çarşı 15. yüzyıla tarihleniyor. Ticaret yolları üstünde bulunan Adana’da alışveriş her dönem canlı olduğu için çok sayıda kurulmuş eski çarşılardan biri de burası. Kemerli bir kapının üstünde “Vakıflar Çarşısı” yazan paslanmış tabelanın altından girince sağlı sollu uzanan koridorlardan sağdaki marangozlara, soldaki ise şalvar terzilerine açılıyor. Marangozlar tahta sandalyeler, ham tahtadan küçük tabureler ve sehpalar yapıyor. Terziler ise meşhur Adana şalvarı dikiyor.
ADANA ŞALVARI
Adana şalvarı ya da “kara şalvar” yörenin geleneksel giysisi. İş ve yaşam koşullarına en uygun kıyafet olan şalvar, tarlada çalışırken de evde yere bağdaş kurup sofraya kaşık sallarken de rahat edilebilecek bir giysi. Geleneksel renk siyah, kiri ve lekeyi göstermediği için gayet uygun bir seçim.
Gerçi özel günlerde erkeklerin giydiği şalvarların rengi gri ve kahverengi de oluyor ancak tercih belli: siyah. Adana erkeklerine siyah şalvar ile sivri burun kundura yakışıyor. Kadın şalvarları ise yine koyu renklerde ama daima küçük çiçek desenli kumaşlardan yapılıyor.
Çarşıdaki terzilerden Ayhan Usta mesleği babasından öğrenmiş genç bir terzi. “Adana şalvarının özelliği ağının ne çok düşük ne de dar olmasıdır. Gerektiği gibi biçilmiş Adana şalvarı kullanışlı bir kıyafettir” diyor. Ayhan Usta, Adana şalvarının hâlâ rağbet gördüğünü, köylerde yaşayanların ve orta yaş üstü Adanalıların kullandığı giysiyi üç boy hazırladıklarını, küçük, orta ve battal boyların her bedene uyum sağladığını söylüyor.
KAZANCILAR ÇARŞISI VE TATLICILAR
Bir zamanlar yüzden fazla bakırcının dizildiği Kazancılar Çarşısı’nda üç tane usta kalmış. Onlar da bakır kap kacak üretmekten çok kalay yapıyorlar. Ustalardan en kıdemlisi Cabbar İhsan Yarışık, 1945 yılında 15 yaşındayken mesleğe başlamış. Çarşının parlak günlerini hatırlıyor. En iyi hatırladığı şeylerden biri de bakır tencerelerde pişirilen yemeğin lezzeti.
Adana’da sofra kültürü oldukça zengin. Sadece evlerde değil çarşı içindeki lokantalarda da et esaslı olmak üzere gayet lezzetli yemekler hazırlanıyor. Adana, kebap sevenlerin cenneti sayılmalı. Bir Adanalıyı aç bırakmak isterseniz kebapsız bir sofraya oturtmak yeter.
Şehrin insanlarını anlatarak Adana’nın sosyal tarihini yazan Yalçın Öcal, kebabın her zaman sevildiğini söylerken ülke çapında ün kazanmasını 1950’li yıllara bağlıyor.
“1950’ye kadar da kebapçılık vardı. Büyük Saat civarındaki hanlar, yani Yeni Han, Dutlu Han, Tuz Hanı gibi hanlar otobüslerin konaklama yeriydi. Köylerden kasabalardan yolcularını alan kamyondan bozma otobüsler bu hanlarda dururdu. Yolcular Adana’daki işlerini tamamladıktan sonra civardaki kebapçılarda kendilerine ziyafet çekerdi. Böylece kebap tanındı ve müesseseleşme başladı. Onbaşılar da bu süreçte başı çekti” diyor.
Adana mutfağı sadece kebapla sınırlı değil. Bakırcılar Çarşısı’nda, öğle yemeklerinde sadece humus servisi yapan özel bir lokanta bulunuyor. Her ne kadar son zamanlarda çeşit artırmak için ızgara takviyesi yapmış olsa bile “Tarihi Humusçu”da, isteğe göre tereyağlı ya da zeytinyağlı hazırlanan humus yufka ekmekle ve elle yeniyor. Adet böyle.
