İstanbul; Karadeniz’e Düşen Sevda

Denizleri birleştiren bir kentti İstanbul. Karadeniz’in uzak kıyılarından yola çıkan çektirmelerin, mavnaların, şileplerin hem sılası hem de gurbetiydi…

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Sinan Çakmak

Daha birkaç gün önce çarşaf gibi derler ya öyleydi Karadeniz. Şaşırmıştım önce. İstanbul’un Karadeniz kıyılarındaki en batı ucundan boğaza doğru çıktığım yolculukta denizin sakinliği karşılamıştı beni. Bu sakinlikte sırtımı Karaburun Feneri’ne vermiş dingin denizi dinlemiştim. Karşımda ufuk çizgisini örten puslu havanın hemen altında gümüş telleri Karadeniz’in, yabancı kıyılardan kalkıp yol alan gemilerin dalgalarıyla titremişti. Fenerci Ümit’le Tahlisiye İstasyonu’nun bahçesinde oyalanırken rüzgarsız ve pürüzsüz denizi izleyerek sohbete dalmıştık. O da şaşırmıştı denizin bu kadar sakin oluşuna. Tahlisiye görevlisi olarak denizin güvenliğinden sorumlu olması biraz da sevindirmişti onu. Doğru ya Karadeniz bu kıyısı İstanbul’a bitişik olsa da çıldırmaya görsün her yerde aynıdır kudreti. Hele büyük gemiler yol alırken kaptanları daha dikkatlidir dümen başlarında.

Karaburun Köyü’nde yaşam da fenerin yapımından sonra şekillenmişti. İstanbul’a bağlı en son köy olan Yalıköy’ün güneyinden İstanbul’a doğru yayılan Yıldız Dağları mavi kıyılara yeşili de getirmişti. Terkos Gölü’yle birlikte dağların yeşili gölün sarı sazlıklarına az ötede de Karadeniz’in sularına ulaşmıştı. İstanbul Boğazı’na doğru ise 20-25 km boyunca durum farklıydı. Karaburun Köyü’nün başladığı yerde kıyı boyunca uzayıp giden taş ocakları ve kömür madenleri doğanın rengini örtmüş Karadeniz kıyıları kire pasa bulanmıştı.
Fenerci Ümit anlatmıştı Karaburun’un geçmişini;

“Köyde hayat fener kurulduktan sonra şekillenmeye başlamış. Fener yapımından sonra öncelikle istasyon memurlarının ikametiyle oluşan köyün nüfusu daha sonra Karadeniz’den gelen ormancı ve balıkçıların köye yerleşmesiyle artmış. Şimdi ise daha çok emeklilerin, yazlıkçıların yaşamak için tercih ettiği bir köy haline geldi Karaburun”

Karadeniz’in en tehlikeli yerlerinden birinin Karaburun olduğunu öğrenmiştim ondan. Aydınlatma gücü sıralamasında en büyük fenerler arasında sayılan Karaburun Feneri’nden ve kıyı emniyeti için yapılan Tahlisiye İstasyonun varlığından bunu anlamıştım. Genellikle İstanbul’un bu uzak Karadeniz kıyısında Varna’dan, Ukrayna’dan, Bulgaristan’dan ve Romanya’dan kalkan gemiler İstanbul Boğazı’nın yolunu tutarlarmış. Buradaki kıyı emniyetinin görevi de onların güvenli geçişini sağlamak. Fenerin hemen önünde bitmiş çalılıkların arasından sivrilen mezar taşları dikkatimi çekmişti. Kimsesizler Mezarlığı diye adlandırılan mezarlıkta yatanların tamamı deniz kazalarında can veren gemi mürettebatı ve yolculardan oluşmuştu. Işığı açık havada 30 mile kadar uzayan ve beş saniyede bir çakan fenerin önünde canlarını alan denize karşı sonsuz bir uykuya dalan denizcilerin fısıltılarını işitmiştim. Gecenin karanlığında denizle birlikte beş saniyede bir aydınlanan mezarlığın sakinleri geçen gemilere selam veriyorlardı. Hırçın ve soğuk denizin ortası bir zamanlar onlar için yangın yerine dönmüştü. Aklıma Nazım Hikmet’in Vapur şiirinki mısraları gelmişti:

