Evliya Çelebi’nin İzinde; Manisa

İzmir’den çıktıktan sonra dik bir yamaca tırmanmaya başlayan asfalt, Sabuncubel Geçidi’ne yaklaşırken ormana daldı. Kıvrıla büküle gitmeye başladık. Manisa’ya varana kadar kâh seyrelen kâh sıklaşan ağaçlar arasında yol aldık. Sağımızda solumuzda irili ufaklı yerleşimler vardı. Efsanelerin dağı Spil’in, 1200 metrelik zirvesine yükselirken eteklerinde bıraktığı vadi yolundan gidiyorduk.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin

Karaçay Geçidi’ni aştıktan sonra dağı sağımıza alıp eski mezarlık yanından Manisa’ya girdik. Organize Sanayi Bölgesi sol tarafımızdaydı, şehir içinde şehir gibi göz alabildiğine uzanıyordu. Uzunca bir süredir dünya pazarlarında yer tutan endüstriyel markalar Manisa’da üslenmişti. Aralarında gıda üretenler de vardı, beyaz eşya üretenler de, ecza firmaları da. Türkiye’nin en gelişmiş ve kapsamlı sanayi alanlarından biri olan Manisa Organize Bölgesi’nde uluslararası devlerle birlikte dünyaya açılmış yerli markalar da üretim yapıyordu. Bu bölge, uzun tarihi boyunca tarımla geçinmiş şehrin yeni yüzünü temsil ediyordu.

Şehrin sadece ekonomik gelişimi değil aynı zamanda sosyal değişimi de sanayiyle birlikte başlamıştı. “Mesir macunu” ve “sultaniye üzümü” hâlâ Manisa kimliğinin ayrılmaz parçasıydı ancak şehir Türkiye’nin değişimine paralel biçimde yeni bir kimlik ediniyordu. Manisa hızlı bir dönüşüm içindeydi. Şehrin eskileri, saygın kişileri, kanaat önderleri, edebiyatçıları, sanatçıları bu değişimi görüyor ve gerek maddi değerlerin gerekse kültürel dokunun daha fazla erozyona uğramasından endişe ediyorlardı.

Türkiye’nin iki önemli sanayi şehri olan Bursa ve İzmir’i birbirine bağlayan çift yönlü geniş bir bulvar şehrin yanından geçiyor. Bu bulvar, Muradiye Camii’ni bir su damlası gibi Manisa’ya bırakmış Mimar Sinan’ın adını taşıyor. Şehrin merkezine yerleşmiş üç sultana ait külliyeler Manisa’nın tarih boyunca önemli bir merkez olduğunu gösteriyor. Eskiden beri İzmir Limanı’nı gerek demiryolu gerekse kara yoluyla Anadolu’nun içlerine bağlayan Manisa günümüze kadar önemini korumuş.

İzmir Körfezi’ni arkada bıraktıktan sonra bir çırpıda Manisa’ya geliverdik. Bornova’dan çıkarken seyrelen evler yol boyunca neredeyse hiç eksilmemişti. İrili ufaklı yerleşimlerin çokluğu arabadaki diğer yolcuların da dikkatini çekmiş olmalı ki hayretle, “İzmir ile Manisa birleşmiş galiba…” dediler. Kış mevsiminin eskiden nasıl sert geçtiğinden, İzmir ile Manisa’yı birbirine bağlayan bu yoldaki geçitlerden söz ettiler. İlk tipiyle birlikte geçitlerin kapanması nedeniyle yola ayıların kurtların indiğinden bahsettiler. Şimdi ise büyük bir şehrin çevresinden dolaşan devasa otobanda seyirli bir yolculuk yapar gibi gidiyorduk. Yol geniş, rahat ve güvenli görünüyordu. Yolculardan biri, Manisa’da oturup İzmir’de çalışan arkadaşlarından söz etti, bir diğeri tam tersini yapan çok sayıda insan tanıdığını anlattı. Lafa sonradan karışan biri ise yaz aylarında pazar kahvaltıları için sık sık İzmir’e gittiklerini ya da canları deniz havası almak isteyince soluğu Kordonboyu’nda aldıklarını anlattı, daha sözü bitmeden Manisa göründü.

Size bir çırpıda anlattığım bu yol, Evliya Çelebi’nin de 1671’de izlediği güzergâhın hemen hemen aynısı. Ancak ben üççeyrekte su gibi akıp geldiğim halde Evliya Çelebi, İzmir-Manisa arasını kona göçe aşmış. Bu yolun netameli kesimi olan Sabuncubel Geçidi kış aylarında kar altındayken ayrı seyirlik oluyor, hele baharda tabiat gerinerek uyanırken geçişine doyulmuyor. Bu geçit, Evliya’nın kaleminden seyahatnameye, “Tehlikeli Bel olduğu için Ulucaklı Köyü’ne gelindi,” diye düşmüş. Evliya Çelebi, gayet mamur ve müreffeh göründüğünü söylediği Ulucaklı Köyü’nden çıkar çıkmaz, batıya yönelmiş ve dik bir bayırı tırmanmaya başlamıştı. Yolu daha yarılamadan, “Çadırımızı bir âbı-hayat kenarına kurup konduk. Yayla çobanlarından bir semiz kuzu alıp kebap edip zevkimize baktık,”diye anlatacaktı.

Burada tam dört saat zevk ü sefâ edip yokuş aşağı taşlık sarp yollar ile üç saatte inip,” Manisa’ya doğru yola devam etmiş Evliya Çelebi, “Bir boğaz ağzında”, dediği Karakoca Köyü’ne varmış. Karakoca Köyü, günümüzde de Evliya’nın gördüğünden daha büyük ve daha farklı değil. Bugün de onun cümlesini kullanarak, “Bağlı bahçeli mamur bir köydür,” diye anlatabiliriz. Çelebi muhtemelen burada da duraklamış, seyyahlığın meşrebine uygun biçimde ayranlarını höpürdeterek köyün ileri gelenleriyle birkaç saat sohbet etmiştir. Evliya beraberindekilerle Karakoca Köyü’nden çıkıp yeşillikler arasında ilerleyerek,“Oradan doğuya tam bir saat bağlar bahçeler içinden geçerek Manisa mahallelerinden Karaköy içinden geçip,”demiş ve şehre vasıl olmalarını beyan etmiş.

Bugün İzmir’den Manisa’ya bir saate kalmadan vardığımızı düşününce,“Yolun tadını çıkaran kim? Yolculuğun hakkını veren kim? Gezerek hayat bilgisi üreten, tanıdığı insanlar arttıkça ‘sarraflık’ mertebesine doğru bir adım daha yaklaşan kim? Biz miyiz yoksa Evliya Çelebi mi?” sorusu bir kez daha aklıma düştü.

