Fabrika Kızı
“Gün doğarken her sabah, bir kız geçer kapımdan, köşeyi dönüp kaybolur, başı önde yorgunca.”
Bora Ayanoğlu’nun yaklaşık 50 yıl önce Türk pop müzik literatürüne kazandırdığı ilk işçi şarkısı bu sözlerle başlar.
Editör: Ulaş Tosun
Fabrika Kızı, bugün halen pop literatüründeki nadir işçi şarkılarından olma özelliğini korumakta. Ayanoğlu, eski İstanbul’da geçen çocukluğunda okula gitmek için Haliç’ten her geçişinde, Tekel Cibali Tütün Fabrikası’ndan yayılan, burada işçilik yapmaya başlayan manevi ablası Behice Hanım’ı yatağa düşüren ağır kokuyu halen hatırladığını söylüyor. Ağır kokusuyla İstanbul kent kültüründeki yerini, öğrencilerinin büyük kısmının burslu eğitim aldığı bir üniversiteye bırakan mekanın kaderindeki değişimin, genele yayıldığını söylemek doğru olmaz. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Kampüsü olan yapının yer aldığı Haliç halen merdiven altı tekstil atölyelerinin yoğun olduğu ve kentin ucuz iş gücünü karşıladığı bir konuma sahip. Bu iş gücünün en önemli kaynağını ise fırsat eşitliği ellerinden alınmış olan kız çocukları oluşturuyor. Kadir Has Üniversitesi Komşuluk Hakkı Projesi kapsamında, çalışmalarını sürdüren Belgesel Fotoğraf Atölyesi, Canon Eurasia’nın desteğiyle gerçekleştirdiği bu çalışma, eğitim olanağından yoksun ve çocuk yaşta ağır işçilik yapmak zorunda bırakılmış 10 işçi kız çocuğuyla gerçekleşti. Ayanoğlu’nun “Fabrika Kızı” adlı şarkısından ilham alan proje kapsamında, Haliç bölgesinde yaşayan işçi kızlara 2 aylık fotoğraf eğitimi verildi. Gündelik hayatlarını fotoğraflayan 21 yüzyılın fabrika kızlarının eserleri kendisini kadın ayrımcılığına karşı sorumlu hisseden isimler tarafından öyküleştirildi. Fabrika kızlarının tanıklıklarıyla penceresi açılan bu dünyada, tıpkı şarkının mırıldandığı şekliyle, onların ihtiyar anaları gibi kadınlığını ve çocukluğunu bilmeden mecbur edildikleri hayatları yaşadıklarını gösteriyor.
Yazı : Gaye Boralıoğlu / Fotoğraf: Dilek Aytekin
Dünya çukur.
Yukarı çıkmak için…
yakayı gövdeye, cepleri cekete, alı mora,
yastığı rüyaya, denizi buluta, hayali dünyaya,
olmazı olura…
önce teyellemek sonra dikmek lazım Dilek Abla.
Eh, gerisini sen düşün.
Yazı : Pınar Öğünç / Fotoğraf: Dilek Kurşun
Şimdi o geldi aklıma… Gelin gittiğim ev sobalıydı benim.
Kayınpederimin fıtığı vardı, e kaynanalar nazlı. Ben yakardım sobayı,
yakmayacaksın da n’olacak? Camlar demir çerçeveli, yan duvar kuzeye
bakıyor. Sobayı harlasan bile mesela ben tek bir gün evde terliksiz
dolaştığımı hatırlamam. Taş öyle emerdi ki buzu, çocuğun olmaz, idrar
zoru yapar en hafifinden.
Sonra kendi evimize çıktık biz, amanın o ne soğuk. Çorabın üstüne yün
patikle giyiyordum o zaman terlikleri. Bir numara büyük almak lazımdı,
yoksa girmez ayak. Şimdi kombisi var kızımın evinde. Düz ince çorapla
yere bas için ürpermez. Sigarayı da içerde içiyorum valla. Yeri gelir
açarsın camı, havalanır. Şahsi kombi neticede.
Yazı : Sezen Aksu / Fotoğraf: Sibel Soylu
Dünya yorgun düşürdüğünde, kendi dünyasına sığınır, kendi hayal dünyasında soluklanır insan… En çok da çocuk…
Bedenin ne kadar küçükse, kurulan dünya da inadına o kadar büyük olur… İmkansız yoktur orada, uzak yoktur; olmaz, olmaz…
Hayal kurmak, çocukların çok daha özgürce kullanabildiği, zamansızlığa ve mekansızlığa açık bir bilettir….
Yazı : Sevda Alankuş / Fotoğraf: Kübra Akdemir
Palimpsest; silinip silinip, üzerine defalarca yazılabilen, ama yazılanların hiç bir zaman tam olarak kaybolmadığı, silinemediği, bir kadim zamanlar “kağıdı”… J. Derrida’nın kullanımında, anlamın metinlerarasılığına, bir özün yokluğuna, ötekinin hep buradalığına, ben ile birliğine, fark olarak yok edilemezliğine dair bir metafor….