“Bir vapur geçer Varna önünden

Uyy Karadeniz’in gümüş telleri

Bir vapur geçer Bogaz’a doğru

Nazım usulcacık okşar vapuru

Yanar elleri, Yanar elleri”
Göç hikayeleri, mübadele günleri, hasretlik denince akla Akdeniz ve Ege kıyıları gelir. Karadeniz’in İstanbul tarafı pek bilinmez. Oysa dönüşü olmayan yolculuklar burada da yaşanmıştı. Trakya’nın Karadeniz kıyılarını son bir kaç yüz yılda sosyal açıdan şekillendiren de 93 Harbi, Balkan Savaşları ve Cumhuriyet sonrası mübadele günleriydi. Geçmişte nüfusunun büyük çoğunluğunu Rumların oluşturduğu kıyılar sonraları Karadeniz’de yaşanan savaşlardan yurduna dönemeyip buradaki köylere yerleşenlerden, Balkanlar’dan ana yurda dönen muhacirlerden ve Doğu Karadenizlilerden oluşmuştu. Rumlardan geriye bazı köylerin isimlerinden, eski yarı harabe evlerden ve kilise kalıntılarından başka bir şey kalmamıştı.

Karaburun’dan doğuya İstanbul Boğazı’nın girişine doğru yol alırken içinden geçtiğim köylerde geçmişin izlerine rastlamıştım. Arnavutköy ilçe sınırlarından çıkar çıkmaz Kemerbugaz’da su kemerleri ağaçların birlik olup Belgrad Ormanına dönüşmeye başladığı yerlerde olduğu gibi duruyorlardı. Ardından kayınların, meşelerin, kadim çınarların arasından kıvrılan yol Kilyos’a uzuyordu. Yol üstünde bu kez yeşilin renksiz betona dönüştüğü yüksek duvarlı süslü siteler belirmişti. Demirciköy, köy olmaktan çıkmış, denize doğru uzayan orman yakın dönem yapılarıyla dolmuştu. Köyün ortasındaki yol kavşağında bir kahve bulup soluklanmıştım. Demirci Köyü Kilyos’a 2 km mesafedeydi. Yakın dönem yapılaşmalarla bu iki köy neredeyse birleşmişti. Kahvede denk geldiğim köyün muhtarı Ali Kaptan ile Kilyos ve Demirciköy üzerine konuşmuştuk. Osmanlı döneminde köy paşaların yazlık yerleri olarak kullandığı konaklarıyla doluymuş. Köyün eski sakinleri de yine Rumlarmış. Aile büyüklerinin 1956 senesinde Rize’den geldiklerini söyleyen Kaptan, köyün o zamanlar ormancılıkla, tarımla uğraştığını ve 8-10 haneden oluştuğunu anlatmıştı. Son yirmi otuz sene içinde imara açılan arazilerle birlikte köyün neredeyse tamamında ve çevresinde siteler yapılmıştı. Bir zamanlar yolu bile olmayan bağlı oldukları Sarıyer ilçesine yürüyerek ya da atlarla giden köy halkı da tarımı, ormancılığı bırakıp inşaat işleriyle meşgul olmaya başlamış. İstanbul’un hazin kaderi olan inşaat merkezdeki semtlerden sonra kıyılara kadar ulaşmıştı.

Kilyos’a vardığımda geçen gün uysal bir gölü andıran Karadeniz gerçek karakterine dönmüş gökyüzünü saran kara bulutlar denizle birleşmişti. Kilyos’u üne kavuşturan kumsalı hırçın dalgaların köpüğüne boyanmıştı. Kilyos isminin Rumcada ‘kum’ anlamına gelen ‘Kilya’ sözcüğünden türediği söylenir. Başka kaynaklarda ise ‘Kuwaila’ ‘ güzel geçit-boğaz’ anlamında ‘Killa’ sözcüğünün dönüşümüne bağlanır. Aslında resmi ismi Kumköy olan Kilyos bu yeni ismini Cumhuriyet döneminde almış. Fakat halk arasında eski ismi kullanılagelmiş. Diğer kıyı köyleri gibi Kilyos da esasen balıkçı köyü. Sarıyer’e bağlı Kilyos’un kaderi 1960lı yıllarda dönemin İstanbul sosyetesinin gözde yeri olmasıyla değişmiş.

