Evliya Çelebi’nin İzinde; İznik

Bir tarafını lacivert sulara yaslamış bu şehir, yerleştiği bereketli topraklarda çevresini iki kat surla çevirmiş.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin

Dört kapısı dört yöne açılan, Anadolu’nun en hareketli kervan yollarının üstünde kalan bir başka şehir olsa olsa İznik kadar güzel olabilirmiş. Şimdiki zamanlarda beş büyük saltanat devrinden arta kalanlarla yetinerek kendi kozasını örmeye çalışıyor. İznik bu gün de Evliya Çelebi’nin,

“Göl kıyısında bir düz, geniş verimli alanda dörtgen şeklinde tuğladan, Şeddad yapısı gibi bir Ferhad yapısıdır. Her tuğlası onar okka olmak üzere kızıl taşa benzer tuğla, horasan, kireç ve cibis ile yapılmış sağlam bir kaledir.” diye anlattığı surların arasında yaşıyor.

İlk kuruluşunda küçük bir alanı çevreleyen, daha sonra genişleyerek bu günkü yerini bulan surların içinde neredeyse 1750 yıldır konumunu değiştirmemiş. Güneyinde ve kuzeyinde ufak taşmalar olmasına rağmen hâlâ süslü bir kemer gibi kuşandığı surların içindeki halinden hoşnut görünüyor. Hiç kuşku yok ki şehre girdiğim andan itibaren ayağımı bastığım her yer binlerce yıldır burada süren hayatın, zengin kültür katmanlarının ya da altüst olmuş zamanların izlerini taşıyordu. Her köşesi insanlık macerasının irili ufaklı girdaplarını yaşamıştı.

Şehir küçük, surların çevresi fırdolayı beş kilometreden az kısa, 4.970 metre. Evliya Çelebi’nin ölçüsüyle söyleyerek,“6.000 germe adım,”dersem daha uygun bir ölçü vermiş olurum bence. Eni boyu bu kadar olmasına rağmen tarihi derinliği, kültürel katmanları öyle kolay ölçülecek gibi değil, hatta muamma. Sanat tarihi ve Roma konusundaki değerli çalışmalarının yanı sıra İznik hakkında kapsamlı araştırmaları yayınlanan Prof. Semavi Eyice şehrin önemini, “Anadolu’nun en önemli tarihi beldelerinden biridir,” diye vurguladıktan sonra “tarih öncesi çağlardan yakın zamana gelinceye kadar burada yaşayan insanların bıraktıkları kalıntıların bu küçük şehrin tarihindeki zenginlik ve renkliliğin açık belgeleri olduğunu” söylüyor ve “Marmara denizine yakınlığı, çok verimli topraklarla çevrili bir gölün kıyısında oluşu, Anadolu’nun en eski ve en işlek yolunun üzerinde bulunması, İznik’in gelişmesinde rol oynayan başlıca unsurlardır.” diyor.
ESKİ BİR HARİTA

Eğer ki Marmara Denizi, Gemlik Körfezi’nde gelip durmasaydı, burnunu biraz daha karaya doğru sokmuş olsaydı, İznik Gölü bu iç denizin ikinci büyük körfezi olacaktı. Kuzeyde İzmit, güneyde İznik…

İlkokul atlasıma gözümü dikip uzun uzun seyrederek şeklini bellediğim Anadolu coğrafyasını defterime ezbere çizerken en sevdiğim kısım İstanbul Bursa ve Çanakkale üçgenine sevimli bir yaratık gibi oturup burnunu İzmit’e yaslamış olan Marmara Denizi’ydi. Kuyruğuyla burnunu hallettikten sonra hafifçe öne doğru uzanmış ayağının ucuna Gemlik’in noktasını koyar, hemen doğusuna da İznik Gölü’nü güzelce çizerdim.

Denizlerin sınırlarını kuru boya takımımdaki en sevdiğim lacivertle ince ince tararken İznik Gölü tamamen lacivert kaplanırdı. Tabi o zamanlar ben her yıl 15-23 Eylül tarihleri arasında, gölün tıpkı benim harita renklerim gibi o harikulade lacivert tonlara bürünerek muhteşem bir gün batımına sahne olduğunu bilmiyordum. Aynı lacivertin ve sulara düşen güneş kırmızısının İznik çinisine yansıdığından ise hiç haberim yoktu.

Haritama adını “Marmara” diye yazdığım o sevimli yaratığın ayakucundaki lacivert göl ile Anadolu’daki bir başka su, efsanevi Dicle Nehri aynı renk olurdu; Cizre’de Cudi Dağı’nın eteklerinden geçerek Türkiye topraklarını terk edene kadar uzayan lacivert bir çizgiydi Dicle Nehri…İşte o zamanlar bilmediğim bir şey daha vardı. Bu küçük gölün kıyısındaki kadim şehir İznik ile o efsane nehir Dicle’nin kıyısındaki Cudi Dağı arasında bir ilişki olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Meğerse Evliya Çelebi işin aslını bilir, benim onu öğrenmem için de aradan elli yıl kadar geçmesi gerekirmiş:

“Yunan dilinde yazılmış Yanvan Tarihi’nde bu İznik Kalesi’ni ilk defa yapan Nuh Eleyhisselâmın oğlu Sam’dır. Tufandan sonra Musul yakınında Cudi Dağı’nda gemileri karar bulur. Gemiden çıkan 70 nefer kimse kendilerine yerleşmek için güzel bir mekan aramaya başlarlar. Hazret-i Sam seyahat ederek bu İznik mahalline gelip görür ki bir göl kenarında suyu ve havası tatlı güzel bir yerdir. Çoluk çocuğuyla bu iç açıcı yerde 70 sene oturarak imar eder,” diyor Evliya Çelebi. O diyorsa vardır bir bildiği…

İznikli balıkçılar da aynı fikirde. Bir farkla ki onlar Nuh oğlu Sam’ın kurduğu şehrin yerini de bilirler. Suların çekildiği zamanlarda ağlarının o eski şehrin minarelerine takıldığını anlatırlar. Hatta güneşin parlak günlerinde suların dibindeki binaları gözleriyle gördüklerine yemin ederler. Bu söylentinin kaynağında ise bir hakikat yatar. Antik Basilinopolis şehrinin İznik Gölü’nün suları altında olduğu bilinir. Kurak mevsimlerde göl çekilince binalardan bazıları ortaya çıkar.