Karaköy üstünden Manisa’ya giren Evliya Çelebi, Kale’ye doğru ilerlemiş. Karaköy’ün Kızılköprü’sünden geçmemiş belki ama bugünkü İvazpaşa Camii, o zamanki adıyla Çaybaşı Camii’ne yakın o eski taş köprüye benzer bir küçük bendi aşmış olsa gerek. Buradan geçerken iç kaleyi de seyretmiş olsa gerek ki ondan sonra, “Eski Pus Kalesi, Yani Duman Dağı, Sarhan Vilayeti, Büyük Manisa Şehrinin özellikleri,” diye başlık açarak Manisa’yı ballandırmaya başlayacaktı.

Çelebi’yi karşılayan Karaköy Mahallesi, bugün de şehrin en albenili semtlerinden biri. O zamanlar merkezin uzağındaki mahalle kale ile birleşerek şehrin ortasında kalmış. Spil Dağı ise bütün Manisa’yı kucaklamaya devam ederken eteklerine tutunmuş Gediz Ovası’nı bereketli sularla besleyen pınarları doğurmaya devam ediyor. Spil Dağı’nın kuzeyine yerleşmiş şehrin ova tarafında Ege-Akdeniz havaları esiyor, doğu kesiminde ve yüksek bölgelerinde ise sert kara iklimi hüküm sürüyor. Bu muhteşem yeryüzü kütlesi şehrin havasını belirlediği gibi yerleşim dokusunu da biçimlendirmiş. Dağın uygun koyaklarına gire çıka yayılan ve ovayı el değmemiş bırakan tarihi dokunun yerini bugün bereketli tarım alanlarına doğru uzanan binalar ve sanayi yapıları almış.

Evliya Çelebi’nin, “Kalesi şehrin ensesinde Duman Dağı üzerine yapılmıştır,”dediği Manisa Kalesi 350 m. yükseklikteki Sandık Tepe’ye konmuş. Kaleden geriye hemen hiç bir şey kalmamış desem yalan olmaz. Bazı bölümleri yüksek beton binalar arasında kaybolmuş. Evliya Çelebi, çarpıcı hayal gücüne, yaratıcı üslubuna ve keskin algılarına rağmen yerle bir olmuş kalenin orasında burasında tuhaf binaların yükseleceğine ihtimal vermemişti muhtemelen ki şöyle heybetli bir tablo sunar kaleminden:

“Beş köşe şeddadi taş yapı bir kaledir. Çepeçevre büyüklüğü 2.200 adımdır. Ve dört tarafında asla hendeği yoktur. Zira kızıl kara taşlık üzerine yapılmış olup etrafı gayya kuyusuna benzer,” dediği kaleye bugün bakan benimki gibi biçare gözler hiç bir şey göremez. Kale nerededir, şekli nasıldır, büyüklüğü ne kadardır… kestiremez. Evliya Çelebi, buralarda gezinirken kalenin içinde yaşayan insanlardan söz ederek, “Bu kale içinde 30 hanedir. Ve iki su sarnıcı, buğday ambarları, cebehane ve 1 küçük cami vardır,” der. Şimdi ise makilere terk edilmiş viranedir.

Evliya Çelebi’nin aşağı şehirden tam 4 bin adımda çıkılır diye ölçü verdiği kaleye ben çarşı içinden tam dört bin adımda çıktım. Evliya yürümeye nereden başladı bilmiyorum ama zanaatkârlar döneminin geleneksel çarşısı başlangıç için iyi bir noktaydı. Çelebi’nin sözünü ettiği iç kalenin ilk ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Şehri kuran Magnetler kavmine kadar uzandığı düşünülse bile bu konuda yeterli belge henüz bulunamamış. Günümüzdeki kalıntıların ise Bizans döneminde, 1222 yılında yapılan kaleden artakalanlar. Evliya Çelebi’nin, “Selçuklulardan Sultan Alâeddin beylerinden Sarhan Bay Rum keferesi krallarından Puskopo adlı kralın elinden zorla fethedilmiştir,” dediği kale 1313 yılının Ekim ayında Alpagı oğlu Saruhan Bey’in komutasındaki askerler tarafından fethedilmiş. Bu mamur şehir çok geçmeden Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi olmuş.

Saruhan Bey’in türbesinden başlayarak Spil Dağı’nın etekleri boyunca yapılan seyirli bir yürüyüşün ardından bir başka makama varılıyor. Çelebi’nin “Şehrin doğu tarafında bir yüksek mesiregâh yerde bir Hazret-i Mevlana Tekkesi var, acayip dinlenme ve gezinti yeri Mevlevihanedir. Semahanesi ve pek çok derviş odaları ile mamurdur,” dediği yere geldim.

Şehri en güzel gören yerlerden biri olan Mevlevihane, mankenlerle yapılmış canlandırmalarla birlikte müze olarak düzenlenmiş. İshak Çelebi için 1369 yılında mimar Emet bin Osman tarafından yapıldıktan sonra büyük değişimler geçirmiş. Yıllar içinde yapılan eklentiler, onarımlar nedeniyle esas halinden pek eser kalmamış. Bugün müze olarak kullanılıyor ayrıca Celal Bayar Üniversitesi Manisa ve Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi olarak kullanılıyor. Bir de avlusu yaz aylarında Evliya’nın dediği gibi, “mesiregâh” seyirli mekân, gönül ferahlatan yer.

Mevlevihane’den Manisa’yı kuşbakışı seyrederken tanıdık binaları gördükçe şehrin tarihi dokusunu daha iyi anlıyorum. Ancak yine buradan bakınca günümüzdeki yapılaşmanın uzun vadeli bir planlamanın eseri olmadığını ve şehrin ürkütücü bir hızla yayıldığını daha iyi görüyorum. Yeşillikler içindeki Mevlevihane avlusundan bir sıçrayışta Ulucami’ye varacakmış gibi duvarın üstüne çıktım, bacaklarımı gererek aşağıya baktım. Yeni Han ve Kurşunlu Han eski şehrin önemli binalarıydı.

Yeni Han, Karaosmanoğlu ailesi tarafından yaptırılmış. Ferah bir avlusu ve üst katında 33 odası olan yeni han onarılarak 2005 yılında yeniden kullanılmaya başlamış. Bugün çeşitli dükkânlar ve bir sanat galerisi ile çeşitli atölyeleri barındıran Han’ın avlusu kafe olarak düzenlenmiş. Gündüz Akagündüz’le de orada buluştuk. Gündüz, fotoğraf sanatıyla uğraşıyor, gençlerle çalışmalar yapıyor ve Mesir Şenlikleri kapsamında fotoğraf etkinlikleri düzenleyen grubun içine bulunuyor. Şehrin hafızasında fotoğrafların önemli bir yer tuttuğunu söyleyen Gündüz, Türkiye’nin dört tarafından gelen fotoğrafçıları ağırladıkları etkinlikler kapsamında fotoğrafın farklı boyutlarının ele alındığı paneller düzenlediklerini, sergiler açtıklarını, gösteriler yaptıklarını anlatıyor ve fotoğraf sanatının gençler arasında giderek yaygınlaştığını söylüyor. Yeni Han’dan çıkınca Dr. Sadık Ahmet Caddesi’nden yürüyerek bir çeyreğe varmadan Kurşunlu Han’ın önüne gelinir.

