İstanbul’un Manevi Dünyası


İstanbul, maddi ve manevi iklimiyle, her daim çok yönlü bir dünya şehri olma vasfını taşımıştır. Bu tarihi payitaht ve başşehir, aynı zamanda devasa bir “asitane”dir; tarikatların merkezi dergâhı gibidir. Onun için ünlü divan şairi Nedim; “Dergâhları melce-i erbâb-ı recâdır/Câm’îlerinin her biri bir kûh-ı tecelli…” (Dergâhları ihtiyaç sahiplerinin ümit sığınağıdır/ Her bir camisi tecelli etmiş yüce dağ gibidir…” şiirini yazmıştı.
Yazı: Faik Bulut / Fotoğraf: Umut Kaçar, Yusuf Aslan
İstanbul’u öven tek ünlü şair değildir Nedim. Yahya Kemal Beyatlı da, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli şiirinde, “Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim./ Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını/ Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes/ Nice bin dalgalı tekbir oluyor tek bir ses…” derken; dünya şairi Nâzım Hikmet, “Ağa Camii” isimli şiirinde İstanbul’un manevi ikliminde dolaşıyor gibidir: “Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster!” demektedir.
İstanbul’da bulunan 3 bin dolayında cami, 487 türbe, 300 kadar tekke ve 50 dolayında külliye, bu tarihi başkentin uhrevi dünyasını, mana âlemini oluşturur. Şehrin Haznedar, Halkalı, Esenyurt, Ataşehir gibi semtlerinde kurulmuş bulunan ve Caferilere ait camileri de yukarıdaki sayıya katıyoruz. Caferilere ait biricik tarihi cami, Kapalıçarşı dolayındadır. Tekkeler arasında Alevi-Bektaşilerin devam ettiği tarihi Şahkulu, Karacaahmet gibi tarihi dergâhlar da bulunuyor. 1990’lardan itibaren açıldıkça sayıları artan günümüz cem evlerine de işaret etmek gerek.
Ruhani âlemin simgeleri sayılan cami, dergâh ve türbe sıralamasının başında Yusuf Peygamber neslinden geldiği söylenen Hz. Yuşa’nın makamı gelmektedir. Hz. Yuşa Tepesi olarak bilinen kabrin bulunduğu yer, Anadolu Kavağı’nın Boğaziçi’ne bakan en yüksek tepesindedir. Yüzyıllarca yeri bilinmeyen kabrin hikâyesi ise şöyledir: Osmanlı mutasavvıfı, din bilgini ve şairi Beşiktaşlı Yahya Efendi (1495-1571), dergâhında üç gece üst üste Hz. Yuşa’yı rüyasında görür. Yuşa onu kabrini ziyaret etmeye çağırır. Yahya Efendi tepeye gidip bir çobana mezarın yerini sorar. Çoban ona, yemyeşil olmasına rağmen kabrin toprağına ayak basmayan ve mezardaki otları yemeyen koyunları delil gösterir. Yahya Efendi, durumu, sütkardeşi Kanuni Sultan Süleyman’a bildirir. Böylece tespit edilen kabrin üzerine bir türbe yaptırılır. 17 metre uzunluğundaki türbe, halkın manevi saygısının simgesi sayılır. O günden sonra, dilek tutmak ve adak adamak üzere oraya giden ziyaretçilerin ruhani uğrak yeri olur. İmparator Justinyen’in buradaki mezarı yaptırdığı ve Hıristiyan halkın hayır-dua için oraya gittiği Bizans kayıtlarında yazılıdır. Demek ki bu türbe, Osmanlı öncesinde de kutsal kabul ediliyordu. Geçerken belirtelim: Kanuni Süleyman, sütkardeşi Yahya Efendi’ye biri Beşiktaş’ta kışlık, diğeri Anadolu Kavağı-Sütlüce’de yazlık olmak üzere iki dergâh hazırlatmıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin (1389-1459), tasavvuf âlimi ve hekim olarak anılır. Hacı Bayram Veli’nin mürididir. Mürşidinin ölümünden sonra Bayramilik tarikatını yürütmüştür. Akşemseddin, Osmanlı tarihinde İstanbul’un manevi fatihi olarak nam salmıştır. Menakıb-ı Akşemseddin’deki rivayete göre; İstanbul’un alınması için Fatih’in Edirne’de topladığı bilginlerle devlet adamları arasında, Kuran’daki “fethi mubin” ve “beldetun tayyibe” ibaresini yorumlamış ve fikrini şöyle beyan etmiştir: “İstanbul’u, önce Sultan Mehmed Han fetheder; daha sonra beni-asfer (batılılar) alır. Mehdî, onlardan geri alır.” Bu sözler üzerine divanda fetih kararı alınarak sefere çıkılmıştır.