İşte böyle kadim bir yerleşim burası ve kuruluş efsanesinin Anadolu’nun bir ucundan diğerine uzanan derin bir bağlantıyla anlatılması bir başka gerçeğe işaret ediyor: İznik gibi Cizre de tarih içinde Anadolu ticaret yollarının önemli bir menzili, zengin bir konağı olmuş. Birine Gemlik limanından kalkan deve yüklü kervanlar gelirmiş, ticaretini yapıp hazırlığını tamamlayan bezirgânlar Anadolu’nun içlerine doğru yoluna devam edermiş.

Cizre iskelesine varan kervanlar yüklerini indirdikten sonra tedarikini tekmil edip mallarını keleklere yükleyerek Cudi Dağı’nın eteklerinden Basra’ya kadar Dicle’nin coşkun lacivertine bata çıka götürürmüş. Haliyle Cizre ile İznik arasındaki bağlantı sadece malların el değiştirmesine yol açmamış, kültürel etkiler yaratmış, fikirler, şiirler, masallar, efsaneler de gidip gelmiş. Olay sadece ilkokul defterlerine lacivert kalemle çizilmiş göller ve nehirlerden ibaret değil yani. Hayat hiç alakaları yokmuş gibi görünen pek çok şeyi birbirine bağlayarak akmaya devam etmiş.

DÖRT KAPILI ŞEHRE DOĞRU

Gölün batı yakasından güneye, İznik’e doğru inerken bereketli topraklardan geçiyoruz. Memleketin neresinde bir göl varsa onun kıyısında adı Gölyaka olan bir yerleşim bulunur. Suları seyrederek geldiğimiz yol Gölyaka’dan sonra doğuya yöneldi, Paşapınar’a kadar tepeleri seyrederek gittik. Sonra bütün güzelliğiyle laciverdî göl tekrar karşımıza çıktı.

Çok geçmeden Müşküle tabelası sağ yanımızda belirdi. Eğer devam etmeyip de yamaca saran Müşküle yoluna girseydik, çınarları, eski yapıları, dört yüz elli yıllık mezar taşları, güler yüzlü insanları ve eğer mevsimiyse bal kokulu üzümleriyle bilinen bir küçük köye çıkacaktık. Suyun kıyısından ayrılmadan İznik’e doğru yola devam ettik. Sağ yanımızda yemyeşil tepeler uzanıyordu. Her biri bakımlı meyve bahçeleriyle doluydu. Bu topraklar İstanbul’un sebze ihtiyacını büyük oranda karşılıyordu.

İznik’in Yenişehir Kapısı’na güneyden yaklaşıyorduk. Evliya Çelebi bu yolun diğer ucundan şehre girmişti. İstanbul kapıya gelene kadar geçtiği yolları,

“Yalakâbâd (Yalova) Kalesi’nden beri Kırkgeçit derelerini kırk kere geçenler kılavuz olup yolları temizlemekle görevli reâyâlardır, ama gayet mamur olacak yerlerdir. Yaz ve kışta kırkgeçit derelerinde ve Yalâkâbad Kalesi derelerinde aslâ ve katâ haramîlerin gizlendikleri ve barındıkları yataklardır. Her zaman güvenlik değildir, tehlikeli yerdir. Buradan yine kıble yönüne dağlar üzere sık ağaçlı ormanlar geçip İznik Gölü kenarında…”diye anlatıyordu.

Bizim seyirli bir yolculukla yaklaştığımız Yenişehir Kapısı şehrin dört kapısından biri; güneye, Bursa yoluna açılan büyük bir kapı. İznik’e bir kapısından girip hiç sapmadan gidilirse diğer kapısından yine bereketli topraklara, bağlara bahçelere çıkılır. Eskiden olduğu gibi bugün de böyle, fazla değişen bir şey olmamış. İznik’in binlerce yıllık yerleşim planı neredeyse olduğu gibi kalmış. Hipodamus planı denilen bu ızgara yerleşim tarzı ilk kez Anadolu’nun eski kentlerinden Priene’de uygulanmış, ufak tefek değişiklerle günümüze kadar gelmiş.

Roma şehirlerinin birbiriyle dik kesişen iki eksen üstüne kurulmuş olması bugünkü İznik kent dokusunda da görülüyor. Eski şehirde Kardo Maksimus diye tanımlanan ana cadde bugünkü Atatürk Caddesi olmuş. Caddenin iki başında Yenişehir Kapı ile İstanbul Kapı bulunuyor. Atatürk Caddesi’ni tam şehir merkezinde kesen Kardo Documanus, bugünkü adıyla Kılıçaslan Caddesi’nin ise batı ucunda Göl Kapı, doğu ucunda Lefke Kapı bulunuyor.

Şehre girmek üzereyken Evliya Çelebi’nin, “Dört köşesinde dört kapısı var. Gölkenarı kapısı, batı tarafına bakar, göl de kalenin batı tarafındadır. Yenişehir Kapısı ve kale duvarında sarmaşık sarılmıştır,” dediği Yenişehir Kapı’nın dışına arabayı çektim. Sarmaşıklarla kaplı duvarlar yoktu, ama elden geçirilmiş güzel bir kent kapısı karşımda duruyordu. Kışın son demleriydi, henüz ne toprak ne de göl uyanmıştı, erkenci güneş ışınları hepimizi hayata çağırıyordu. Göle doğru uzanan sur boyundan gelen bir traktör o bildik homurtusuyla kemerli kapıdan geçip şehre girdi.

İki tane kallavi kulenin arasında kalan iç içe çift kapı, I. yüzyılda Roma İmparatoru Cladius zamanında yapılmış. Tuğla kemerli kapının üstündeki izlerden çift kanatlı olduğu anlaşılıyor. Evliya Çelebi, “Şehir naibi ve kapan muhasibi vardır ama iç il olduğundan kalesinin dizdarı (kale muhafızı) ve askerleri yoktur,” dedikten sonra, “Ancak celâlî ve cemalî korkusundan birkaç kuleleri bakımlı ve kapıları kapalıdır.” diye eklediğine göre bu kapılar XVII. yüzyılda da güvenlik nedeniyle kapatılıyordu.

Dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli şehir surları gördüm, ancak düz alana kurulmuş bu kadar güçlü başka bir yapı görmedim. Ayrıca İznik surları kadar ilgiden mahrum kaldığı halde bu kadar iyi durumda bir başka şehir suru bilmiyorum; kuşattığı şehri hâlâ koynunda tutan da yok zaten. Pek çok eski şehirde sur varsa bile şehrin içinde sıradan birer duvar halinde kalmış durumdalar. İznik surları, aralarında 16 metre boşluk bırakılarak paralel çekilmiş iki sıra duvardan oluşuyor. İç surlar dış duvarlardan 1 metre kadar yüksek. Şehir göl kıyısına kadar indiği için sahile açılan kanal sayesinde dış surların önüne çepeçevre kazılan hendek sularla doldurularak güvenlik pekiştirilirmiş. Böyle mukavim bir yapı işte. Evliya Çelebi’nin, “Tamamı birbirine yakın 366 kuleleri vardır ama bedenleri yer yer zamanın geçmesiyle harap olmuştur. Çevresinde bulunan hendeği toz toprak ile dolmuştur” dediği günden bu yana sanki hiç zaman geçmemiş. Aniyle vaki.

DOĞU VE BATI KAPILARI

Yenişehir Kapısı’nın tam karşısına, şehrin öteki ucuna denk gelen İstanbul Kapısı ise tam bir anıtsal yapı. İmparator Hadrianus’un zamanında, hükümdarın şanına yaraşır biçimde zafer takı şeklinde yapılmış. Kapının iki yanında yayalar için geçitler açılmış, ayrıca nöbetçi hücreleri konulmuş. İstanbul Kapı’nın en ilginç yanlarından biri tiyatrodan getirilmiş iki maskın girişe yerleştirilmiş olması. 1938 yılında yerlerinden düşen bu masklar tamirat sırasında ters yerleştirilerek doğudaki batıya batıdaki ise doğuya konmuş. Bugün hâlâ öyle duruyor.

Şehrin batısındaki Göl Kapı’dan bir iz bulunmuyor, çoktan yok olup gitmiş. Doğudaki Lefke Kapı ya da hac yolundaki kervanlardan kalma adla Şam Kapısı bütün karmaşasıyla yerinde duruyor. Kapının bana karmaşık görünmesinin nedeni yan unsurlar bakımından gayet zengin olması. Çevre odaları, yaya geçitleri, heykel nişleri, kapı oyuklarıyla birlikte çok boyutlu bir yapı burası. Bugün şehir kodundan aşağıda kalan Lefke Kapı’ya basamaklarla iniliyor. Ayakta duran diğer kapılar gibi burası da aralarında 10-15 metre açıklık bulunan iç içe iki yapıdan oluşuyor. İç kapıdaki taş sütunlara açılmış iri oyuklar inip kalkarak çalışan bir kapı kanadının varlığına işaret ediyor.

İznik’te sadece surları ve kapıları gezerek uzun zaman geçirebilirim. Şehrin duvarlarına yakın işliklerde bir zamanlar fıçı imal edilirken günümüzde durup dinlenmeden meyve kasası yapan marangozhanelerdeki hummalı faaliyeti seyredebilir ya da yorulunca sırtımı kapılardan birine dönüp dümdüz yürüyerek bir çeyreğe kalmadan şehir merkezine varabilirim.

ORHANGAZİ CAMİİ

Merkezdeki Ayasofya şehrin en önemli eserlerinden biri. Evliya Çelebi’nin, “Fetih sırasında kiliseden çevrilmiştir. Bu eski ibadethane, kurşun ile büyük cami çarşı içinde olduğundan kalabalık cemaate sahip bir minareli melik camiidir. Ancak yandığından dolayı (…) tarihinde Süleyman Han Mimar Sinan’a tamir ettirmiştir,” diye anlattığı bu güzel yapı Orhan Gazi Camii diye de biliniyor. Günümüzde bir hayli yükselmiş olan şehir zemininden aşağıda kalmış.

Merdivenlerle inilen ana kapıdan içeri girince ferah bir mekân karşılıyor insanı ancak yerleşmiş bir ibadethane görüntüsüne sahip değil. Kilise olarak kullanımı yüzlerce yıl önce sona ermiş. Bir dönem müze olarak yararlanılmış, bir süredir de cami olarak kullanılıyor. Yapının inşa tarihi 4. yüzyıla uzanıyor. 787 yılında 7. Ruhani Konsil burada toplanmış. Bu toplantı sadece Hıristiyan inancının önemli eksenlerinin belirlenmesi bakımından değil, batı kültürü ve sanatının inşası açısından da önem taşıyor.

O dönemde toplumda İkonaklazm denilen, dini hikayeleri ve din büyüklerinin resimlerle anlatılmasını yasaklayan anlayış egemenmiş. Dini konuları da içeren her tür resim ve heykel bu yasak kapsamına giriyormuş. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihinde yaşananları doğrudan gösteren resimler yerine sembollerle ifade önem kazanmış. 787 yılında Roma İmparatoriçesi İrene, resim ve heykel yasağının kaldırılması için dini önderlerden oluşan konsilin toplanmasını sağlamış ve tarihe 2. İznik Konsili olarak geçen bu toplantıyla birlikte suret yasağı kalkmış.

325 yılında toplanan 1. İznik Konsili, Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliselerinin bugün de ortaklaşa kabul ettikleri metinleri ortaya çıkarırken, 2. Konsil, resim ve heykel sanatının geleceğini belirleyen, günümüz sanatında iz bırakacak bu kararla kapanmış. İznik ve Ayasofya Camii bu nedenle Hıristiyanlık ve sanat tarihinde önemli bir yer tutuyor.