Kurşunlu Han, Hatuniye Camisi ile birlikte II. Bayezit’in eşi Hüsnüşah Sultan adına 1488’de yapılmış. Evliya Çelebi’nin, “Evvela Tahıl Pazarı Hanı, kurşunlu kale gibi 40 ocaklı ve 40 kubbeli büyük handır, bütün arap ve acem bezirganları orada kalırlar, ismine Hatuniye Hanı derler.” diyerek anlattığı iki katlı hanın alt katında 36 üst katında 38 oda bulunuyor. Ayrıca dış tarafta 21 dükkânı bulunuyor. Bu muhteşem yapı günümüzde öğrencileri ağırlayan bir yurt olarak kullanılıyor.

Hatuniye Hanı’nın arkasında Hatuniye Camisi, onun arkasında yemyeşil Emekliler Parkı, onun bitiminde ise zarif valilik binası bulunuyor. Bu hat, Manisa’nın Osmanlı ekseniyle Cumhuriyet yapılanmasını teşkil eden eksenlerden biri. Aynı hattın bir başka ekseni ise Çeşnigir Camii, Esnaflar Parkı, halen restorasyonu süren bedesten ile belediye binası. Bütün bu yapılar Mevlevihane’nin avlusundan açık seçik görünmüyordu ama Ulu Camii rahatça seçiliyordu.

Ulu Cami, Osmanlı şehzadelerinden önce Saruhanoğulları döneminde Fahreddin İlyas Bey tarafından 1366 yılında yapılmış. Şehre hâkim konumdaki bu büyük yapıya Fethiye Medresesi de deniyor. Kitabesinden anlaşıldığına göre mimarı Emet bin Osman. Ancak kitabede bir kayıt daha var ki o da yapının iki nakkaşını bize tanıtıyor: Mehmet bin Abdülaziz ve Nakşî Yusuf ki onların ellerine sağlık, yapıyı nurla bezemişler. Ulu Camii ile başlayan ve geçmişi günümüze bağlayan diğer eksen ise Muradiye Camii, Saruhan Parkı ve Sultan Camii. Dağın yamacına yaslanmış mahallenin içinden geçen Kumludere Caddesi’nin iki ucu, Manisa’nın iki gözde mekânına açılıyor. Caddenin güney ucunda Ağlayan Kaya, kuzey ucunda ise Aynali Cami ve Kahvesi bulunuyor. Bundan ötesi verimli Gediz Ovası.

Niobe Kayası, daha yaygın bilinen adıyla Ağlayan Kaya, bir büyük aşk hikâyesinin ve aynı zamanda gururu kırılan bir kadının kibrine yenik düşen bir başka kadından aldığı intikamın hikâyesidir. Yaşadığımız toprakların en eski destanlarından birini yazan Homeros’un anlattığı Ağlayan Kaya hikâyesi günümüze kadar gelmiş. Destancı ozan Homeros’un kahramanı, taş kestiği halde gözyaşları kurumamış bir kadın. Spil Dağı’nın eteklerinde binlerce yıldır öylece duran, çığlık atıyormuş gibi görünen büyük bir kaya bu. Onun acıklı hikâyesine ve dinmeyen acısına tanık olmak için Manisa’ya gelenler Ağlayan Kaya’yı görmeden gitmiyor; bu sayede insanlık tarihinin en eski destanlarından biri yaşamayı sürdürüyor.

Bir akşamüstü Saruhan Parkı’na çöken serin havayı avucumda buharları tüten çay bardağıyla savuşturmaya çalışırken Ağlayan Kaya’nın hikâyesini, Bedriye Aksakal’dan dinleyecektim. Sırtımı Spil Dağı’na vermiştim, tam karşımda Sultan Camii, sağ tarafımda ise Muradiye Camii bütün ihtişamıyla duruyordu. Muradiye Camii, Evliya Çelebi’nin, Fethiye Medresesi’nin çınarlarını anlattıktan sonra fasıl açtığı bir büyük külliyeydi. Evliya’nın dilindeki parıltılar ile Muradiye’nin parıltıları bir araya gelince asıl bu hakirin gözleri kamaştı. Avucumda tuttuğum çay bardağından dem buhurları yükseliyordu ve ben seyahatnamenin Manisa faslında Muradiye Camii’ni okuyordum: “İki minaresi var ki her biri göklere yükselmiş şeşhane minarelerdir. Kadehleri öyle sanatlıdır ki mermer ustası buna var gücünü sarf edip ustalığını göstermiştir. Ta zirvesinde bulunan altın yaldızlı âlemler 5 saatlik yerden gözükür. Dikkatle bakıldığında insanın gözbebekleri kamaşır ve âlemi aydınlatan güneş yeryüzünde ışıklarını saldığında bu minarelerin Abbasî âlemlerine aksi vurunca bu iki alemin parıltısı Manisa şehrini ve onunla birlikte ovayı aydınlatır…”

Çelebi’nin dilini ballandıran bu yapı Mimar Sinan’ın Ege bölgesindeki son eseri kabul ediliyor. Yapıyı ustasının planları üstünden Mimar Mahmut Ağa inşa etmeye başlamış, eseri tamamlamak ise Mimar Mehmet Ağa’ya kısmet olmuş. Sultan III. Murad adına yapılan Muradiye Camii medrese, imaret, dükkânlar ve daha sonra eklenen kütüphaneden meydana gelmiş bir büyük külliye. Bir zamanlar imaret olarak kullanılan yapı daha sonra Manisa Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak kullanılmış. Evliya Çelebi bu yapı hakkında, “Camiin minberi, mihrabı, şeyh kürsüleri, dört tarafındaki tabakaları, maksureleri, müezzinler mahfili, diğer avizeler, askıları çeşit çeşit hüsn-i hatları, dört tarafında olan pencereleri, billur, necef ve moran camları ve diğer eserlerinin özelliklerini birer birer anlatıp yazsak bir kitapçık olur,” dedikten sonra bize söz kalmaz.

Ancak, bugün yüksek beton binalar arasında kalmış Muradiye Camisi’nin ışıltılarını görebilmek için bir hayli yakınına sokulmak gerektiğini, mermer nakışını çini bezemesini dikkatle incelemek gerektiğini söylemeliyim; muhteşem ceviz kapısının dökülmüş sedef işlentisini belirtmeden geçemem. Ceviz ağacından cümle kapısının bronz tokmakları ise çok önceden kaybolmuş ancak küçük bir nakışlı kapıdan girilen Hünkâr Mahfili’nin ahşap işleme tavanı bugün de gerçek bir sanat eseri olarak gözleri gönülleri ferahlatıyor.