Bağlantılı olarak başka bir rivayet daha anlatılır: İstanbul’un kuşatması sırasında Akşemseddin ile Sultan Fatih, peygamber sahabesi olan ve onu Medine’deki evinde misafir eden Eyüb el Ensari’nin mezarını aramaya çıkarlar; bir süre aranırlar ama bir şey bulamazlar. Namaz vakti geldiği için mola verirler. Akşemseddin yere bir seccade atarak namaza durur; secdeye kapanır ama kalkmaz. Saatler sonra secdeden kalkan Akşemseddin, Fatih’e, Hz. Eyyüb ile konuştuğunu, mezarın tam seccadeyi attıkları yerde olduğunu söyler. Bu rivayetin rüyada görme türevi de var. Bence askerin moralini yükseltmek için anlatılmıştır.
Hz. Eyyüb’ün mezar yeri yüzyıllar öncesinden halk arasında biliniyordu. Dönemin Arap-İslam yönetimi, başlattığı İstanbul kuşatmasını kaldırmak için Bizans ile yaptığı anlaşma uyarınca mezarın bozulmadan yerinde bırakılmasını şart koşmuştu. Fatih, Ebu Eyyûb el-Ensari’nin istirahat yeri üzerine bir türbe ile bir cami yaptırdı. Camideki bir taşın üzerinde peygamberin ayak izinin bulunduğu söylenir. Camiyi geleneksel hamam, okul odaları ve kantin kompleksi çevreler. Pek çok Osmanlı yöneticisi onun istirahat yerinin yakınına gömülür. Alan büyür; dini mimari zenginleşir.
Osmanlı döneminde padişahların kılıç kuşanma törenleri, sefer için duaya çıkmaları bu türbede gerçekleşirdi. Yılın her günü, haftası ve ayında Eyüp Sultan’a giden binlerce ziyaretçi bulmak mümkündür. Burayı ziyaret bir ayrıcalık olmanın ötesinde, manevi açıdan bir statü kazanmaya da işaret eder. Çevre düzenlemesi ve çarşı-pazar tümüyle ruhani bir anlayışa göre yapılanmıştır. Tarihi Eyüp Mezarlığı’na defnedilen önemli tarihi şahsiyetlerle tarikat şeyhlerinin varlığı da bu yöreyi İstanbul’un en fazla rağbet gören ruhani merkezi haline getirmiştir.