İznik Ayasofya Kilisesi’ni Orhangazi 1331 yılında camiye dönüştürmüş. Kanuni zamanında Mimar Sinan bir mihrap ekleyerek yan neflerde büyük kemerlerle kurulan açıklıklar oluşturulmuş. Daha sonra bina uzun süre harap halde kalmış. 2007 yılında restorasyon çalışmaları başlamış. Yapılan onarımın tarihi yapıyı bozduğu tartışmaları bugün de devam ediyor. 2011 yılında 90 yıl aradan sonra cami olarak tekrar ibadete açılmış. İznik’e gelen gruplar şehri gezmeye buradan başlıyor.

HAYRİ MARKET

Kâh Evliya Çelebi’nin izinde, kâh kendi meşrebimce Anadolu’da dolaşırken hemen her şehirde peşlerine düştüğüm, değerli çalışmalarından bir şeyler öğrenmeye çalıştığım derlemeciler, araştırmacılar, yazarlar, şairler vardı. Onların varlığıyla birlikte şehrin zenginliği demeyeceğim ama asıl derinliği ortaya çıkıyordu. Benim gözümde şehirleri geleceğe taşıyacak olanlar ve bugünkü ticaretin, sanayinin, tarımın, kentleşmenin, yapılaşmanın cirmini asıl ortaya koyacak olanlar, şehrin kültürel birikimini, iç zenginliklerini yansıtan o insanlardı. Bu nedenle gittiğim yerde yaşayan şairlerin, yazarların, araştırmacıların eserlerini, çalışmalarını, değerlendirmelerini daima önemsedim…

İznik’te Hayri Market’in camekânı arkasında oturan genç bir adam oldukça ilginç bir portre çizdi gözümde. Ayasofya Camii’nden çıkmış İstanbul Kapı’ya doğru yürüyordum. Geniş bulvarın üstünde sıradan yapılar, birkaç katlı apartmanlar, bankalar, marketler, ışıklı vitrinlerle herhangi bir Anadolu kasabasından farklı olmayan şehir merkezi görünümü çiziyordu. Çarşı bu merkezin çevresine dağılmıştı. Evliya Çelebi, İznik çarşısını bir cümleyle anlatırken “Tamamı 600 dükkândır. Ancak kârgir yapı bedesteni yoktur, ama bütün değerli şeyler mevcuttur,” diyordu.

Çarşı içinde öylesine gezinirken uğradığım bir bakkal dükkânı daha doğru bir deyişle bir “market” önümde ilginç bir yol açtı. Hayri Şen hem bu marketi işletiyor hem de İznik’in tarihini coğrafyasını uzak ve yakın geçmişini deşeleyerek kayıt tutmaya çalışıyordu. Ancak yaptığı işi benim bildiğim ve hep rastladığım şekilde kitaplar hazırlayarak, gazetelere ve dergilere yazı yazarak değil, kendi hazırladığı internet sitesinde değerlendiriyordu. Bu yeni mecrayı büyük bir cesaretle değerlendiren ve başarıyla kullanan Hayri Şen, sitenin yapılış hikâyesini, “Bilgi paylaştıkça çoğalır, sözünden yola çıkarak insan geçtiği yollarda izler bulmalı, geçerken de izler bırakmalı düşüncesiyle bu çalışmaya başladım,” diye anlatıyor. Amacının İznik’in geçmişi ve bu günüyle ilgili daha önce yayınlanmış belgelerin eksiklerini gidermek ve yeni bilgileri toplayarak kolay ulaşılır biçimde sunmak olduğunu anlatırken “Bu siteyi kişisel bir site olmaktan çok gerçek bir İznikli olma yolunda atılmış önemli bir adım olarak düşünüyorum”diyor. Uzun süredir Market işiyle uğraşan biri için bu siteyi yapmanın ulaşılmaz bir fikir olduğunu söyleyen Hayri Şen, karşılaştığı teknik sorunlardan, site yapmanın güçlüklerinden ve çevresinden aldığı destekle sanal âlemi nasıl yaratıcı bir şekilde kullandığından söz ediyor ve internet sayesinde aşılamayacak engel olmadığını söyleyerek bilginin özgürce dolaşmasının önemini vurguluyor.

İznik hakkında gayet kapsamlı bilgiler içeren site Türkçe’nin yanı sıra İngilizce, Fransızca, Almanca ve Japonca yayın yapmaya devam ediyor. Bazı eksikleri olmasına rağmen hızla kendini yenilemek için çalışıyor ve dünyanın farklı ülkelerinden izlenmeye devam ediyor. Hayri Şen’in hazırladığı sitenin önemli bölümlerinden biri de İznikli ailelerin fotoğraf albümlerini yayınlaması. Bu fotoğraflar aracılığıyla yakın geçmişe dair kapsamlı bir görsel bellek oluşuyor. Ayrıca sitenin kaynakça bölümü, İznik hakkında yayınlanmış kitapların pek çoğunu topluca araştırmacıların bilgisine sunuyor.

Hayri Şen ile benzer kaygıları paylaşarak gazete yazılarına ağırlık veren Hüseyin Acarol ise İznik ile ilgili sayısız kitap ve belge yayınlandığını, şehrin sanatsal ve tarihi eserlerinin ayrıntılı biçimde incelendiğini hatırlatarak etnografik değerlere ve yakın geçmişte kalmış el sanatlarına yeterince ağırlık verilmediğinden yakınıyor. Çinicilik dışında fıçı yapımı, örme sepet, hasırcılık gibi alanların yeterince araştırılmadığını hatta sadece göl balıklarından yapılan yemeklerin bir kitap dolduracak kadar zengin olduğunu anlatıyor ve “Bu gibi araştırmalar geçmişimizi geleceğe taşımak, kültürümüzü yaşatmak için önemlidir” diyor. Kuşkusuz kültürle birlikte doğal değerler ve çevre de bir şehrin en önemli hazineleri arasında yer alıyor. İznik Gölü gibi.