Yaz günleri dolup taşan sokaklarda kimseler yoktu bu sefer. İnsan kalabalığından arınmış sokaklarda gezinirken denizi gören aralıklardan iskeleler, kıyıyı kesen tepeciklerde eski su terazileri görünüyordu. Tarihi Doğu Roma dönemine kadar giden Kilyos Kalesi ise doğuda askeri bölgenin sınırları içinde kalmıştı. Kalenin bulunduğu tepeden denize doğru inen patikayı takip ettiğimde sarp kayalıklar çıkmıştı karşıma. Salaş balıkçı barınakları çıldırıp duran dalgalardan yükseğe yapılmıştı. Deniz adamı balıkçılar bile ürkmüştü denizden. Ürkülmeyecek gibi değildi. Karadeniz boğaza yakın, kendisine yol arayan bir nehir gibi coşuyordu. Bütün rüzgarlar birlik içinde dört bir yandan boğaza götürüyordu dalgaları. Denizin sularını takip edip Rumelifeneri’ne gitmeliydim. Fakat yol burada bitmişti. Geri dönüp Sarıyer yoluna sapacak oradan önce Garipçe’ye ardından Rumelifeneri Köyü’ne gidecektim.

Belgrad Ormanı’ndan kıvrılarak ilerleyen yola sis çökmüştü. Yolun kenarlarından uzayan, yüksekte bir yerde birleşen ağaçları bile zor seçiyordum. Geride bıraktığım dalgalı denizle karşımda duran bu eşsiz manzara İstanbul’da olduğumu bile unutturmuştu bana. Bir süre sonra Garipçe Köyü’ne varmıştım. İstanbul Boğazı kıyısında yer alan Garipçe, küçük bir koyun kıyısına kurulmuştu. Diğer kıyı köylerine göre daha küçük bir yerleşim yeri olan Garipçe’nin kuzeyinde yer alan eski kale kalıntısını seçebiliyordum. Kalenin hemen altındaki varoş evler dikkatimi çekince kaleye çıkıp köyü tepeden görmek istemiştim. Yağmurlu ve rüzgarlı havadan olsa gerek sokaklarda kimseler görünmüyordu. Evler ise yine diğer kıyı köylerine göre varoş haldeydi. Garipçe eski hikayelerde anlatılan korsan köylerini andırıyordu. Garipçe’yle ilgili eski hikayeleri önceden okumuştum. Aklıma okuduklarım geldiğinde köyün tenhalığı ve ürkütücülüğü daha bir anlamlı gelmişti bana. Derler ki; Garipçe mitolojide lanetlenmiş bir kral olarak geçen Phineas’ın yaşadığı yerdi. Garipçe’ye antik çağda sahilin taşlık ve kayalık olması, yüksek kayalıklarında kartalların ve akbabaların yuva yapmaları sebebiyle Gyropolis yani “Akbabalar Şehri” denilirdi. Lanetli Kral Phieneus’un sarayı da Garipçe ile Papazburnu arasında idi. Homeros’un da köyden o zamanlar Kharybdis diye söz ettiği söylenir. Kharybdis yani Garipçe, Harpylerin işkenceleri ile karşı karşıya kalan efsanevi kral Phineus’tan ötürü ün kazanmıştı.

Koy ile kalenin bulunduğu tepe arasında yer alan teknelere doğru ilerleyince teknelerin arkasında kalan kahveyi fark edip içeri girmiştim. Kahvedekiler dışarda fırtınayı muştulayan havadan kaçıp kahveye sığınmışlardı. Köyün tenha oluşunun ve evlerin salaşlığının sebebini kahvenin sahibi Orhan Çelikkıran ile sohbet edince anlayabilmiştim. Köye ve çevresine imar izni verilmediğinden ve bu durumun uzun yıllardır sürdüğünden bahsetmişti Çelikkıran ve eklemişti,

“Bu kahveye genelde balıkçılar gelir. Çevredeki diğer kıyı yerleşimlerinde olduğu gibi burada yabancıya rastlayamazsınız. Köyde yaşayanların neredeyse tamamı Trabzon’dan gelmedir. Köyün nüfusu artsa da imar izni olmadığından yeni ev ihtiyacı için köylüler Sarıyer taraflarına gidiyorlar”