Hırka-i Şerif Camisi, Fatih ilçesi Atikali semtinin Hırkaişerif mahallesindedir. Sultan Abdülaziz tarafından 1851’de inşa edilen camide, Hz. Muhammed’in miraca çıkarken giydiği ve daha sonra sahabeden Veysel Karani’ye hediye ettiği Hırka-i Şerif korunur ve ziyaret edilir. Bu yüzden ibadethane, İstanbul’un dini geleneğinde önemli bir yer tutar. 17. yüzyıl başlarında İstanbul’a getirtilen Hırka-i Şerif, önceleri Veysel Karani’nin ailesi Üveysilerin Fatih’teki evinde ziyaret edilirdi. Daha sonra eve bitişik kâgir bir hücre, bir çeşme ve imaret yaptırıldı. 1725’te ilk kez bir vakıf tesis edildi. Ardından Küçük Hırka-i Şerif Dairesi ismiyle bir hücre daha inşa edildi. Son olarak aynı isimle bilinen cami kuruldu. Cami’de Hırka-i Şerif’in korunması ve ziyareti için birimler, hünkâr mahfili ve hünkâr kasrı bulunur. Yapının çevresinde Üveysi ailesinin en yaşlı erkek bireyi (reisi) ile ailesi için bir meşruta, bu kişinin reşit olmaması halinde kendisine vekâlet edecek olana mahsus vekil dairesi ve görevliler için çeşitli odalar yaptırıldı. Cami sekiz köşeli, tek kubbeli, iki katlı bir yapıdır. Kesme küfeki taştan yapılmıştır. Mihrap, minber, kürsü koyu kırmızı renkli breş taşındanrokoko tarzda yapılmıştır. İzmit Hereke’de çıkarılan bu taşa, Osmanlı mimari süslemelerinde hemen hiç rastlanmaz. Sekiz büyük, sekiz yarım daire şeklinde 16 penceresi vardır. Pencere üzerlerindeki hatlar, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye aittir. Sultan Abdülmecit’in yazarak imzasını attığı levhalar minberin üzerinde yer alır. Giriş kapısı üzerindeki 1851 tarihli kitabe metni, Ziver Efendi tarafından kaleme alınmış ve hattat Kazasker İzzet Efendi tarafından yazılmıştır.
Günümüzde hırkanın koruyuculuğunu Karani’nin soyundan gelen kişiler yapıyor. Sekiz parçadan oluşan, 120 cm uzunluğundaki bej renk hırka, genç develerin boğazlarının altındaki tüylerden dokunmuş. Cam kapaklı gümüş bir sandık içerisinde saklanan kutsal emanetin yanındaki küçük şişeden çevreye hoş bir amber kokusu yayılıyor. Ziyaretçiler, bu kokunun dünyada bir eşinin olmadığını söylüyor.
Hırka-i Şerif’lerden biri Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesinde, diğeri Fatih’teki Hırka-i Şerif Camisi’nde korunuyor. Ramazan ayında kapılarını ziyarete açan Hırka-i Şerif’i görebilmek manevi açıdan büyük lütuf sayılıyor.
Türkiye’nin her yanından İstanbul’da en fazla ziyaret edilen türbelerin başında Eyüp Sultan türbesi gelir. Zeytinburnu Merkez Efendi, Beşiktaş Yahya Efendi, Üsküdar Aziz Mahmut Hüdai, 40 Mevlevi şeyhinin gömüldüğü Yenikapı Mevlevihane, Oruç Baba, Karaca Ahmet de sıkça ziyaret edilen türbelerdendir. Bâtıni fikirlerini, toplumculuk ve ortakçılık zemininde yorumlayıp Osmanlı’ya başkaldıran büyük düşünür, filozof ve Simavna kadısı Şeyh Bedreddin’in (1359-1420) kemikleri, 1961’de Çemberlitaş’taki Sultan Mahmut Türbesi haziresine defnedilmişti. Şimdiki mezarı, özellikle Alevi ve Bektaşilerin ziyaret yeridir.
Merkezde kurulan camiyle birlikte medrese, mektep, kütüphane, darüşşifa (hastane), imaret, aşevi, tabhane (konukevi), tekke, zaviye, türbe, çeşme-sebil, arasta-çarşı, muvakkithane (namaz vaktini belirleme yeri) ve hamam türü binaların bulunduğu yere külliye denir. Her külliyede burada sayılan unsurların hepsinin bir arada bulunması şart değildir. Ancak her külliyede mutlaka cami bulunur. Fonksiyonları ve yapılış amaçları bakımından medeni ve sosyal bir anlayışın ürünleri olan bu yapılar topluluğu, içinde bulundurdukları birimlerin çokluğu ve sunulan hizmetlerin çeşitliliği bakımından adeta birer mahalle veya site görünümündedirler. Bu tür büyük ölçekli külliyeler, zengin maddi kaynaklara ihtiyaç duydukları için, daha çok sultanlar, vezirler ve ileri gelen devlet adamları tarafından kurulup desteklenmişlerdir.