GÖL – BALIKÇILAR

Türkiye’nin beşinci büyük gölü olan İznik Gölü, uzunluğu doğu batı istikametinde 32 kilometre, genişliği ise kuzey güney doğrultusunda 11.5 kilometre olan ince uzun bir mavilik. İki akarsu, Karadere ve Kocadere ile birlikte pek çok kaynaktan besleniyor ancak 1990 yılında doğal sit alanı ilan edilen gölün çevresi tarım alanları ve meyve bahçeleriyle çevrili olduğu için hızla kirleniyor. Evliya Çelebi’nin,

“Kalenin batı tarafında çevresi 60 mil büyük bir göldür. İçine yedi yerden akarsular katılıp batı tarafında Gemleyik (Gemlik) Kasabası körfezine ayağı akar. Etrafında 45 parça bağlı, bahçeli, camili, hamamlı ve küçük çarşılı bakımlı köyler ile süslenmiş göldür. İçinde 30 adet balık avcısı kayıkları vardır. En az derinliği 20 kulaçtır. Dört tarafını bir atlı adam bir günde dolaşabilir,” diye anlattığı göl, çevresindeki tarım alanları ve yakın yerleşimlerin atıkları nedeniyle ciddi bir kirlenme tehlikesiyle karşı karşıya. Avlanma yöntemleri nedeniyle balık türleri azalırken gölde faaliyet gösteren dört kooperatif arasında zaman zaman yaşanan amansız rekabet sorunların büyümesine yol açıyor.

Evliya Çelebi, “Suyu gayet güzel ve tatlı olduğundan burada olan 76 çeşit balıklar bir gölde yoktur. Özellikle bunlardan elhalinye balığı, alabalığı ve sala balığı, gayet meşhurdur ki aslâ balık kokusu yoktur. Gayet lezzetli çorbası ve tavası olup kolay sindirilir olduğundan başka güçlendiricidir. Bütün avcılar bu balıkları Yenişehir’e Gemlik Kasabası’na ve Pazarköy Kasabası’na götürüp kâr ederler” diyor.

Ancak Orhangazi Su Ürünleri Kooperatifi yöneticileri, balık türlerinin çok azaldığını işaret ederek kirlenmenin önlenmesi için çeşitli girişimlerde bulunduklarını anlatıyorlar. Tarım ilaçları ve derelerden gelen atıkların kirlenmede başlıca etken olduğunu söylüyorlar; Orhangazi kıyıları kadar İznik kıyılarının da kirlenmeye katkıda bulunduğunu belirterek zeytinyağı fabrikaları gibi piknikçilerin de denetlenmesi gerektiğini anlatıyorlar.

İznik Su Ürünleri Kooperatifi ise yakın zamana kadar 77 tür balığın yaşadığı gölde sadece sazan, akbalık, yayın ve gümüş balığı türlerinin kaldığını belirterek, avlanmada kullanılan ince gözlü trol ağlarının diğer balıklara zarar verdiğini, gümüş balığı avcılarının diğer türlerin yavrularını yok ettiğini söylüyorlar.

İznik Gölü son yıllarda ağırlıkla gümüş balığı üretimine yönelmiş. Gümüş balığı avlayan tekne sahiplerinin sosyoekonomik durumları üstüne araştırma yapan Kadir Doğan, ikisi Orhangazi, ikisi de İznik bölgesinde çalışan dört kooperatife üye balıkçılardan %60’ının aynı zamanda tarımla da uğraştığını, balıkçıların diğer göllerdeki meslektaşlarına göre daha profesyonel olduklarını, kooperatiflerin avcılığı daha sağlıklı hale getirdiğini ancak kurumlar arası ilişkinin sağlıklı işlemediğini belirtiyor.

Evliya Çelebi’nin “Suyunda şehir halkının bütün kadınları gölün kenarında çamaşır yıkarlar. Esvapları sabunsuz öyle beyaz olur ki sanki pamuk gülü gibi olur,” diye anlatmasını destekleyen İsmail Özgören de 80’lere kadar gölde çamaşır yıkandığını belirterek “Özellikle halıları traktörlerle gölün müsait olan tarafından içine sokar, orada yıkardık,” diye anlatıyor. Gölün kimyasallarla kirlenmesine yol açan önemli etkenler arasında çiftçilerin tarım ilacı tanklarını traktörle getirerek gölde yıkamaları gösteriliyor. Belli ki İznik Gölü birkaç asır önce çevresinde yaşayanların kirletemeyeceği kadar büyük ve güçlü bir suymuş ancak bugün en küçük özensizlik büyük bedellere mal oluyor.

ÇİNİ

“Atatürk Caddesi’ni şehri kuzey güney doğrultusunda ikiye bölen bir eksen kabul edersek bugün bütün canlılığıyla yaşayan mahallelerle birlikte şehrin geçmişini yansıtan yapıların çoğu doğu bölgesinde toplanmış.

Beyler Mahallesi’nde dolaşıyordum. Evliya Çelebi’nin “… kalenin içinde toplam 18 mahalle ve (…) bin adet kiremit ile örtülü bağlı ve bahçeli, iki katlı bakımlı ve süslü evler ile bezenmiş, şirin imaretler ile süslenmiş Rum çini şehirdir” dediğine bakarak bugünkü yapılar her ne kadar kayda değer mimari bir özellik taşımasa bile, yine de İznik’in ferah bir şehir dokusuna sahip olduğunu söyleyebilirim. Bu haliyle Evliya Çelebi’nin yaptığı tasvire bir hayli uygun düşüyor.

Birkaç katlı, avlulu evlerin arasından geçerek birbirini dik kesen sokaklarda yürüyordum, Eşref Eroğlu’nun çini atölyesini arıyordum. Bulmak hiç de zor olmadı. İznik’te çininin yeniden uyanışında Faik Kırımlı ile birlikte büyük emeği geçen Eşref ustanın adı, atölyesinin bulunduğu sokağa verilmiş. Cümle kapısından birkaç basamakla avluya inince bizi küçük bir nar ağacı karşıladı. Hemen girişteki süs havuzunun yanındaydı. Sanki yeni bitmiş bir çini panayırının izlerini taşısın diye oraya konmuş havuz, orasına burasına çömlekler, kaplar yapıştırılarak süslenmişti.