Humusçunun hemen bitişiğinde ise “Tarihi Kazancılar Helvacısı Hacı Ahmet Şahin”in dükkanı bulunuyor. 1884 yılında kurulan Kazancılar Helvacısı bugün dördüncü kuşaktan torun Sema ve Murat Efe tarafından yönetiliyor. Tarihi helvacı, bakırcılar çarşısı içinde özel lezzete sahip ve tamamen doğal malzemeyle yapılan helvanın yanı sıra cezerye, cevizli sucuk, lokum da üretiyor.
Adanalıların tatlı düşkünlüğü özellikle akşam saatlerinde kendini gösteriyor. Büyük Saat çevresinde olduğu gibi şehrin modern çarşılarının bulunduğu semtlerdeki pastanelerde de hummalı bir faaliyet başlıyor. Akşam servisi için şerbetli hamur tatlıları hazırlıyorlar. Tatlı atıştırmak isteyenler, dükkanın içine girerek fazladan zahmet etmesinler diye vitrinlerini açıp kaldırıma kadar uzanan tezgahlar kurmuşlar. Tatlılar tepsilere dizilerek bir kol uzatma mesafesine yerleştirilmiş. Alaca karanlıkta, parlak spotların altındaki iştah açıcı görüntüleriyle gelen geçeni baştan çıkarıyorlar. Büyük saati merkez alarak çizdiğim çemberin içinde bolca tatlıcı bulunduğu için önüme çıkan tezgahları pek boş geçmiyorum.
PAZAR SOFRASI
Kazancılar Çarşısı’nın sokakları pazar günleri özel bir mekan haline geliyor, bir tür açık hava lokantası oluyor. Güne ciğer kebabıyla başlayarak haftanın yorgunluğunu atmak isteyen Adanalılar bu sokaklara kurulan tezgahlarda ağız tadıyla güne merhaba diyorlar. Kırmızı biberle ve adabıyla terbiye edilmiş kebap eşliğinde edebiyle taam ederek demleniyorlar.
Pazar günleri istirahate çekilen eski kentin merkezi sabah saatlerinde böyle bir canlılığa sahne olurken yeni şehirde, Seyhan Nehri kıyısında bir başka canlılık görülüyor. Tarihi Kız Lisesi’nden başlayarak Taş Köprü’nün önünden geçen ve devasa Sabancı Merkez Camii’ni içine aldıktan sonra kilometrelerce uzanan yeşil alanda sabah sporuna çıkmış kalabalık gruplar görülüyor. Bu muhteşem park, içindeki sosyal alanlarla birlikte Adanalıların hayatında önemli bir yer tutuyor.
Adana’nın eskiden beri sahip olduğu park ve yeşil alan kültürünün en yeni örneklerinden biri ve en ihtişamlısı olduğunu düşündüğüm Merkez Parkı, Seyhan Nehri ile güzel bir bütünlük oluşturmuş.
ULU CAMİ
Büyük Saat hâlâ pergelimin sivri ucunun durduğu yer olduğu için, sırtımı serin taşlara yaslayarak tam karşımdaki Ziya Paşa Parkı’nın arkasında olanca zarafetiyle duran Ulu Camiin ilginç kubbesini seyretmeye başladım.
Parktaki yaşlı ağaçların arasında iş makineleri çalışıyordu.Döşemeler kaldırılmış, tarhlar bozulmuş, elektrik direkleri sökülmüştü. Ziya Paşa’nın kabri çevresinde hummalı bir faaliyet sürüyordu. Evliya Çelebi’nin,
“Mihrap üstünde yüksek bir kubbesi var, bütün kubbelerden yüksek, göklere doğru uzayıp gitmiş sivri kârgir kubbedir ve dört yüksek sütun üzerine yapılmıştır. Bundan başka kubbeleri tolozkârgir yapıdır. Yüksek kubbenin altın aleminin parıltısı gözler kamaştırır. Bu düzgün kubbe kurşunludur,” diye anlatırken baktığı yerdeyim belli ki.