Osmanlı döneminde her bir külliyenin kendine özgü statüsü ve kadroları vardı; fakat aynı zamanda devletin de sıkı kontrolü altında bulunuyorlardı. Külliyeler bu bakımdan siyasi, idari ve adli maksatlara da hizmet ediyorlardı. Ayrıca, külliyelerin gelir kaynakları arasında bulunan çarşı-pazar, han, arasta ve benzeri yerler tipik birer ticaret merkezi durumunda oldukları için, ekonomik hayatla da doğrudan ilgiliydiler.
Külliyeler, devlet adına basın ve halkla ilişkileri işlevini de görürlerdi. Cami kürsü ve minberlerden devlet duyurusu yapılırdı. Sahn medreseleri bünyesinde Sahn müderrisi kadı, müftü, nakibü’l-eşraf, kazasker, şeyhülislâm, vb. sürekli toplumla temas hâlinde olmuş; devletin genelge, hüküm, ferman ve benzeri isteklerini topluma yansıtmıştır.
Bu külliyelerin bazıları (Koca Mustafa Paşa, Şeyh Vefa, Sokullu Mehmed Paşa, Piyale Paşa ve Atik Valide külliyeleri) geniş kapsamlı, bazıları ise (Küçük Ayasofya, Bayram Paşa, Çorlulu Ali Paşa) dar kapsamlı yapı topluluklarıdır.
Süleymaniye Külliyesi, Mimar Sinan tarafından 15 Ekim 1557 tarihinde bitirildi. Bozcaada, İzmit, Mut, Ezine, Gazze ve Lübnan gibi farklı yerlerden taş örnekleri ve sütunlar İstanbul’a taşınmış; Külliye’nin yapımında kullanılmak için imparatorluk topraklarının çeşitli yerlerinden malzemeler getirilmişti. Külliye 15 bölümden oluşuyor: Cami, Rabi, Salis, Evvel, Sani, Darülhadis ve Tıp Medreseleri ile Mimar Sinan, I. Süleyman ve Hürrem Sultan Türbesi, Türbedar Odası, Bimarhane, Darüzziyafe, Tabhane, Hamam.
Yeni Valide Camii Külliyesi (1589-1663), inşaatı uzun sürdüğünden farklı mimarların imzasını taşır. Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın karşısındadır. Külliyenin ana yapıları Cami, Mısır Çarşısı, Türbe ve Hünkâr Kasrı’dır. Yeni Cami’de bir ana kubbe etrafında, aynı çapta dört yarım kubbeyle çevrili olan cami tavanı, irili ufaklı birçok kubbeyle örtülmüştür. Cami, üç şerefeli iki minare ve yirmi iki küçük kubbesi olan avlu çerçeveye sahiptir. Avlunun ortasında, kubbeli ve mermerden bir şadırvan bulunur. Caminin üç farklı yönde, kubbeli üç girişi vardır. Cami bezemelerinde Osmanlı klasik mimari anlayışını yansıtır. Külliye içindeki Mısır Çarşısı, bugün bile eski canlılığını korumaktadır. İstanbul’daki en büyük sultan türbelerinden biri olan Hatice Turhan Sultan Türbesi, bu külliyededir. Çevresinde beş Osmanlı padişahı ve hanedandan birçok kişinin mezarı bulunur. Hünkâr Kasrı, Osmanlı klasik mimarisinin tüm güzelliğini taşır; iki büyük oda, bir eyvan ve bir helâdan oluşur.