Görünürde kimse yoktu. Dikdörtgen avlunun karşı sağ köşesine iki katlı bir yapının merdivenleri yaslanmıştı. Tam karşıda ise bir atölyenin bereketli karmaşası fark ediliyordu. Kimseyi rahatsız etmemek kaygısını taşırken bir taraftan da merakın cazibesine kapılmış atölyeye doğru yürüyorduk ki o sırada kopan şangırtıyla birlikte olduğumuz yere çakıldık. İçeriden genç bir kadının söylenerek bize doğru yaklaşan sesi duyuldu. Selcen Eroğlu, kucağında bir düzine bisküvilenmiş tabakla birlikte boyahaneden çıkmış gülümseyerek geliyordu. Odunla çalışan büyük çini fırınının yanından geçerek merdiven altına uzanmış çamur atölyesine girdi. Kucağındaki nakışlanmaya hazır tabakları yere bıraktı ve peşinden gelmemizi işaret ederek tekrar boyahaneye geçti.

Ardı sıra girdiğimiz yer, raflara dizilmiş kavanozlar, geniş tezgaha yerleştirilmiş tabaklar, boyanma sırası bekleyen ham çanaklarla doluydu. Burası, Eşref Eroğlu bu dünyadan geçtikten sonra eşi ve kızları tarafından yürütülen atölyesindeki boyahaneydi. Birkaç adım atınca, az önce kopan şangırtının sebebi anlaşıldı. Yerde kocaman bir leke, aynen İznik Gölü renginde muhteşem bir kobalt maviyle zemine yayılmaya devam ediyordu. Üstünden atlayıp geçerken Selcan Hanım’ın az önce elinden kayarak parçalanan boya şişesinin kırıklarına basmamaya dikkat ediyorduk.

Selcan Eroğlu, pazartesi günü atölyenin tatil olmasından istifade ederek seramik hamuru hazırlamak için gelmişti. Yalnız başına çalışıyordu, Afyon’da seramik mühendisliği okumuştu. Kardeşleri Aslıhan ve Şule ile birlikte annelerinin devraldığı çalışmaları sürdürüyorlardı. Üç kız kardeş çini ve seramik eğitimi almış, hem altyapı hazırlama hem de nakış ve bezeme üstüne çalışmışlardı. Selcen Eroğlu “altyapıcı” olduğunu söyleyerek ham maddeden başlayıp boyamaya hazır hale gelinceye kadar her parçayı hatasız yapma sorumluluğunun kendisine ait olduğunu anlatıyor. Bu işi çok küçük yaşlardayken öğrenmeye başlamış; anne ve babasıyla birlikte Faik Kırımlı bir araya gelerek bitmiş bir zanaatı yeniden canlandırmak üzere iz sürmeye başlayınca onları izlemiş. Az çok ürünler ortaya çıkınca, sırrı boyası görünür olmaya başlayınca ona da kardeşleri gibi avluyu temizleme, ortalığı toplama, atölyeyi düzenleme gibi görevler vermişler.

“Bu sayede sabretmeyi ve gözlem yapmayı öğrendik,” diyor. Daha sonra atölyede üretim işlerinde çalışmaya başlamış, çininin her aşamasında pratik geliştirmiş. Üniversite yıllarında edindiği bilimsel bilgiler kadar atölyede kazandığı becerinin de önemini vurgulayan Selcen Eroğlu, çininin ilk fırınlamadan sonra bisküvi haline gelirken pek çok aksaklıklar yaşanabildiğini, malzemenin bozuk çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu anlatıyor ve “İlk zamanlarda fırından bozuk ürün çıkınca oturup ağlardım, şimdi o kadar etkilenmiyorum ama sabırla üstüne gidip problemi çözmeye çalışıyorum” diyor. Evliya Çelebi’ye bir gönderme yaparak “Ustalık tanrısal bir iştir” diye ekliyor.

Selcen Eroğlu, İznik’te çininin yaygın bir işkolu haline geldiğini söylerken kadınların bu alanda önemli bir yer tuttuğunu anlatıyor. İznik’teki 180’e yakın atölyede çalışma imkânı bulduklarını, boya ve nakış işlerinin evlerde kadınlar tarafından yapıldığını söylüyor. Atölyede hazırlanan özel ürünler için avluda duran odun fırınının yılda birkaç kez yakıldığını anlatan Selcen Eroğlu, bu sürecin birbirine eklenen törensel bir iş olduğunu özellikle vurguluyor. Fırın yakımından ürün dizilmesine, ocağın gece gündüz beslenerek ısının kıvamında tutulmasından soğuma aşamasına kadar her aşamada bütün kadronun heyecanlı bir bekleyiş içine girdiğini; her fırının bir de mangalı olduğunu; açılışa kadar hep birlikte yemekler yendiğini; çıkan ürünlerin ise mutlaka zekâtının verildiğini söylüyor.

Atölyenin üst katı çini boyama stüdyosu olarak kullanılıyor. Burada kurslar düzenlendiği gibi desen araştırmaları yapılıyor. Binanın geniş salonu bir tür özel müze olarak düzenlenmiş. Eşref Eroğlu’nun ilk dönemlerde yaptığı çalışmalarla birlikte ustalık eserleri ve çeşitli anılar buradaki camekânlarda sergileniyor. Avlu kapısından çıkan merdivenlere doğru ilerlerken yine şenlikli havuzun ve kurumuş dallarında üç tek nar bırakılmış küçük ağacın yanından geçtik.

ÇİNİNİN İZNİK’TE YENİDEN DOĞUŞU

İznik araştırmaları yapan ve şehir anılarını bir kitapta toplayan Recep Bozkurt, çininin yeniden doğuşunu anlatırken Faik Kırımlı’dan söz ederek, “Yıl 1987” diyor. “Ameli Faik usta onca yıllık emek ve deneyimini idealleriyle birleştirmek için İstanbul’dan atlayıp İznik’e geliyor. Bu koca ustanın İznik ile ilgili büyük bir hayali var: Bu mümbit topraklarda, bu sıcak güneş altında, ateş çiçekleri neden yeniden açmasın?”

Çini, İznik’in bir dönem her şeyi olmuş. Özellikle Osmanlı’nın refah dönemini yaşadığı XV. ve XVI. yüzyıllarda İznikli çini ustalarının gerek saraya gerekse cami, anıt ve türbelere iş yetiştirmek için durup dinlenmeden çalıştıklarını biliyoruz. O dönemde binaların iç ve dış yüzeylerinde kullanılan çiniye “kaşi”, evlerde kap kacak olarak kullanılanlara ise “evani” deniyor.