Sivri ana kubbe ile tek minare ve diğer çatı örtüsü tam buradan bakınca bir arada görünüyor. Lakin Evliya’nın “göklere doğru uzayıp gitmiş,” kubbesi pek de aynı hisleri uyandırmıyor bende. Arkasındaki apartmanlar gökyüzünü perdelediği için olsa gerek. Kabahat ne bende ne de Evliya’nın yazdıklarında. Zamane böyle. Lakin camiin içi hiç de öyle “zamane” bahanesiyle geçiştirilecek gibi değil. Evliya Çelebi nasıl diyorsa ayniyle vaki.
“Bu camiin içi ve dışı baştan başa Bihzad ve Mâni kalemi ile yazılmış Çin kâşisidir. Bazı kitabeler içinde Karahisarî tarzı iri yazılarla ayetler yazılmıştır.
Mihrap ve minberinin övgüsünde dil acizdir,” dediğine bakılırsa bu Selçuklu Memlûk etkisindeki eserin 16. yüzyılda yapılan çinileri o günkü halleriyle kim bilir nasıl bir renk ve ışık seli saçmaktaydı.
Karahisarî tarzdaki yazılara gelecek olursak, Evliya Çelebi belli ki özel tutkusunu yansıtan bu hat istifini özellikle belirtmeden geçememiş.
Karahisarî tarzın yaratıcısı Ahmed Şemseddin Karahisarî, sanatında “Yâkût-i Rûm diye anılan büyük usta mertebesine erişmiş. Hat üslubunda mükemmel istifler yaratmış ancak tarzı yaşadığı devirde olduğu gibi sonradan dapek yaygınlaşmamış. Bununla birlikte Evliya Çelebi biraz da aykırı duran üstadın tarzını gördüğü yerde mimlemekten, ayrıca pek düşkün olduğu duvar yazılarını camilere, ağaçlara hâk ederken Karahisarî istif kullanmaktan geri durmamış.
HASAN AĞA CAMİİ
Evliya Çelebi’nin izini bıraktığı yapılardan biri de Hasan Ağa Camii. 1658 yılında inşa edilen yapının o dönemde Ulu Camiden daha güzel olduğu için banisinin katline yol açtığı söylenir. Piri Mehmet Paşa, Ulu Camiin gölgede kalmasına sebep olduğu için Hasan Ağa’nın kellesini vurdurup adını taşıyan caminin avlusuna gömdürmüş.
Evliya Çelebi Adana’ya geldiğinde kendini tutamamış, bu güzel camiin güney duvarına içini dökerek şunları yazmış:“Seyyahı alem Evliya Melek Ahmet Paşa ruhiçun Allah rızasına Fatiha sene 1082”
Çelebi Adana’ya geldiğinde acılıdır. Velinimeti, seyahatlerinin hamisi Melek Ahmed Paşa bu dünyadan göçmüştür. Onun anısına cami duvarına bu satırları düşer. Ancak 1998’de meydana gelen Adana depreminden sonra zarar gören yapının onarımı sırasında Evliya Çelebi’nin olağanüstü değerli bu el yazması tahrip edilir.
Adana’yla ilgili araştırmalar yapan tarihçi Cezmi Yurtsever, onarımdan sonra Evliya Çelebi’nin el yazmasının silindiğini tespit etmiş. Ramazanoğulları beylik döneminden kalan Hasan Ağa Camii’nin çok önemli tarihi ve kültürel miras olduğunu belirten Yurtsever,bu tahribatla birlikte önemli bir özelliğini yitirdiğini anlatıyor. Cezmi Yurtsever,“Hiç değilse yazı orijinalini ve bugünkü Türkçeye çevrilmiş halini bir levhaya yazarak bulunduğu yere asmak gerektiğini söylüyor.
CAFERPAŞA CAMİİ
Sabit ayağı Büyük Saatte duran pergelin hareketli bacağı tam Taş Köprünün batı ayağından geçerken Caferpaşa Camiini içerde bırakır. 1650 yılında yapılan ve müştemilatıyla birlikte oldukça ilginç bir yapı olduğu anlaşılan camiyi Evliya Çelebi daha çok yeniyken 21 yıllıkken görmüş ve şöyle anlatmış: “Gayet mesiregâh köşk gibi aydınlık camidir.Gelen geçenlerin konukevi, dinlenme yeri ve beş vakit ibadet yeridir.”