İstanbul’un fethinden sonra yapılan Fatih Külliyesi; medrese, tabhane, kervansaray, darüşşifa, türbe, aşhane gibi yapıları kapsıyordu. Tâbhâne; hem misâfirhâne ve hem de nekâhethâne olarak kullanılmıştır. Yolcular ve misafirler burada dinlenirdi. Darüşşifada tedavi gördükten sonra iyileşen, fakat pek zayıf düşen hastalar tabhanede nekahat dönemlerini geçirirlerdi.
Fatih medreseleri, camiden itibaren kuzey ve güney cihetlerinde hafif bir meyille uzanan düzlüklerin üzerine oturtuldukları için, caminin genel manzarasını engellemiyor; tersine, dış mimari ahengini tamamlıyorlardı. Fatih medreseleri iki tek ve bir çift olmak üzere belirli bir üsluba göre yapılmışlardır. Her iki tarafın başında ve sonunda bulunan medreseler tek, ortadakiler ise birbirine bitişik olarak dizilmişlerdir.
Tasavvuf kurumlarına kimi zaman tekke, dergâh, zâviye, ribât, kalenderhane; kimi zaman da âsitan veya hânkâh (hangah) denmiştir. Tarikat mensuplarının oturup kalktıkları, zamanlarının büyük çoğunluğunu geçirdikleri, ayin icra ettikleri bu mekânlar, Bektaşîler tarafından “pir evi, makâm-ı pîr, âsitâne-i pîr” olarak adlandırılır. Hânkâha bağlı olan kuruluşların büyüklerine tekke, küçüklerine zâviye adı verilirdi. Büyük tekkelere, dergâh da denilir. Bir tarikatın veya tarikat kolunun merkezi durumunda olan büyük tekkelere verilen isimlerden biri de âsitânedir.
Medrese ile tekke arasındaki farklar için şu söylenebilir: Medrese hocası “müderris”tir; tekkenin şeyhi bir “mürşid”dir; medrese öğrencisi “talip”, ama tekke mensubu bir “mürid”dir. Medrese öğrencisi ilmi talep ederken tekke müntesibi, irşad edileceği yönde hayatını düzenleme iradesini ortaya koyan kimsedir.
Erzurumlu Yeşilzade Mehmed Salih, 1919’da “Ya Rahim, Evliya Bendesi” isimli eserinde tekkelerin toplumsal, inançsal ve ahlaki işlevini şöyle belirlemiştir: “Bilenlerce malumdur ki: bütün tarikatlar ve tarikatçılar, atıl-batıl insanları gaflet uykusundan uyandırarak gayrete, şevke getirir. Umum müntesiblerine ikiyüzlü zahitli yerine din aşkı=iman zevki=hakiki İslam kardeşliği, vatan duygusu bahşeder. Beşeriyeti kötü hallerden uzaklaştırır, insanları birbirine sevdirir. Tekkelere ve zaviyelere gelince, bu ruh iyileştirici merhamet ocakları garipler, kimsesizler ve yuvasızlar için teselli evi, ahlak mektebi, irfan medresesi, himaye ocağı olarak vücuda getirilmiştir. Bu çatı altında birleşen ve derviş olanlar, birbirini kardeş telakki eder; burada kimse kimseye kibirlenmez, üstünlük taslamaz…”
Akıl ve gönül, bilgi ve irfan, teori ve hayat farkı medrese ile tekke arasında bölüşülmüş gibidir. İşbölümünde farklılaşan medrese ile tekke, birbirini tamamlayan geçişken kurumlardır. Tekkedeki faaliyet her ne kadar insandan insana bir irşad eğitimi olarak yürütülüyor olsa da yine de kitaba dayalı bilgiden uzak kalınmıyordu. Bu amaçla birçok tekkenin hatırı sayılır miktarda kitap içeren kütüphanesinde tasavvuf kitaplarının yanında fıkıh, tefsir gibi diğer dini ilimlere ait kitaplar hatta astronomi ve benzeri alanlarla ilgili eserlere de yer veriliyordu. Ayrıca her tekkenin ortak okuma kitabı olarak tespit edip izlediği eserler de vardı. Örneğin Mevlana’nın Mesnevi kitabı Mevlevihanelerin yanında bazı Nakşibendî tekkelerinde de program dâhilinde okunan kitaplar arasındaydı.