Saruhan Parkı’ndaki heykelli türbe Saruhan Bey’e ait. Benim Manisa’da gezindiğim günlerden tamı tamına 699 yıl önce bu topraklara ayak basmış Saruhan Bey şimdi kalenin eteklerindeki bu türbede yatıyor. Türbenin yanına heykeli dikilmiş, kitabesi konulmuş ama orijinal yapı konusunda net bilgilere ulaşılamamış. Gördüğü eserlerin kitabeleri ve kayıtları konusunda hassas olan Evliya Çelebi’nin de türbeden söz ederken kitabeye değinmemesi de kayıtların çok önceden kaybolduğunu gösteriyor. Saruhan Bey Türbesi’nde araştırmalar yapan İlhami Bilgin, bugün oldukça mütevazı görünen yapının çeşitli eklentileri olan daha büyük bir külliyenin parçası olduğunu tespit etmiş.

Türbenin karşısında duran Sultan Camii’nin etrafından yeni model binek arabaları, küçük kargo araçları, irili ufaklı kamyonetler, motosikletler, şehir içi minibüsler geçiyor. Camiin iki tarafı ana cadde diğer iki tarafı ise hayli geniş yemyeşil bir park. Parkın içinde bugün de kullanılan Sultan Hamamı ile Hafsa Sultan Bimarhanesi bulunuyor. Yapılara adını veren Hafsa Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi. 14.yüzyılda Kanuni Manisa’da Sancak Beyi göreviyle İmparatorluk yönetimine hazırlanırken bu külliyeyi annesi adına yaptırmış.

Mesir Şenlikleri de Sultan Camii’nin çevresinde yapılıyor. Bütün Türkiye’nin yakından bildiği mesir törenleri Manisa’nın gerçekten şenlikli zamanları. Ancak bu şenliğin havasını hissetmek için mutlaka festival günlerine denk gelmek gerekmiyor. Etkinlikler sırasında o mahşeri kalabalığın arasında minareden şifa niyetine savrulan mesir macunlarını kapmanın heyecanını yaşamak ayrı bir tat biliyorum fakat Manisa’nın ruhu sadece mesir ile sınırlı değil.

Sultan Camii’nin çevresi yıl boyunca o coşkulu heyecanın izlerini taşıyor. Paketlenmiş mesir macunu satan şekerci dükkânlarından bakkallara ve büfelere kadar çevredeki pek çok işletme o günü hatırlatan hediyelikler satıyor. Bu sayede benim gibi erkenci ziyaretçiler ya da geç gelenler Manisa’dan macunsuz, eli boş dönmüyor. Saruhan Parkı’nda tam kıvamında demlenmiş çayı yudumlarken arada birkaç ısırık da jelatinini sıyırdığım mesir macunundan alıyorum. Rayihası, lezzeti kendine özgü; damakla ilk teması hemen hissediliyor. Varlığını keskin bir rayihayla duyuran ilginç bir tadı var. Kıvamlı, sert, uyarıcı. Giderek yumuşuyor, siz ona alışıyorsunuz o size saklı lezzetlerini sunmaya devam ediyor; kâh acı kâh buruk, kâh balkaymak…

Mesir macunu hakkında rivayet muhtelif. Konuştuğum Manisalılardan en az üç dört farklı mesir yorumu dinledim. Bu durum tıpkı Niobe’nin hikayesi gibi Anadolu kültürünün kadim zamanlarına inen güçlü bir kültürel damara işaret ediyor, toplumsal hafızadaki “geçmiş” algısının asırlarla değil bin yıllarla ölçülecek derinliklere sahip olduğu anlaşılıyor. Bu şenlikleri ve macunun terkibini Sümer, Hitit, Fenike uygarlıklarına kadar götürenler olduğu gibi, araştırmacı yazar Hüseyin Akgül’ün yorumuyla büyük bir sağaltıcı hekim olan Merkez Efendi’ye bağlayanlar da var. Nihat Yörükoğlu ise İbn Sina’nın terkibi olan Mesr-o zitos adlı panzehirden istifade eden Merkez Efendi tarafından hazırlanmış bir macun terkibi olduğunu öne sürüyor.

Yavuz Sultan Selim’in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan Manisa’da hastalanınca Sultan Medresesi’nin başında olan Merkez Efendi, 41 çeşit bitki ve baharatı karıştırarak bir macun hazırlamış. Bu sayede şifa bulan Sultan bu karışımın başka hastalar için de kullanılmasını istemiş. Macundan şifa bulanların sayısı arttıkça talep de büyümüş ve sonunda mesir macunu nevruz günlerinde Sultan minaresinden törenle halka dağıtılmaya başlamış. Macun hazırlanırken Sultan Külliyesi’ndeki Bimaristan’da tedavi gören akıl hastaları da çalışırmış; onların dövüp kardıkları macunların özel gücü olduğuna inanılırmış. Velhasıl bu topraklarda yüzyıllardır süren derin bir gelenektir mesir ve her yıl Nevruz’u da içine alan bir hafta boyunca Manisa’nın nabzı Sultan Camii dolaylarında atar. Şenlikler bittikten sonra da durmaz, yavaşlayarak da olsa devam eder.

Son yıllarda dini merkezleri görmek için hazırlanan gezi programlarının sayısı hızla çoğalıyor. “Ziyaret Turizmi” gelişiyor ve başlı başına bir sektör haline geliyor. Bu akış içinde Manisa da yıl boyunca değişen sayıda ziyaretçi ağırlıyor. Sultan Camii ise bütün sadeliği ve iki zarif minaresiyle gelenleri kabul ediyor. Ancak turizm sektöründe çalışanlar Manisa’da çok az sayıda konaklama yapılmasından, turistleri şehirde tutacak programların olmamasından ve yeterli konaklama tesisi bulunmamasından yakınıyor. Manisa’nın yakın gelecekte turizmden daha fazla pay alması gerektiğini düşünenler yayla turizmi, dağ yürüyüşleri ve doğa aktivitelerinin artırılması gerektiğini belirtiyor. Bütün turizm projelerinin merkezinde ise Sultan Camii ve çevresi yer alıyor.