“Bu camiin solunda suya doğru 10 arşın yüksek tahta döşeli sofalarında bazı âşık dostlar orada soyunup kendini o kadar yüksek yerden Cihan Suyu’na atıp cihanın kaç bucak olduğunu görüp yüzerler.”
Sosyal hayatın içinde olan, gelen geçenin uğrayıp sefa ettiği cami, insanların gönlüyle birlikte bedenini de ferahlatan bir yermiş. Gel gör ki bu zengin kültür hazinesi 1950 yılında, tam 300 yaşına girmişken, yol genişletme çalışması sırasında dönemin Belediye Başkanı tarafından yıktırılır. Geride kalan düzlükte çanak çömlek satan tezgahlar kurulur.
Bir süre önce Vakıflar Bölge Müdürlüğü ve Adana Müzesi’nin ortak çalışmasıyla caminin temellerine ulaşılmış. Ortaya çıkan duvar parçaları oldukça düzgün işlenmiş taşlarla gayet seçkin bir yapının ipuçlarını veriyor.
Caferpaşa Cami’nin ihyasıyla birlikte Adana’nın tarihindeki katmanlardan ve Evliya Çelebi’nin tanıklığını taşıyan yapılardan biri, aslının aynısı olmasa bile ibret abidesi mahiyetinde kendi yerinde yeniden yükselecek. Belki o vakit yapının bir köşesine Evliya Çelebi’nin cami hakkında yazdıkları iliştirilerek hayat nefesi üflenir.
SABANCI MERKEZ CAMİİ
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde selatin camiler daima dört minarelidir. Sultanların yaptırdığı bu camiler arasında sadece Sultan I. Ahmet’in adını taşıyan Sultanahmet Cami’nin altı minaresi vardır ki o da bir yanlış anlama sonucu yapılmıştır.
Hikaye şöyle anlatılır. Sultan I. Ahmet, hazinesine o kadar güvenmektedir ki İznik çinilerinin en seçkin örnekleriyle bezediği caminin dört minaresini de altın ile kaplatmak ister. Lakin imparatorluk hazinesinin bu işe yetmeyeceği anlaşılınca mimar sedefkar Mehmet Ağa,Sultanın sözü yere düşmesin diye olanca zarafetiyle soruna bir çare bulur. Minareler için verilen emirde geçen “altın” sözünü yanlışlıkla “altı” diye anlamış gibi yaparak imparatorluk tarihindeki biricik altı minareli Sultanahmet Cami’ni yapar.
Bina tamamlandığında genel kütle ile kubbe, kubbe ile minareler birbiriyle o kadar uyumludur ki, bugün de dünyanın dört yanından “Mavi Cami”yi görmeye gelenler hangi dinden olursa olsun bu süzülmüş estetikle ruhlarını zenginleştirirler.
Adana’da şehrin ortasından geçen Seyhan Nehri’nin batı kıyısına, 1998 yılında yapılmış Sabancı Merkez Camii de altı minaresi ve parlak beyazıyla her görenin nefesini kestiği yetmiyormuş gibi, ne Anadolu tarihinin en eski geçitlerinden biri olan ve yanı başında duran Taşköprü’ye ne de eski kentteki zarif Ulu Cami’ye bir soluk olsun bırakıyor.
ŞAHMARAN KALESİ
Bu harikulade hikaye, tam da gerektiği kadar gerilim ve yeterince heyecan dolu bir kurguya sahip; aşk, ihtiras, ihanet, kıskançlık ve entrika da dahil olmak üzere her türlü zenginliği barındırıyor. Günümüz romancılarından sinemacılarına kadar her hikaye anlatıcının vazgeçemediği bu temalar, binlerce yıldan beri bu hikayede süzülerek, demlenerek geliyor.
O kadar sade ki, o nedenle mükemmel.
Bu hikayeyi çok dinledim, sadece dinlemedim, onu konu alan cam altı resimlerden karmaşık film versiyonlarına kadar pek çok görselini izledim. Ayrıca meşhur yazarların bu hikayeden yola çıkarak yazdığı romanları okudum. Siz de bilirsiniz, Şahmaran’dan söz ediyorum, Yılanların Şahı’nın akıl almaz maceralarından.