Kıyının yapısı da elverişli olmadığından balıkçı barınakları Rumelifeneri’nde bulunuyormuş. Sohbet sırasında gözlerim kahvenin duvarlarında asılı duran eski fotoğraflara takılmıştı. Fotoğraflarda Türk sinemasının bilinen eski oyuncularıyla köy halkı birlikteydi. Garipçe’nin garipliği birçok yönetmenin ilgisini çekmiş köye geçmişte film setleri kurulmuştu. Yapımcılığını Onat Kutlar’ın üstlendiği, Türkan Şoray’ın oynadığı Yaşar Kemal’in ‘Menekşe Koyu’ hikayesi burada filme çekilmişti. Gözden ırak bir balıkçı köyüne yerleşmek üzere gelen bir ailenin köylülerle yaşadıklarının anlatıldığı film için Garipçe seçilmişti. Kahvedeki köylüler daha başka filmleri sıralamaya başlamışlardı. Anlaşılan Garipçe’nin İstanbul’a yakınlığı ve durağanlığı sinema yapımcılarının tercih sebebi olmuştu.

Rumelifeneri Köy’üne vardığımda fırtına daha bir sertleşmiş rüzgar boğazın en ucunda kılavuz kaptanlarla bir olup Karadeniz’den gelen gemilere rehberlik yaparcasına Marmara Denizi’ne doğru esiyordu. Nisan ayında mevsime tezat bir hava ile karşılaşmak şaşırtmıştı beni. Limandan Rumeli Feneri’ne çıkan yokuş üzerinde karşılaştığım balıkçılar arasında Fahri Yalçın baharın ortasında kopan fırtınayı atalardan kalan sözlerle özetlemişti. “ Sakın abrıl beşinden camızı ayırır beşinden” atasözü tam tamına nisanın bu fırtınalı gününe uymuştu. Fahri Kaptan, balıkçılar olarak bu günü bildiklerini ve halk takviminde geçen deyişlerin onlar için rehber niteliği taşıdığını eklemişti. Bu yüzden de balığa çıkmayıp böyle bir günde köyde zaman geçirdiklerini söylemişti. Köy halkı geçmişte Rize’den gelip yerleşenlerden oluşuyordu. Neredeyse tamamı balıkçı olan köylüler denizi en iyi bilenlerden olsa da temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Köyün bağlı olduğu il İstanbul olsa da kıyısında oldukları deniz Karadeniz’di.

“Burada herkes sintineden yetişmedir. Sintine geminin en alt kısmına denir. Buranın çocuğu geminin en alt kısmından yetişip gelmiştir” dese de Fahri Kaptan, Karadeniz’e kafa tutulmayacağını da öğrenmişti. Gün akşama dönmüştü. Ketendere ve Marmancık Koyu, bir zamanlar boğazın girişini koruyan eski kaleyle birlikte karanlığa gömülmüştü. İçinde türbe olan tek fener diye bilinen Rumeli Feneri ışığını çakmaya başlamıştı. Türbede yatan zat Sarı Saltuk Dede diye bilinen, boğazın ve balıkçıların manevi korucusuydu. Aslında Sarı Saltuk’un mezarı olarak anılan on iki türbe ve türlü rivayet vardı farklı kentlerde. Tarihte efsanevi bir şahsiyet olarak öne çıkan Sarı Saltuk’un türbesinin fener binasında olduğuna inanan köylüler de bu durumdan haberdardı. Kesinlik olmasa da zatı öyle bilip balığa çıkmadan türbeye gidip dua etmek gelenek haline gelmişti köyde. Rumeli Feneri’nin koca kristallerinden yansıyan ışık boğazın karşı kıyısında bulunan Anadolu Feneri’nin ışığıyla bir olup Karadeniz’den gelen gemilere karanlıkta yol göstermeye başlamıştı.

Çakaltepe ve Kabakoz koyları arasında bulunan Anadolufeneri Köyü boğazın bir diğer kapısıydı. Anadolu yakasında boğazla Karadeniz’in kesiştiği yer olan Yon Burnu üzerine kurulu köyde bulunduğum vakit geçen günkü fırtınadan eser yoktu. Karşı kıyıların sırtını oluşturan orman örtüsü Anadolu kıyılarında daha seyrek görünse de tarıma el verişli alanlar iç taraflarda fazlaydı. Riva’ya kadar Anadoluluk daha çok toprakla belli etmişti kendini. Deniz yine kendi halindeydi. Balığa çıkan takalarla, yabancı kıyılardan İstanbul Boğazı’na doğru yol alan koca gemilerle süslüydü. Riva’yla beraber Karadeniz kıyıları yine turistik bir yapıya bürünmüştü.