Bu şehrin ruhu Sultan Camii ise eğer tarihi dokunun ana damarlarından biri de Ağlayan Kaya ile Ayniali bölgesini birbirine bağlayan Kumludere Caddesi. Bu cadde adından anlaşılacağı gibi Spil Dağı’ndan doğan bir pınarın yeşillikler içindeki yatağını izleyerek şehrin içlerine uzanıyor. Ağlayan Kaya ise bu dere ile şehrin tam buluştuğu yerde. Bedriye Aksakal, birlikte ömür geçirdikleri bir grup arkadaşıyla Saruhan Parkı’na girerken belli ki müdavimlerden oluşan çay bahçesi sakinleri masalarından nazik selamlarla gelenleri karşıladılar. Bedriye Hanım çok sayıda kitabı olan bir yazar. Çalışmaları arasında derlemeler, anılar, şiir kitapları bulunuyor. “Manisalı Kadınlar” adlı kitabında Kibele’den başlayıp Niobe’yle yol aldıktan sonra Manisa’ya iz bırakmış otuza yakın kadının portresini yazmış. Benzer bir çalışmayı Hakkı Avan da yapmış, “Onların Hikâyesi” adlı kitabında yer verdiği kadınların ortak özelliğini “Manisa’nın işgal yıllarını görmüş, acı çekmiş, yoksulluğa düşmüş bir kuşağın çocukları olmaları,” diye anlatıyor. Manisa’da doğup büyüyen beş kadınla sözlü tarih çalışması yapan Hakkı Avan, “Onların Hikâyesi, beş kadının bakış açısından yaşanmışlığa bağlılık özelliği taşıyor,” diyor.

Manisa’nın bugününde, yakın geçmişinde ve tarihin derin katmanları arasında kadınların önemli bir yer tuttuğunu belirtmek gerekiyor. Pagan dönemdeki tanrıça Kibele ve ölümlü Niobe’den günümüze gelene kadar şehirde iz bırakmış çok sayıda kadından söz ediliyor. Bunlardan en eskisinin, Niobe, Ağlayan Kaya’nın hikâyesi için Bedriye Hanım’a kulak veriyorum: Niobe’nin hikâyesi çok eski zamanlarda bu topraklarda hüküm süren Frigyalılar devrinde geçiyor. Kral Tantalos’un kızı Niobe burada doğmuş, büyüyünce göz kamaştırıcı güzellikte bir prenses olmuş. Nâmı gittikçe yayılan, şanı dağlardan ovalara akseden Prenses vakti gelince kendine denk bir eş ile baş göz edilmiş. Tebai Kralı Amfiyan ile mutlu evliliklerinden bir düzine çocukları olmuş. Çocuklardan altısı oğlan, altısı kızmış. Bu arada Niobe’nin çocukluk arkadaşı Leto ise Tanrı Zeus ile evlenmiş ve onun da Apollon ile Artemis adlı iki çocuğu olmuş.

Gel zaman git zaman, Niobe, Leto için düzenlenen bir törende kibrine yenik düşmüş ve bir düzine çocuğu olduğu için övünmeye başlamış. İki çocuklu Leto için değil on iki çocuklu Niobe için törenler düzenlenmesini istemiş. Bu tutumu Leto’yu öfkelendirmekle kalmamış, içinde intikam duygular uyanmasına yol açmış. Leto, oğlu Apollon’a altından yapılmış altı ok, kızı Artemis’e de gümüşten yapılmış altı ok vererek Niobe’nin çocuklarını öldürmeleri için göndermiş. Önce Apollon altın oklarıyla altı oğlanı sonra Artemis gümüş oklarıyla altı kızı öldürmüş. Bunun üstüne çılgına dönen Niobe susakalmış. Hiç kıpırdanmadan, yiyip içmeden sadece gözyaşı dökmeye başlamış. Bu halini gören Zeus, Niobe’yi olduğu yerde taşa çevirerek acısını hem dindirmiş hem de ebedi hale getirmiş.

Bugün Spil Dağı’nın eteklerindeki kayaya bakanlar acı çeken kadın yüzünü andıran bir profil seçiyor. Ancak bu hikâyeyi bilerek ağlayan bir kadın görmek için kayaya bakan gözler ise Niobe’yi açık seçik görebiliyor. Anadolu topraklarında binlerce yıldır çekilen bütün acıların bir kadının dinmeyen gözyaşlarıyla temsil edildiği Ağlayan Kaya abidesi yaşamaya devam ediyor. Niobe’nin hikâyesini anlatan Bedriye Hanım eğitimci ve yazar bir aileye mensup. Kardeşi Ali Haydar Aksakal gibi o da şehrin hafızasında önemli bir yere sahip.

Hafıza dediğimiz şey karmaşık ve düzensiz bir alan olduğu için süzülmesi ve tasnif edilmesi metodolojik bir çalışma gerektiriyor. Anadolu’nun pek çok şehri gibi Manisa’nın da tarihsel dönemeçlerdeki anıları oldukça zengin. Bu kentte yaşayan edebiyatçı, araştırmacı, derlemecilerin yayınları hatırı sayılır bir külliyat oluşturuyor. Benim ulaşabildiğim Manisa kitapları bir büyük koliyi dolduruyordu. Bu basit gösterge bile şehrin yakın geçmişine sahip çıktığının işaretiydi. Ancak kayda geçirilen bu anıların, derlemelerin, araştırmaların ince işçiliğe olan ihtiyacı açıkça görülüyordu.

Bedriye Aksakal, şehrin çok kültürlü yapısından söz ederken 8 Eylül Caddesi’nde yıkılan son kiliseyi hatırladığını, çocukluğunda komşuluk ilişkilerinin canlı biçimde sürdüğünü, 1960’lara kadar Yahudi ailelerin Manisa’da hayatın parçası olduğunu anlatıyor. Manisa’yı derinlemesine bilen ve şehir hakkında düşünce üreten diğer yazar ve araştırmacılar gibi Bedriye Hanım da Organize Sanayi Bölgesi’nin açılmasıyla birlikte sosyal dokunun hızla değişmeye başladığını, göçle gelenlerin kendi hemşerilik ilişkilerini sürdürerek içine kapalı mahalleler halinde yaşadığını anlatıyor. Bu yaşam biçiminin Manisa kent kültürünün gelişmesini güçleştirdiğini anlatıyor. Öte yandan şehirde çok yaygın olmasa da canlı bir kültür sanat hayatı olduğunu, Belediye Şehir tiyatrosunun çok izlendiğini, turneye gelen diğer topluluklarla birlikte tiyatroya giderek daha çok ilgi duyulduğunu, mesir şenlikleri sırasındaki sanat etkinliklerinin yakından izlendiğini de aktarıyor. Manisa’nın tanınmış edebiyatçıları arasında Gülten Akın, Yusuf Atılgan, şehrin köklü ailelerinden Yakup Kadri Karaosmanoğu, Şair Eşref bir çırpıda sayılıyor.

Manisa Valilik Binası şehrin en seçkin yapılarından biri. Geçen yüzyıldan kalma iki katlı bina gerçekten zarif ve bütün şıklığıyla bir yüzü Valilik Meydanı’na diğer yüzü Emekliler Parkı’na bakıyor. Bu binada çalışanlar arasında bir şair bulunuyor; aynı zamanda İl Planlama ve Koordinasyon Müdürü olan Erşen Akar, Manisa’ya mesleki yükümlülüklerinin ötesinde bir bağlılık geliştirmiş. Yüksek tavanlı odasında konuşuyoruz, pencereden yeşil Manisa’nın güneşli havası giriyor. Erşen Akar, şehrin göç ve sanayileşmeyle birlikte ruhunu kaybettiğinden yakınıyor, yeni sakinlerinin kümeler halinde yaşamayı tercih ettiğini belirtiyor, tarihi eserlerin yok olmasıyla birlikte geçmişten kopma riski taşıdığının altını çiziyor.