Cibali;mekanları, insanları, dilleri üst üste, yanyana, alt alta palimpsest gibi yazılmış, dokunmuş bir semt…hem ve hep Bizans, Osmanlı, Ermeni, Rum, Yahudi, Türk, Kürt, Alevi, Laz, şimdilerde Suriyeli Arap…
Cibali’de kimbilir hangi kadim mekana “karşı” yükseltilmiş, onu silmeye yeltenmiş, palimpsest gibi “modern” bir duvar….; “sevgisinden canı yanan birinin “seni seviyorum”u ile, “ötekinin” kimbilir hangi aşk, hasret, yoksulluk acısıyla yürekten kopmuş “Daye Zore” (“Zor be Anne”)’si birbirine dokunuyor, birbirini dokuyor…araya diğerleri de karışıyor, sızıyor….
Duvarın önünde çocuk coşkusuyla, umursamazlığıyla çember oluşturmuş beş kız; nerelerden geldiklerini ve nerelere gideceklerini, birbirlerinden, Cibali’nin üst üste yazılmış tarihinden, annelerinden, başka kadınlardan, hangi silinmeyen izleri devraldıklarını ve hangilerini bırakacaklarını, bilmiyoruz….
fotoğrafı çeken, anı yakalayarak, bir yandan iz(ler)i kaydederken, kendi iz(ler)ini de bırakan, belki de sür(dür)en Kübra; hem Cibalili, hem de Siirtli… Ailesinde Arap, Kürt, Türk hepsi varmış ve mutlaka daha da çoğu….
Yazı : Hasan Bülent Kahraman / Fotoğraf: Şilan Toksoy
Ne kadar çok hayatlarımız…
Bir genç kız tarafından çekilmiş bu resme uzun süredir bakıyorum. Dönüp dönüp bakıyorum. İçimi acıtan bir şeyler buluyorum bu resimde. Fotoğrafların daima acı verdiklerini biliyorum. Sevmedim hiçbir zaman görüntülere bakmayı. Sadece yitip gideni değil, çoğu zaman tanıklık etmek istemediklerimi de bulduğum için görüntülerde fotoğraflar daima uzağımda kaldılar. Hatırlamak insanın belleğinde olduğu, kaldığı kadarıyla lezzetli. Veya değil…
Ama acı verene dönmenin de bir çekiciliği var. O nedenle dönüyorum bu görüntüye. Ve aklıma üşüşen sayısız düşünceyi örgütlemeye çalışıyorum. Bu kadar zengin, bu kadar çok katmanı olan, bu kadar kapsamlı görüntü insanı boğuyor.
Hayatlar var burada. Doğal. Hayatın içinden çekilmiş bir fotoğraf bu. Yoksulluk var. Tam yoksulluk değil. Hayatın darlığı diyelim. Ölçülülüğü. Hayatın getirdiği kısıtlamalar.
Kesişen yaşantılar! Hayatın görkemini o yaratır. Çok hayatın kesişmesi. Ve bu fotoğrafın gücü de oradan kaynaklanıyor.
İşte, bir mekan. İki ayrı hayat. Kutsallığın dünyasıyla güncel, sıradan ve dünyevi olanın iç içe geçişi. Asıl düğüm bu. Tevekkül, teslimiyet ve belki de onun sağlanması için hayata yönelik tutku. İki gencin heyecanı ve namaz kılan insanın sükuneti. Nimetin hazırlanışı ve onu nasip eden Tanrı’nın mevcudiyeti; bereket… Kuşaklar ve farklar ve çokluk…
Bütün bunlar aslında mekanın çoğulluğu. Son kertede bir mekan görüntüsü bu. Kutsalı ve dünyevi olanı bir araya getirip, mekanın alçakgönüllü ama hakim iktidarını vurguluyor bu fotoğraf. Hayatlar o mekana gömülü. Gene de: mekan insandır.