Anadolu’dan çıkıp Irak ve Suriye üstünden Lübnan, Ürdün, Mısır derken Magrip diyarına gidenler de, yine Anadolu’dan çıkıp İran ve Pakistan üstünden Hindistan’a gidenler de Şahmaran hikayesiyle adım başı karşılaşırlar. Lakin hiç kuşkum yok ki o hikaye kendisine yaraşan mekânı tam burada, Adana’dan çıkınca Misis ile Ceyhan arasına düşen yalçın tepenin üstündeki Yılanlı Kale’de bulurlar. Evliya Çelebi, “Şahmaran Kalesi’nin özellikleri,” diye başlık açtığı kaleyi, “Misis Sancağı’nda ve kazasında bir sivri yalçın havalesiz göklere baş uzatmış, burçları muhkem, temelleri müstahkem, beş köşe ve şeddadi taş yapı yüksek kaledir” diye anlatır.
Arabayı kalenin eteklerindeki küçük lokantanın önündeki düzlüğe çektikten sonra, dört yanımızdaki uçsuz bucaksız ovayı kuş bakışı seyretmeye koyulduk. Vaktiyle İç Anadolu’dan gelip Gülek Boğazı’nda Torosları aşarak Adana, Misis, Payas üstünden Antakya’ya giden kervanlar buradan geçerken, bu kalenin kontrolünde kalırmış. Tarih boyunca ticaret yollarının geçtiği güzergahlarda kurulmuş dağ kaleleri arasında en ihtişamlı görüneni Şahmaran Kalesi.
Kale’nin tepesine vardığımızda gün batmak üzereydi. Alıcı kuşlar geniş daireler çizerek son ışıkta yemleniyordu. Ovada esen deli rüzgar sera tentelerini havalandırıp hızla yere çarptıkça çıkan sesler,dev adımlarıyla gelen bir kervanın ayak sesleriymiş gibi kalenin duvarlarında yankılanıyordu.
Bulduğumuz bir gedikten kale içine girer girmez sesler de akşamın son ışıklarıyla birlikte tepemizde dönüp duran kuşlar da çekildi. Nereden çıktıysa Evliya Çelebi’nin,
“Kalede boynuzlu ve ensesi tüylü yılan gördük, diye tanıklık ederler” dediği yaratık karşımızda duruyordu. Ensesi sadece tüylü değil iki pelik saç örgülü, alnındaki tek boynuz ise altın yaldızlıydı. Ağzının içine baktığımızı fark edince neden geldiğimizi anladı ve hiç vakit geçirmeden anlatmaya başladı: “Evvel zaman içinde, bu kalede yaşayan yılanların bir şahı ve o şahın bir de güzel kızı varmış. Günlerden bir gün Şahmaran…”
SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN
Evliya Çelebi’den 239 yıl önce
1432
Bertandon de la Broqiere
“Bu eski şehir, şarklı coğrafyacılara göre, Ebu Süleyman isminde Harun Reşid’in bir Türkmen kölesi tarafından muazzam tahkimat işleri yapılmak suretiyle esaslı tamir edilmiş ve harap halinden kurtarılmıştır. Adana yanından Seyhan veya Adana ırmağı adındaki eskilerin Sarus dedikleri bir nehir geçer. Bunun üzerinde hayli uzun ve epeyce geniş bir köprü mevcuttur. Bu şehrin bir Türkmen emîri vardır ve halkı Türkmendir. Bu emîr, Mısır sultanının bir hile ile tutturup Mısır’a götürdüğü ve orada ölen Ramazan oğlunun kardeşidir.”
Evliya Çelebi’den 35 yıl sonra
26 Aralık 1706
- Lucas,
“Adana’nın ortasından Paris’in Sen Nehri büyüklüğünde Çakıt (Seyhan) ırmağı geçmektedir. Bu nehrin kenarında şehrin kalesi vardır. Bu kale küçük olmakla beraber sağlam bir temel üzerinde sağlam yapılmıştır. Bir gün buradan geçerken kale kumandanı beni davet etti ve kaleyi gezdirdi. Üzerinde kuleleri bulunan surun, kale kadar eski olan kapısından içeri girdik. Bu kapının alt tarafı büyük demir levhalardan, üst kısmı da üç parmak kalınlığında at nallarından yapılmıştı. Buradan sonra dar yollardan giderek muhafızların oturduğu garnizona vardık. Burada askerlerin aileleri de bulunuyordu ki, sayıları kırktan fazla değildi.”