Manisa, İzmir’e yakın olmanın avantajlarını yaşarken bu yakınlığın tam tersine bir etki yaratması da söz konusu. Manisalılar İzmir’e doğru ekonomik ve kültürel bir akış içindeler. İhtiyaçlarının kayda değer bir kısmını oradan karşılıyorlar. Bu durum Manisa’da yeterli birikimin oluşmasını engelliyor. Erşen Akar İzmir ile Manisa’nın ilişkisini, “Manisalılar için İzmir’e yakın olmak hem bir mazeret hem de bir gerçeklik,” diye yorumluyor. Manisa’da üretim yapan dünya çapındaki sanayi kuruluşlarının kültür ve sanat faaliyetlerine gereken ilgiyi göstermediğini, destek vermediğini belirtiyor ve şehirde bir yayınevinin bulunmamasını önemli eksiklik olarak işaret ediyor. Üniversitenin şehir kültürüne gereken katkıyı hâlâ yapamadığını anlatıyor. Erşen Akar, “Üç sultanın külliyesi bulunan bir başka şehrimiz yok, ama bu tarihsel zenginlik Manisa’nın bugünkü kültür hayatına yansımıyor,” diyor.

Anadolu şehirlerinde kültür hayatı çok derinden ve sahici dinamiklerle sürer. Mesela şehrin kunduracılar çarşısında dükkân açmış, kartvizitine “kavaf” yazmış Tezcan Karadanışman da Manisa’nın aktif kültür, sanat ve turizm insanlarından biri. Küçük dükkânın bir kapısı sokağa diğeri kunduracılar çarşısının avlusuna açılıyor. Tanıştığımızda “Manisa Bizimdir” adlı kitabı dumanı üstünde diyecek kadar yeniydi. Karadanışman on bir yıl boyunca aktif bir şekilde Manisa’yı Mesir’i Tanıtma ve Turizm Derneği Başkanlığı yapmış. Şehrin sosyal hayatında önemli bir yeri olan derneğin başkanlığından ayrıldıktan sonra Haber Gazetesi’nde köşe yazmaya devam etmiş. Kitabı da dernek yayınlarından çıkmış. Yıllardır yazdığı makaleleri bir araya toplayan bu kitap şehrin yakın geçmişinde önemli bir kesit ortaya çıkarıyor. Karadanışman, “Çok insan tanıdım, çok olay yaşadım, çok şey öğrendim. Ayrıca ekmeğimi kazanma gayretlerim çerçevesinde, Manisa Çarşısı denilen büyük ailenin bir parçası oldum,” diye anlatıyor. Çay eşliğinde sohbete devam ederken dükkâna giren çıkanlar oluyor, ayakkabı almak için gelenler kadar Tezcan Bey’le sohbet için uğrayan dostlarının sayısı da hiç az değil. Sohbet sırasında Manisa’nın kimliğinden söz açılıyor, “Şehrin büyük bir tarih yaşadığını,” belirten Tezcan Karadanışman, tarihin her döneminde kozmopolit karakter taşıdığını anlatıyor, Yahudilerin, Rumların ve Türklerin birlikte yaşadıklarını, kendi kültürlerini sürdürdüklerinden söz ediyor.

Anadolu’nun çeşitli kentlerinde yaşayan kanaat önderleri gibi Tezcan Karadanışman da şehrin hafızasının hızla silinmekte olmasından yakınıyor. Özellikle 1960 öncesinde geleneksel kent dokusunun büyük oranda tahrip edildiğinden dem vuruyor. “Manisa’nın tarihinden söz açılınca öncelikle Şehzadeler Şehri diyerek söze başlanır ama bu şehzadelerin kimlikleri ile ilgili pek söz söylenmez. Onlarla birlikte yaşamış birçok ünlü hocanın bu şehzadelere dadılık yaptığı, belli başlı komutanların onları askeri alanda eğittikleri hiç söylenmez. Bu kişilerin yaptırıp bıraktığı eserleri ve bu eserlerin çevresinde oluşan mahalleleri hiç kimse bilmez, doğrusu pek de öğrenmek istemez. Şehir yandıktan sonra tekrar planlanırken bu eserlerin durumu dikkate alınmış ama mahallelerin isimleri o günkü şartlarda ‘saltanat bakiyesidir’ diyerek değiştirilmiş. Mahallelere hiç ilgisi olmayan isimler konulunca, şehirde bir yabancılaşma durumu ortaya çıkmış, yapmacık, ilgisiz isimler nedeniyle acayip bir durum hâsıl olmuş,” diyor.

Söz dönüp dolaşıp şehrin bu günkü kültür hayatına geliyor. Sinema şehrin kültür hayatına erken girmiş, Manisalılar önce seyyar göstericilerle sonra yazlık sinemalarla tanışmış. Karadanışman ilk sinemayı şöyle anlatıyor: “Osmanlı zamanında Avrupa’daki teknik gelişmeler Manisa’ya da yansıyor, halkın şaşkın bakışları ile karşılaşıyormuş. İlk gramofonu, Sultan Önü’ndeki kahvenin işletmecisi Abdurrahman Efendi getirip kahvesine kurmuş. Plağı koymuş, başlamış gramofondan Hafız Burhan’ın gazeli yükselmeye. Kahvedekiler müziğin makineden çıktığına inanamamışlar, masaların altında, ocaklıkta gazel okuyan adamı aramaya başlamışlar. Eskiden Altı Lambalı olarak anılan şimdiki Cumhuriyet Caddesi, Vali Konağı çevresi, Fatih Parkı yani eski Saray Mahallesi çevresine küçük bir motor marifetiyle elektrik sağlanıyormuş. Bu yenilik bazı gelişmelere de ön ayak olmuş. Bunlardan biri, Çamlık’ta kurulan Manisa’daki ilk sinemaymış. Bir süre devam eden sinematograf, ardı ardına gelen seferberlik, Kurtuluş Savaşı gibi olaylar sonucu epey bir süre unutulmuş, Yangın sonrası yeniden kurulan Manisa’da şehrin belirli yerlerine elektrik yeniden gelmiş, Sinematograf bu defa Yarhasanlar Mahallesi’ndeki Kazılcı Kahvesi’nde gösterime başlamış.”