Saraya hizmet eden ve Ehl-i Hiref denilen sanatkarların içinde Kaşigerler grubu da bulunuyor ki onlar sadece çini bezmelerle ilgileniyorlarmış. Bu kaşigerlerin ürettikleri motifler, kap kacak formları, dekorasyon parçaları, İznik Kadısı’na saray siparişi olarak gönderilir; Kadı çizimleri kaşicibaşına teslim eder; desenlerle birlikte siparişler ustalara dağıtılır ve üretim süreci başlarmış. Bir dönem ham maddenin zayi olmaması, motiflerin harc-ı alem kullanılmaması ve saray ile birlikte imparatorluk ileri gelenlerine ait inşaatların çinisiz kalmaması için İznik’teki atölyeler ve üretim süreci sıkı kontrol altına alınmış.

Bu parlak dönem imparatorluğun sarsıntı içine girmesiyle birlikte sönmeye başlamış. Saray tarafından ekonomik ve sanatsal desteği kesilen İznik atölyelerindeki ocaklar birer ikişer kapanmış. Evliya Çelebi, “Çiniden kâseleri, tabakları ve ibrikleri meşhurdur. Osmanoğulları ülkesinde ne kadar nakışlı çinili imaret var ise bu İznik şehrinde işlendiğinden Çîn-i Mâçîn-i Rum derler. Sihirli bukalemun nakışlı kâşîler (çiniler) işlenir ki anlatılmasında dil yetersiz kalır” derken sanatı hâlâ övmekte ve göz doldurucu olduğunu söylemektedir ancak hemen öncesinde,“9 yerde usta kâşî çini işlikleri vardır. Ahmed Han zamanında 300 işlik varmış, zulümden viran olmuştur” diyerek 300 atölyeden 9 atölyeye gerileyen bir çöküş yaşandığını da anlatıyor.

1648’de 9 atölyeyle sürdürülen İznik çiniciliği bir süre sonra tamamen tükenmiş. Ta ki, “1987 yılının baharında Eroğlu ailesinin pazaryerindeki arsasında ilk çalışmalar heyecanla başlayana kadar” diye anlatmaya devam ediyor Recep Bozkurt.

Faik Usta daha önce Kütahya’da çalışmalarını geliştirmek için bir zemin aramış ancak istediği ortamı bulmayınca İstanbul’a dönmüş, Eroğlu ailesiyle buluşarak yeniden heyecan duyunca İznik’e gelmiş. Üç, üç buçuk yıl kadar birlikte çalışmışlar. Daha sonra iki usta ayrılmış, yeniden uyandırdıkları İznik çinilerini kendi yollarında çoğaltmaya devam etmişler.

Bugün İznik’te dört tanesi altyapı üretebilen yüz ellinin üstünde atölye bulunuyor. Tarihteki üretim kalitesine oldukça yaklaştıkları halde atölye sayısına henüz ulaşamamışlar ancak üretim kapasitesi geçmiş parlak yılları pek aratmıyor. İznik’te 2001 yılında İznik Çini ve Seramikleri Ar-Ge Derneği kurulmuş. 69 üyesi bulunan dernek aktif olarak eğitim çalışmaları sürdürüyor. İznik Sanayi ve Ticaret Odası’nın sitesinde yapılan bir aramada çinicilik alanında kayıtlı üyeye rastlanmıyor ancak şehirde bir “Çini Vakfı” bulunuyor. İznik eğitim ve Öğretim Vakfı, İznik çinileri konusunda referanslara sahip bir kurum olarak çalışıyor. 1993 yılında Prof. Dr. Işıl Akbaygil öncülüğünde İznik çinisini ve kültürel değerleri tanıtmak amacıyla, mevcut potansiyeli harekete geçirmek için kurulan Vakıf, İznik çini sanatı ile ilgili var olan ve ulaşılacak bilgileri sistematik bir eğitimle gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyor. İznik’te çininin Kütahya’daki kadar büyük bir üretim potansiyeline ulaşmadığı açık ancak sanatkârların nadide parça üretme, sanatsal formlar yaratma konusunda oldukça yüksek seviyelere ulaşmak üzere oldukları anlaşılıyor.

MEDRESEDE ÇİNİ

İznikli çinicilerin ürünlerini sergileyerek pazarladıkları Süleyman Paşa Medresesi, önemli bir tarihi mekan. Evliya Çelebi’nin, “Dar-ül tedrisleri yedi medresesi var ise de Süleyman Paşa Medresesi hepsinden mükellef olup darü’l hadis ve darü’l kurra-ı mahsusu da vardır” dediği bu yapı Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Şah adına ölümünden sonra babası tarafından yaptırılmış.

Açık avlulu medrese tipinin Osmanlı’daki ilk örneği sayılan yapı “U” plan üstüne kurulmuş. Öğrenciler için avlu çevresine 11 hücre yerleştirilmiş, bir de büyük derslik yapılmış. Medresenin avlusu şimdi oturup çay içmek, dinlenirken çevredeki hücrelere yerleşmiş çini dükkanlarının sergiledikleri ürünleri seyretmek için uygun bir yer. İznik’in kayda değer sanatkârlarının buradaki dükkânlarında her keseye ve zevke uygun ürünler bulunuyor. Medresenin küçük kemerli kapısından çıkınca hemen karşıda birkaç atölye daha bulunuyor. Bunlardan birinde çalışan Havva Çandar, Osmanlı’nın Fatih devrine kadarki döneminde iz bırakmış, devlet yönetiminde son derece etkili olmuş bir ailenin son gelini.

Fatih’in Veziri olan ve İstanbul’un fethinden hemen sonra boğdurulan son Türkmen sadrazam olan Çandarlı Halil Paşa’nın sadece adı ve anıları değil ailesinin bir bölümü de İznik’te yaşıyor. Sanat tarihi alanında çalışmalar yapan Havva Hanım eşiyle birlikte yönettikleri atölyede üretime de katılıyor. Eserlerini sergiledikleri raflar arasında oturmuş kahvelerimizi yudumlarken renklerin ve motiflerin anlamları üstüne ayrıntılı bilgiler verdikten sonra İznik’i “Adından başlayarak kadınların varlığını ağırlıkla hissettiren bir kent” olarak tanımlıyor.