Doğal güzellikleri ve coğrafi yapısıyla Şile daha çok Ege, Akdeniz kıyılarını andırır. Uzun sahili, doğal plajları, evleri, kaleleri ve irili ufaklı mağaralarıyla ilçe, karşı kıyıda yer alan Kilyos gibi hafızalarda hep tatil yeri olarak kalmış. Balıkçı barınağının da bulunduğu liman bölgesinde sahile çok yakın bir adacıkta yer alan Şile(Ocaklı) Kalesi Cenevizlilerden bugüne Şile’nin simgesi olmuş. Karadeniz kıyı emniyetini sağlayan iki fenerden biri olan Şile Feneri ilçenin simgesi haline gelmiş. Fenerin bulunduğu Balibey Mahallesi’nde tanıştığım Mehmet Koçak ile Şile üzerine konuşmuştuk. Şile’nin yerlisi Koçak, ilçenin en eski mahallesinin Balibey olduğunu ve bu bölgenin halk arasında Karadağlıların yeri olarak bilindiğini anlatmıştı. Limana doğru denize nazır mesire yeri olan yayvan burnun Maşatlık ismiyle anıldığını ve eski Rum mezarlığının da burundan kayalıklara uzayan çalılıkların içinde olduğunu eklemişti. Denizi boyluca gören kayalıkların sakinleri yine ölüler olmuştu.

Şile’den sonra İstanbul’un Karadeniz kıyıları Ağva’da son bulur. İki dere arasına kurulu Ağva diğer kıyı bölgelerinde olduğu gibi geçmişte Rumların yaşadığı bir balıkçı köyüydü. İzmit tarafından gelen Yeşilçay ile Gebze’den gelen Göksu derelerinin Karadeniz’e döküldüğü yerin ortasına kurulu Ağva’da yaşayanlar esasen Manav Türkmenleri’nden oluşuyor. Türkmenlik asırlar öncesinde kalmış. Karadeniz kıyısında yaşamak onları da deniz insanı haline getirmiş. Ağva’da balıkçı barınaklarına uygun koy olmayınca Yeşilçay barınak olarak kullanılagelmiş. Göksu Deresi ise pansiyonların, otellerin sıralandığı tatil köyü havasına bürünmüş. Yeşilçay üzerindeki barınaklardan birinin sahibi olan Fuat Aslan’la dere kenarında sohbet etmiştik. Geçmişte uzun yıllar kaptanlık yaptığını, barınağın da o yıllardan kaldığını şimdi ise daha çok zaman geçirmek için barınağı kullandığını anlatmıştı. Kaptanlık geçmişte kalsa da sohbet denizden açılınca anıları canlanmıştı. Karadeniz’in çıldırdığı günler gelmişti aklına,

“Bu deniz çıldırmaya görsün, dalgalar derelerin içine doğru girerdi. Şu barınaklar su altında kalırdı. Biz bu denizle ulaşırdık İstanbul’a. O zamanlar yol ne gezer Çektirmeler’e yüklenen odunların arasında yolculuk yapardık. Hey gidi İstanbul! Boğaz kıyılarındaki odunlukları bile hatırlarım. Sinop’tan, Cide’den, Kefken’den gelen büyük, ahşap nakliye teknelerindeki yüklerle beraber tüm Karadenizliler kıyıdaki köylere uğraya uğraya İstanbul’un yolunu tutardı.”

Doğuyla batıyı, bir iç denizle sınırı olamayan açık denizleri birleştiren bir kentti İstanbul. Boğazın akıntıları en eski masalları uzak diyarlara taşımıştı tarih boyunca. Cenevizli korsanların, tüccar Vareglerin, Pontusluların, Don Kazakları’nın, Anadolu uygarlıklarının sınırlarının sonu, uzak diyarlara açılan yeni yolların başlangıcıydı. Yakın geçmişte Karadeniz’in uzak kıyılarından yola çıkan çektirmelerin, mavnaların, şileplerin, yoldan yoksun kuzey Anadolu köylerinin hem sılası hem de gurbetiydi.