Manisa’da sinemaların canlı bir geçmişi olduğunu işitmiştim ancak Tezcan Karadanışman’ın dilinden renkli hikâyelerle birlikte sinemacıların isimleri de dökülmeye başlayınca durum gerçeklik kazandı. Demircili Hacı Bey, İhsan Bey, Şen Sineması, Köse Halit Bey, Zevk Sineması, Şehir Sineması, Beyazsaray Sineması, Köşk Sineması, Çınar Sineması, Çiçek Sineması… adları bile filmlere yakışır hayal alemlerinin kapısını açan sinemalar ve sinema insanları bunlar belli ki…

Tezcan Bey’in kunduracı dükkânında eski sinemalardan söz ediyoruz. Şimdilerde sinemalara pek rağbet edilmediğinden, AVM’lerde açılanların bağımsız salonların yerini tutmadığından konuşuyoruz, bu arada çaylar gidip geliyor, bir ara nereden çıktıysa iki avuç üzüm çıkıyor ortaya. Mevsimi değil ama eğer olsaydı en hasından taze Manisa üzümü yiyecektik besbelli. Sehpada kehribar rengi parlayan kuru üzüm tanelerini demli çay eşliğinde atıştırırken bu kez ben Tezcan Bey’e bir üzüm hikâyesi anlatmaya yeltendim. Tereciye tere satma babından olacaktı ama “Üzüm ile Saba Melikesi” hikâyesi Manisa’da belli ki gayet iyi biliniyordu.

Gediz Ovası’nda üzümün ilk yetişmesini efsanelerin derinliklerinde buluyoruz. Hikâye Saba Melikesi Belkıs’a kadar uzanıyor. Tarihlerin birinde Saba Melikesi’nin yolu Ege kıyılarına düşmüş ve İzmir’in Kadifekalesi’nde şanına uygun bir yer bularak dillere destan bir kâşane yaptırmış. Gel zaman git zaman körfezin seyrinden sıkılan Saba Melikesi şöyle bir açılmaya, dağların arkasında ne var ne yok diye bakmaya karar vermiş. Hemen o gün giyinip kuşanmış, en gösterişli takılarıyla birlikte nadide inci gerdanlığını da takmış. İzmir’in mavi Körfezi’nden kalkıp Manisa Ovası’nın yeşiller denizine gelen Melike, huzur içinde gezinir, toprağın bereketinden gözleri kamaşırken birden gerdanlığı çalılardan birine takılmış ve güzelim inciler ovaya saçılmış. Namı büyük Saba Melikesi telaşa kapılmış, saçılan incileri toparlamaya çalışmış ancak başa çıkamamış. Bunun üzerine öfkelenen Melike toprağa bakarak haykırmış, “Hemen incilerimi geri ver!” Toprağın Melike’ye cevabı muhteşem olmuş: Ovada yeşeren asma kütükleri inci taneleri gibi üzümler vermeye başlamış.

Saba Melikesi bu işe ne dedi bilinmez ama biz burada kuru Manisa üzümleriyle mutluyuz doğrusu. Tezcan Karadanışman şehrin yakın tarihi konusundaki engin bilgisiyle bugün de ekonomide önemli yeri olan Manisa bağcılığını şöyle anlatıyor: “Bağcılık Osmanlı döneminde Rumlar tarafından başlatılmış, daha sonra Müslüman Türk halkı arasında rağbet görmüş. Cami imamından müderrisine, esnafından memuruna kadar her kesimden halk bağcılık yapmaya başlamış. Bu sayede bir yan gelir kapısı açılmış ve aynı zamanda yazları çok sıcak olan Manisa’da sayfiye ihtiyacı karşılanmış.

Cami imamları sabah namazı ile öğlen namazı arasında yakındaki birkaç dönümü geçmeyen bağına merkep sırtında gider, o süre içinde bağını işler ve yine görevine dönermiş. Keza esnaf kesat olan aylarda yanında çalıştırdığı çırak ve kalfaların yardımıyla imece ile çalışarak bağını işlermiş. Hasat zamanında aileler ‘bağ damı’ denilen evlere göçerler ve hem serinleyerek sayfiye ihtiyaçlarını karşılar hem de üzümlerini hasat ederek yan gelirlerini sağlarmış.” Bağ geleneği şehrin köklü ailelerinde hâlâ devam ediyor ancak üzüm üretimi günümüz koşullarına uygun halde yapılıyor.

Manisa uzun yıllar tarım şehri olarak anılmış, sanayileşmeyle arasına mesafe koymuş. Büyük toprak sahiplerinin etkisiyle hükümetlerin ekonomik politikası tarımdan yana olmuş. Sanayileşmeden 1960’ların ortasına kadar hiç söz edilmemiş. “Mesela,” diyor Tezcan Karadanışman, “Pamuklu Mensucat Fabrikası’nın uzun süren mücadelelerden sonra şehre gelmesi bunun bir örneğidir. Daha sonra Organize Sanayi Bölgesi kurulunca sanayi yatırımları hız kazanmış. Buna rağmen Gediz Havzası denilen Menemen ile Alaşehir arasındaki çok mümbit ova, özellikle çekirdeksiz üzüm üretiminde öncelikli yer tutuyor.”

Naci Yengin de “Dünden kopmak istemeyen, dünde kalmak istemeyen ama özelliklerini yok etme tehlikesi yaşayan bir şehir.” diye anlatıyor Manisa’yı. Naci Hoca ile öğretmenevinin lokalinde konuşuyoruz. Anadolu’da bir süreden beri öğretmenevleri şehir entelektüellerinin buluşma yeri haline geldi. Genellikle merkezde bulunan öğretmenevleri, misafirhaneleri ve lokalleriyle şehirlerin sosyal hayatında önemli bir yer tutuyor. Naci Hoca bugünkü Manisa’yı anlatırken 1985’ten itibaren başlayan şehirleşmeye rağmen merkezin hâlâ tarımcı olduğunu ancak şehirde yaşayanların köylerdeki tarlalarını ekmeden bıraktığını anlatıyor. Manisalıların şehre yatırım yapmadığından yakınırken “İzmir faktörü” nün altını çiziyor. 1947’den itibaren geleneksel dokunun Avrupa’dan gelen mimari eğilimler doğrultusunda büyük oranda tahrip edildiğini, Evliya Çelebi döneminden beri gelen şehir mimarisinin, tek katlı evlerin, iki katlı konakların yıkıldığını anlatıyor. Naci Yengin’in üniversitelerde ve liselerde gençlere Evliya Çelebi konferansları verdiğini bildiğim için yorumlarını önemsiyorum. Naci Hoca o dönemde birlikte yaşama kültürünün belirgin olduğundan söz ederek, “Sosyal hayatta insanların birbirine yan gözle bakmadıkları bir ortam vardı,” diyor ve “O zamanları bu güne getirmek mümkün değil,” diye faslı kapatıyor.