Ne kadar çok, hayatlarımız…
Yazı : Cüneyt Özdemir / Fotoğraf: Emine Kurşun
Hemen hergün en az bir ya da bir kaç tane kadın cinayeti, erkek terörü önüme geliyor. Haber merkezinde hepimiz biraz çaresizlik biraz da suçlulukla bu cinayetler nasıl bir çözüm olacağını kara kara düşünüp duruyoruz. Çoğu zaman eğitim şart adındaki uzak bir ülkeden medet umuyoruz. Bu karamsarlıktan dolayı da çoğu zaman görmezden geliyoruz. Bu fotoğrafa bakarken içimden ‘işte’ dedim ‘günün birinde Türkiye’de kadın cinayetlerini DE engellemenin yollarından biri, kadınların hayatın içine katılmaları..’ Bu da kadınların üretkenlikleri ve ekonomik bağımsızlıkları ile mümkün. Bundan yıllar önce mikro kredinin kadınların hayatında yarattığı büyük değişimleri gördüğümde hayran olmuştum. Şaşırmış, bu kadar küçük dokunuşların yarattığı farklılıklar karşısında etkilenmiştim. Bu atölye kimin, bu biraz mahçup biraz da utanarak fotoğraf çektiren kadının adı ne bilmiyorum. Ancak ben bu fotoğrafa baktığım zaman çalışkan, üretken, mutlu bir kadın görüyorum. Bağımsız ve özgür bir kadın… Günün birinde Türkiye özgür bir ülke olacaksa kadınlarını özgürleştirerek ve elbette yaşatarak olacak.
Yazı : Karin Karakaşlı / Fotoğraf: Gözde Özkorkmaz Sezgin
Bismişah, Allah Allah
Eşikten geçtim, huzuruna geldim. Dünyayı kapının önünde bıraktım da geldim.
Kendimi bulmaya geldim. Burada herkesle birim.
Kendimi kaybetmeye geldim. Burada her şeyimle hiçim.
Tavanlar bilir sustuklarımı. Her gece bir onlara anlattıklarımı. Bir Allahın bildiğini aldım da geldim.
Medet Allahım medet
Gel derdime derman eyle
İstemekten korkmamayı senden öğrendim. Şükretmeyi, umut etmeyi senden.
Verebileceklerimi verecek cesaret, alacaklarımı bilmeye hikmet, edeceklerimi eylemeye kudret
almaya geldim.
Çok sevdim, anlamı kem gözlerden sakınmak için geldim.
Dünya unutturuyor bana beni. Unuttuklarımı hatırlamaya, bildiklerimi duymaya geldim.
Sen duy sesimi Allahım. Var olmak için yok olmaya geldim.
Pirler aşkına, erenler demine Hüü.
Gerçeğe Hüü.
Allahım koş yardıma.
Beni sakın hakikatimden ayırma.
Yazı : Burcu Aktaş / Fotoğraf: Hatice Akyüz
Babası zordu, kocası ondan da zor bir adam çıkmıştı. Bir Haydar’ın evinden öbür Haydar’ın evine gittiğinde üzerine giydiği yelek iki beden küçüldü, evin üç penceresi yetmez oldu nefes almak için. Her işi yokuşa süren kocasıyla bir ömür geçerken kızına tutundu.
Yazı : Aret Vartanyan / Fotoğraf: Zeynep Aytan
‘ Yorgun da olsa gözler, yaşamın getirip götürdüklerinin izlerini taşısa da yüzdeki çizgiler, her kadının yüreğinde taşıdığı güzellikler keşfedilmeyi bekler. Açığa çıkar bazen bir kemençe tınısında, bazen bir İstanbul hoşsedasında. Her kadın, bir dünya taşır yüreğinde… Sevgiyle kucaklanmayı, sarmalanmayı hakeden, sana seni yansıtan…’
Yazı : Bora Ayanoğlu / Fotoğraf: Şeymanur Zateroğlu
İşçi kardeşim Şeymanur’un çektiği fotoğrafa bakınca tekrar hatırlıyorum Fabrika Kızı’nı;
Bir evi olsun ister, bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir, gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası..
Demiştim, o yıllarda ben de gençtim, dile kolay nerdeyse 50 yıl geçmiş üzerinden. Kara bir plağa okudum ilk, sonra radyo mikrofonuna. Sevildi, konserlerde söyledim, kameralara söyledim, zaman değişti önce kasete sonra cdye okudum.
Ümit ederim bu çocuklar, her sabah fabrikalara değil okullara yollanana ve yarınları umut dolana kadar dillerden düşmez Fabrika Kızlarının şarkısı.
Proje Künyesi
Editör: Ulaş Tosun
Fotoğrafçılar: Kübra Akdemir, Hatice Akyüz, Zeynep Aytan, Dilek Aytekin, Emine Kurşun, Dilek Kurşun, Gözde Özkorkmaz Sezgin, Sibel Soylu, Şilan Toksoy, Şeymanur Zaferoğlu
Yazarlar: Burcu Aktaş, Sezen Aksu, Sevda Alankuş, Bora Ayanoğlu, Gaye Boralıoğlu, Karin Karakaşlı, Hasan Bülent Kahraman, Pınar Öğünç, Cüneyt Özdemir, Aret Vartanyan
Eğitmenler: Ulaş Tosun, Tuğba Kırallı,Müge Ispartalı
Proje Sponsoru: Canon Eurasia
Kadir Has Üniversitesi Sosyal Sorumluluk Projesi