ÜÇ NADİDE ESER

Göl Kapı’nın öte yakasında, şehrin doğu ucundaki Lefke Kapı’ya yakın bölgesinde üç nadide eser var ki bunlardan Yeşil Cami, minaresindeki çini bezemeyle çok uzaktan göz alıyor. Evliya Çelebi, burayı “Hayruddin Paşa Camii, Yeşil Cami diye şöhret bulmuş bir camii zibadır” diye bir cümleyle geçmiş ancak uyumlu kubbeleri ve kubbeyle orantılı minaresiyle dikkate değer bir yapı. Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından 1378’de yapımına başlanmış. Osmanlı’nın ilk dönem camilerindeki anıt yapı özelliklerini taşıyan Yeşil Cami’nin kitabesinde mimarının Hacı bin Musa olduğu yazılı.

Camiin mihrabı ve üstündeki ters lale motifli Rumi bezemesi, pencere içi mermer nakışları kadar dikkat çekici. Minaredeki türkuaz ve lacivert çiniler, altı köşeli yıldızlarla birlikte kullanılmış, araya giren sırlı tuğlalarla hareketli bir bezeme yaratılmış. Güzel düzenlenmiş geniş bir yeşil alan içindeki Yeşil Cami ile karşılıklı duran Nilüfer Hatun İmareti ise bugün müze olarak kullanılıyor. Oldukça zengin sayılabilecek koleksiyona sahip müzenin bahçesinde şehrin en eski dönemlerine ait yapı parçaları bulunuyor. Nilüfer Hatun İmareti, Yeşil Cami ile birlikte küçük ve zarif Şeyh Kutbeddin Camii ile aynı yerde. Vaktiyle şehirde bulunan altı imaretten sadece bu yapı günümüze ulaşabilmiş.

Asıl olarak yoksulların istifade etmesi için 1388 yılında yapımına başlanan ve tamamlandıktan sonra aşevi olarak kullanılan imarethane daha sonraki dönemlerde zaviye, fabrika, ahır, ve depo olarak kullanıldıktan sonra uzun bir süre harap halde kalmış. 1950’lerin sonunda başlayan onarımın ardından 1960 yılında müzeye dönüştürülmüş. Nilüfer Hatun İmareti, Lefke Kapı’ya yakın duruyor. Evliya Çelebi’de İstanbul Kapı’dan girdiği şehri “Defterzadeli Hasan Ağa ile ve diğer dostlarla vedalaşıp yine kıbleye doğru…” giderek Lefke Kapı’dan terk etmiş. Biz de aynı yerden çıkıp yola devam ediyoruz.

SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN İZNİK

Evliya Çelebi’den 118 yıl önce

1530

Bedreddin El Gazzi

“Binaları kale gibi sağlam, evleri meskûn, avluları açık, ferah, yolları sokakları geniş, havası ılımlı bolluk ve ucuzluk içinde. Her türlü yiyeceği ve içeceği bulunan ve her hususta diğer Türk şehirlerinden üstün. Burada yapılan ve kentin adıyla anılan çiniler, Çin seramiklerinden çok daha güzel. Hayran olmamak kabil değil.”

Evliya Çelebi’den 60 yıl önce

1588 (Büyük depremlerden sonra)

Reinhold Lubenau

“Kentte çamurdan inşa edilmiş küçük evlerden, daha doğrusu kentin ortasında kümelenmiş ve gölün olduğu tarafa doğru uzanan kulübelerden başka bir şey yok. Yağmur yağdığında yukarıdan çamur iniyor. Bununla birlikte yıkık yapıların arasında kentin her tarafı bahçelerle ve meyveleri kurumuş incir ağaçlarıyla dolu. Bu görüntü insanda lanetlenmiş bir kent görüntüsü yaratıyor. Her yer o kadar çıplak ve boş ki, birkaç dükkânın bulunduğu sokaklar ya da pazar yeri dışında ortalıkta hiç kimseyi göremezsiniz. Burası sanki ölü bir kent.”

Evliya Çelebi’den 152 yıl sonra

1800

Joseph von Hammer

“Günümüzde yıkıntı halinde bulunan kentler içinde en çok burası insanı etkiliyor, sapasağlam ayakta duran surlarla çok daha çarpıcı bir hal alıyor… Kente girdiğimizde karşılaştığımız yıkıntılar ve melankoli bizi şaşırtıyor. Yıkıntılar ve bahçe çitlerinin arasından, antik Yunan ve Roma dönemindeki Nikaia kentini Türkler artık İznik olarak adlandırıyorlar. Burada saraylar, hanlar, hamamlar, camiler ve çini fabrikaları varmış. Bugün bu binaların hepsi yıkıntı halinde. İznik kenti aralarında hala iki caminin ve kilisenin barındığı, iki yüz hanelik bir köye dönüşmüş durumda.”

İZNİK KAYNAKÇA

Akbulak Cengiz, “İznik Havzası’nın Beşeri ve İktisadi Coğrafya Açısından İncelenmesi,” Ankara 2009.

Bozkurt Recep, “İznik, Dün Bugün Yarın I”, Mavi Çini Yayınları, İznik 2008.

Eyice Semavi, “İznik Tarihçesi ve Tarihi Eserleri”, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1998.

Lowry W. Heath, “Gezginlerin gözünden ve İdari Kayıtlardaki Bilgilerin Işığında Osmanlı Döneminde İznik/1331-1923”, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2003.

Özgören İsmail, “Dört Kapı Dört Medeniyet”, Bursa İl Özel İdaresi, Bursa 2011.

Yalman Bedri, “İznik”, Bursa.

Yalmanoğlu Nezaket, “İznik Bibliyografyası”, Bursa Defteri, 2000.

“Uluslararası İznik Sempozyumu”, İznik Belediyesi Yayınları, İstanbul.

“İznik Tarihçesi ve Eski Eserleri”, Ankara, 1996.