Zaman içinde tekkelerin bir kısmı kapanmış, yeni tekkeler açılmış; kimi tekkeler bir tarikattan diğer tarikata geçmiş yahut tekke iken medrese, mescit olarak işlevine devam etmiştir. Bu nedenle kesin sayı verememekle birlikte İstanbul’da 19. yüzyılın sonlarında 400, 1913’te 259 civarında tekke mevcutmuş. Kadirilik 68, Rifailik 38, Nakşibendilik 63, Mevlevilik 5, Bedeviye tarikatı 8, Şazelilik 3, Bayramilik 5, Gülşenilik 3, Uşakiye tarikatı 5, Sinaniye tarikatı 4, Halvetilik 12, Saadiyelik 32, Şabaniye tarikatı 26, Celvetilik 22, Sünbülilik 23, Cerrahilik 14 ve Bektaşilik 12 tekkeye sahipmiş.
Tekkelerin yönetimi şeyhlik sistemine bağlı olarak genellikle babadan oğula geçmekteydi. Zaman içinde her şehirde şeyh ailelerinden müteşekkil öbekler oluştu. Şehrin kanaat önderleri ve sözü dinlenen bu saygın kişileri halkın arasında görünmeyen bir denge ve istikrarın sağlayıcıları olarak ağırlıklarını hissettirdiler. Tekke aileleri arasında gerçekleşen akrabalık bağları sayesinde zaman içinde bir şebeke sistemi örüldü. Toplumda maddi iktidara sahip hanedanların yanında maneviyat hanedanları da oluştu.
Üsküdar Mevlevihanesi, Doğancılar Caddesi üzerindedir. Galata Mevlevihanesi şeyhi Sultanzade Numan Halil Dede tarafından 1791 yılında yaptırılmıştır. Anadolu’dan İstanbul’a gelen Mevleviler için bir konaklama yeri olan bu yapı; iki katlı ahşap bina, türbe, mescit ve zaviyeden ibarettir. Geniş bir bahçesi ve orta yerde bir havuzu vardır. İki katlı semahanenin alt katı türbe, üst katı mescittir. Yapı, Türk-İslam mimarisinin erken tarihli kümbetlerini andırmaktadır. Bahçe tarafındaki duvarda ahşap bir niş, minare görevi görür. Mescit, üç tarafındaki camlardan aldığı ışıkla aydınlanır. Merdivenler taştandır. Bahçesinde bir kuyu, on bir kabri olan bir hazire, semahane ve iki katlı şeyh evi vardır. Çelebilik makamı tarafından zaviye olarak tanınan bu mekân, İstanbul’da açılan son mevlevihanedir. Uzun yıllar Mevlevi tarikatının bir müessesi olarak faaliyette bulunan Üsküdar Mevlevihanesi’nin binaları halen ayaktadır.
Osmanlı dönemi tarikat binaları, çeşitli isimlerle ifade edile gelmiştir. Bunlar, “Gülşenihane, kadirihane, kalenderhane ve mevlevihane” diye adlandırılırdı. Yapıların mimarisi; işlevine, hacmine, zamana ve zemine göre farklılık göstermektedir. Mevlevihanelerin tarihinde birçok sanatla beraber, özellikle hüsn-i hat icra edilmiştir.