Evliya Çelebi’nin Manisa hakkında yazdıklarını “Tarihin İçinde Manisa” kitabında değerlendiren Feridun Emecen ise Seyahatname’nin şehir tarihiyle uğraşanlar için önemli bir kaynak olduğunu belirtirken, “Onun verdiği bilgileri daha başka mevsuk kaynaklarla mukayese etmek ve hatta dikkatle kullanmak zarureti vardır,” diyor. Emecen, Evliya Çelebi’nin Manisa’dan sitayişle bahsetmesini aynı zamanda kişisel yakınlığıyla da açıklayarak, “Ailesinin menşe itibariyle Kütahyalı olduğunu bildiğimiz Evliya Çelebi atalarından birinin Saruhanoğulları beylerinden Demircioğlu Kara Mustafa’nın kardeşi olduğunu belirtip mezarının Manisa Çaybaşı kabristanında bulunduğunu yazar ki bundan da Manisa ve civarını niçin kendi memleketi gibi gördüğünü ve neden buraya hususi bir alaka gösterdi kolayca anlaşılır,” diyor.

SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN MANİSA

Evliya Çelebi’den 300 yıl önce

İbn Batuta-1350’ler

“Yezmîr’den Magnesia’ya doğru hareket ettik. Bayramdan bir gün önce orada ahılardan birinin tekkesinde konakladık. Burası dağ eteğinde güzel ve büyük bir şehir. Kuruldukları ovada zengin su kaynakları nehirler ve bahçeler var.

Şehrin hükümdarı Sâruhân adında biridir. Buraya geldiğimizde onu birkaç ay evvel ölmüş oğlunun türbesinde bulduk. Bayram gecesi ile sabahını anne ile baba bu türbede geçirmişler. Çocuğun cesedi yıkanıp hazırlanmış, kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut içine konmuş ve cesetten çıkan kokunun kaybolması için çatısı açık bir kubbeye asılmıştı. Bir süre sonra çatı örülecek, tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün örtüleri örtülecekti. Pek çok hükümdar için böyle yapıldığını daha önce görmüştüm ben.”

Evliya Çelebi’den 30 yıl sonra

Joseph de Tournefort 1701

“16 Kasım sabahın üçünden öğlene kadar şu büyük Manisa Ovası’yla son bulan oldukça düz bir bölgede yürüdük. Manisa Ovası’nın güneyinde doğudan batıya doğru büyük bir alanda yayılmasına karşın bize Uludağ’dan daha alçak gibi gelen Spilos Dağı yer alıyor. Sipilos’un en yüksek doruğu Manisa’nı güney doğusunda kalır ve bu kent Bursa’nın ancak yarısı kadardır. Bu iki kent arasındaki tek benzerlik konumlarıdır, çünkü Manisa’da ne güzel Kiliseler ne de güzel kervansaraylar a rastlanır ve bu kentte yalnızca pamuk ticareti vardır. Halkın çoğu Müslümandır, hem Rumlardan hem de Ermenilerden fazla olan Musevilerin kentte üç sinegogu vardır. Kale o kadar ihmal edilmiş ki harabeye dönmüş; tek süsü birkaç eski selviden öteye geçmeyen saray da aynı durumda…”

Evliya Çelebi’den 80 yıl sonra 

Erederie Hasseloust 1749-1751

Doğabilimci Hasseloust Manisa yaklaşırken yabani olarak yetişen safran bitkisi dikkatini çeker. Doğuya özgü bu safran türünün dağların tepelerinde değil yamaçlarda ve gölgede, solgun sarı renkte yetiştiğini anlatır. Daha önemlisi bu kıymetli bitki yine çok kıymetli bir ağaç türü olan Sandal (arbatrus andracchne) nin altında yetişmektedir. Anadolu’da ekilmeden yetişen bu çok kıymetli ve pahalı bitki Manisa’dan Bursa sınırına kadar büyük miktarda bulunmakta olup Asya ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerine ihraç edilmektedir. 

MANİSA KAYNAKÇA

AKSAKAL, Bedriye, “Bir Zamanlar Manisa”,Kendi Yayını 2002

AKSAKAL, Bedriye, “İnönü Manisa’da”,Kendi Yayını 2011

Aksakal, Bedriye, “Anılarda Manisa”,Kendi Yayını 1986

Aksakal, Bedriye, “Manisa ve Ege Bölgesi”, Kendi Yayını 1987

Aksakal, Bedriye, “Sazıyla Sözüyle Manisa, ManisaTurizm Derneği Yayını

Aksakal, Bedriye, “Yeşilin Atlası Manisa Tarzanı”, Kendi Yayını 2009

Aksakal, Bedriye, “Manisalı Kadınlar”, Kendi Yayını 2000

Aksakal, Bedriye,   “Spil’den Esintiler”, Kendi Yayını 2005

Aksakal, Bedriye,   “Melek Öğretmen” Kendi Yayını 2006

Aksakal, Bedriye,   “Biz Sevginin Adıyız”, Kendi Yayını 2009

Aksakal, Ali Haydar, “Niobe ve Manisa’nın Gizemli Tarihi”, Kendi Yayını 2011

Aksakal, Ali Haydar, “Kayacık Beldesi ve Şahinkaya”, Kendi Yayını 2010

Aksakal, Ali Haydar, Manisa’nın Bilinmeyen Değerleri, Kendi Yayını 2003

Aksakal, Ali Haydar, Batı Anadılu ve Tarihi Kentler, Kendi Yayını 2007

Avan, Hakkı, “Onların Hikayesi”, Manisa Kültür Sanat Kurumu 2005

Avan Hakkı, “Manisa Tarzanı”, Manisayı Mesiri Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını

Akar, Erşen, Sevgili Manisa,

Bilgi Necdet, “İstiklal Yolunda Bestekar Bir Müftü”, Manisa Belediye Yay. 6 2008

Bayat, Ali Haydar, Manisa Mesir Bayramı ve Darüşşifası, Manisa 1981

Dedeoğlu Hasan, Okumuş Necdet, “Manisa Müzesi Hat Koleksiyonu”, Manisa Valiliği 1999

Emecen, Feridun M. “Tarihin İçinde Manisa”, Manisa Belediyesi Kültür Yayınları Mart 2006

Karadanışman, Tezcan, Manisa Bizimdir, Manisa’yı Mesiri Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını 2012

Okumuş Necdet, “Şiirlerde Manisa”, Manisa Kültür Sanat Kurumu, 2006

Akgül, Hüseyin, Manisa Folkloru, Manisa Turizm Derneği Yayını,Manisa’yı Mesiri Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını 1987

Yörükoğlu Nihat, “Mesir Macunu ve Terkibine Giren Maddeler”,

Aren, Kemal Y. “Çaybaşı’ndan Manisa’ya”

Manisa Guide 2007    Manisa Valiliği

Fotoğraflarla Manisa Manisa Valiliği 2007

Manisa Kültür ve Turizm Dergisi Ocak Şubat 2012