Evliya Çelebi’den 218 yıl sonra
Temmuz 1889
Karçınzade Süleyman Şükrü
Karçınzade şehrin nüfusunu otuz beş bin tahmin etmekte ve bu eski şehirde bin beş yüz dükkan iki yüz kırk mahzen ve han on cami yetmiş altı mescit, dört kilise, dört hamam, bir hastane ile çeşitli çırçır ve un fabrikaları bulunduğunu haber vermektedir. Eski tarz medrese ve mekteplerin sayısının da kırka yakın olduğunu, bunlardan başka Seyhan sahilinde gayet mükemmel bir mekteb-i idadi ile civarında bir kız mektebi ile hükümet dairesinin batısında eğitimi düzgün bir rüşdiye ve sanayi mektebi olduğunu aktarmaktadır.
Hükümet dairesinin bulunduğu meydan geniş olmakla birlikte şer’iye, adliye, belediye, posta ve telgraf, polis daireleri ve hapishaneye varıncaya değin bütün idari binalar topluca bir yerde ve iki kapısından başka girilecek yeri olmayan bu meydanın etrafındadır. Yine yazarın verdiği bilgiye göre Ziya Paşa’nın valiliği sırasında (1878-1880) inşası üç gün zarfında tamamlanan ahşap tiyatro binası yine bu meydanda ve belediye dairesinin arkasındadır.
Kaynakça:
Aslan Cahit, Fellehlar’ın Sosyolojisi”, Arapuşakları, Nusayriler, Hasinbiler,
Kilaziler, Haydariler, Arap Alevileri”, Karahan Kitabevi, Adana 2009
Aykan Güven, Atatürk’ün Silah Arkadaşı Çukurovalı Sinan” Altınkoza Yayınları
Adana 2012.
Canka Selahattin, “Bitpazarı”, Karahan Kitabevi, Adana 2011.
Çağımlar Zekiye, “Hikayeleri ile Adana Avşar Ağıtları”, Adana B.Ş. Belediyesi,
Adana 2010.
Gülalp Cevdet Naci, “Adana’yı seviyorum”, Işık Yayınevi, Adana.
Habora Bülent, Benim Başkentim Adana, Heyamola Yayınları, İstanbul 2009.
Kizzuwatnalı Kraliçe Puduhepa Anısına Denemeler, Adana 2011.
Nadirler Can Nadir, “Adana’dan İstanbul’a Anılarda Yolculuk”, Adana B.Ş.
Belediyesi Yayınları, Adana 2012.
Öcal Yalçın, “Bu Kentin İnsanları” Adana B.Ş. Belediyesi Yayınları, Adana 2012.
Öcal Yalçın, “Yalçın Öcal’ın Adana’sı”, Altınkoza Yayınları, Adana 2009.
Ramazanoğlu Gözde, “Adana’da Tarih Tarihte Adana”, Etik Yayınları 2012.
Şenesen Refiye Okuşluk, “Adana Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği Geleneği,”
Altınkoza Yayınları, Adana 2009.
Topak Canan, “Adana’da İmamî (Âşık İmami; Hayatı, Sanatı Şiirleri)”, Adana B.Ş.
Belediyesi Yayınları, Adana 2012.
Turhan Salih, Çam Yıldız, “Notalarıyla Karacaoğlan Türkü ve Şarkıları, Altınkoza
Yayınları, Adana 2010.
Yurtsever Cezmi, “Çukurova Tarihi,Valiler, Derebeyler, EşkiyalarınBtimeyen
Kavgaları”, Çukurovalı Yayınları Adana.
“Son Filozof Abdülkadir Kaçar”, Adana 2007.
Akdoğan Mehmet, Memili Sedat Editör: Yaygın Candan, “Adana Ansiklopedisi, Geçmişten Günümüze, Adana Hakkında Aradığınız Her şey”,Altın Koza Yayınları, Adana 2011.