İstanbul’un fethinden 1740’lara kadar uzayan klasik üslup döneminde, erken dönemin tekke tipleri ortadan kalkıyor; fonksiyon şeması bakımından, dönemin simgesi olan “cami merkezli” külliyelere yaklaşan mescit-tekke veya cami-tekke türünde yapılar yaygınlaşıyor. Bazı tekkelerde, yine klasik dönemde olgunlaşan açık avlulu medrese şemasının türevleri kullanılıyor. Lâle Devri ile başlayan batılılaşma (ıslahat) döneminde -cephe düzenlerinde, mimari ayrıntılarda ve süsleme programında gözlenen Batı etkilerine rağmen- klasik dönemde geçerli olan şemalar sürdürülmüş; ayrıca, geç dönem sivil mimarisiyle kaynaşan, diğerlerinden farklı bir tekke tipi ortaya çıkmıştır.
Osmanlı dönemi tekkelerinde teşhis edilen mimari programın temelinde söz konusu tesislerde ihtiyaç duyulan fonksiyonlar yatmaktadır. Bunlar önem sırasına göre ibadet, eğitim, ziyaret, barınma, beslenme, temizlenme ve ulaşım olarak sıralanabilir.
Bektaşi tekkeleri ve bağımsız mescitleri olan Mevlevihaneler dışında, tekkelerde vakit namazları kılınır. Ayin, ayin-i şerif, ayin-i evliyaullah, mukabele olarak anılan tarikat ayini icra edilir. Mevlevihanelerde Mesnevî şerhleri gibi, ders türünden faaliyetler de yürütülür.
Farklı cemaatlerin düzenlediği, ibadeti ve eğitimi kaynaştıran ayin birimleri Bektaşilerce meydan/meydan evi, Mevlevilerce semahane, diğer tarikatların mensuplarınca tevhidhane olarak adlandırılmıştır. Yalnız Mevlevihanelere özgü olan, sabahları “murakabe”nin gerçekleştirildiği meydan-ı şerif; Bektaşi tekkelerinde, tarikat eşyasının saklandığı kiler evi, halvet uygulamasının gözlendiği tarikatların yapılarındaki halvethane de bu çerçevede sayılabilir. Tarikat pirlerinin, postnişinlerinin, bunların aile bireylerinin ve bazı ileri gelen mensuplarının gömülü oldukları türbe; dervişlerin ve muhiplerin kabirlerini barındıran hazire de tekkelerde karşılaşılan ziyaret birimleridir.
Barınma birimleri, sivil mimaride olduğu gibi, harem ve selâmlık olarak adlandırılan iki ana kesimde toplanır. Harem, şeyhin ailesiyle birlikte yaşadığı, ayrıca tekkeye gelen hanımların ağırlandığı bölümdür. Şeyhlerin, gelenek veya vakfiye şartı gereği evlenmediği tekkelerde harem dairesine “şeyh ikametgâhı” adını vermek daha doğrudur. Bir iki odalı mütevazı konuttan mükellef konağa kadar gidebilen tekke haremleri salt barınma bölümleri değildir. “Valide bacı, bacı sultan, şeyh ana” gibi lakaplarla anılan ve erkek kadın bütün dervişlerin “manevi annesi” konumunda olduğu için tekke hayatında büyük bir ağırlığı bulunan şeyh hanımları, sohbet ve zikir gibi faaliyetlerini harem bölümünde yoğunlaştırmaktadır. Tekkeye bağlı olan veya misafirliğe gelen hanımların tekke teşrifatını (hurde-i tariki) ve tarikat hayatının kolektif yönünü uygulamalı olarak öğrendiği yer burasıdır.
Harem bölümlerinde, sofalar, odalar ve helâ-abdestlik birimlerinin yanı sıra, tekkenin büyük mutfağından ayrı küçük bir harem mutfağı, küçük bir hamam ya da gusülhane de bulunur. Şeyh odası, meydan odası, zâkirbaşı odası, kahve ocağı gibi bölümlerden oluşan selâmlık ise birçok fonksiyonu bünyesinde toplar. Şeyh odası postnişin tarafından erkek misafirlerin ağırlandığı, tasavvufî eğitimde önemli bir yeri olan sohbet ve meşk toplantılarının gerçekleştirildiği; meydan odası ise, dervişlerin kendi aralarında oturup sohbet edebildikleri mekânlardır. Mevleviye dışındaki tarikatların ayinlerinde musikiyi idare eden zâkirbaşının dinlendiği, misafir kabul ettiği ve musiki meşklerinin yapıldığı, bu arada ayinlerde kullanılan musiki aletlerinin saklandığı birim zâkirbaşı odası olarak adlandırılmıştır. Kahve ocağı selâmlıkta sunulan kahvelerin kahve nakibi denetiminde hazırlandığı yerdir.
Tekkede ikamet eden dervişler, selâmlığın içinde yer alan derviş hücrelerinde barınırlar. Geniş programlı tekkelerde, Bektaşilerce mihman evi (mihman/misafir), diğer tarikat ehlince misafirhane veya mihmanhane denilen, seyyah dervişler başta olmak üzere, erkek misafirlerin ağırlandığı birimler de genellikle selâmlığın bünyesinde yer alır. Mabeyin odası ise selâmlık-harem bağlantısını kaçgöçün gereğine uygun biçimde sağlar. Bu birimlerin tamamı, ancak tam teşekküllü büyük tekkelerin selâmlıklarında görülebilir. Boyutları ve mimari programı sınırlı olan tekkelerin selâmlıklarında çeşitli faaliyetler çok amaçlı bir iki mekânda karşılanmaktadır.
Mevlevihanelerde matbah-ı şerif, Bektaşi tekkelerinde aşevi olarak adlandırılan ve erkeklerin denetiminde olduğu için, örneklerin büyük çoğunluğunda, selâmlığın bünyesinde ya da onunla bağlantılı olarak tasarlanan mutfak/matbah (büyük mutfak), tekkede barınanların yanı sıra çeşitli vesilelerle (haftalık ayinler, kandil geceleri, iftarlar, aşure cemiyetleri vb. ) tekkede yemek yiyenler ve çevredeki yoksullar için yemek pişirilen mekânlardır. Mevlevihanelerin matbah-ı şeriflerinde, ayrıca tarikata giren “nev-niyazların” ilk eğitimleri ve sema meşkleri yapılır.
Yerleşim düzenlerini yönlendiren etkenlerin başında tekkelerin fonksiyon şeması gelmektedir. Bu meyanda mescit-tekke veya cami-tekke niteliğindeki kuruluşlarda, aynı zamanda çevre halkının namaz kılmak için kullandığı ayin birimleri (mescit-tevhidhane/cami-tevhidhane) diğerlerinden kopartılarak “herkesin malı” olan bölüm, belirli bir mahremiyet gerektiren tekke hayatından soyutlanmaktadır.
İstanbul-Bahçekapı’da, çok katlı ticari yapılarının kuşattığı Yıldız Dede Tekkesi’nde, bütün bölümlerin iç içe geçtiği son derece organik ve karmaşık bir tasarıma gidilmesi, ayrıca mekânları aydınlatabilmek ve havalandırmak amacıyla aydınlık feneri ve havalandırma bacası gibi çözümlere başvurulması çevre etkenini kollamaya ilişkin ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Ayrıca İstanbul-Beşiktaş’taki Yahya Efendi Tekkesi gibi bazı örneklerde, ayin birimini manzaraya açabilmek için-genel olarak gözlenenin aksine-türbe bu mekânın arkasına çekilmiştir.
Örneklerin hepsinde ayin birimiyle dervişlerin barınmasına ayrılmış olan hücreler üstü açık bir avlunun çevresinde toplanır. Avluyu bir, iki veya üç yönden kuşatan derviş hücreleri bazen (U) biçiminde yekpare bir kitle meydana getirmekte, bazen avlunun kuzeyinde, ayin biriminin mihrap-taç kapı ekseninde yer alan bir giriş tarafından (L) biçiminde iki kitleye bölünmekte, bazı örneklerde de avlunun bir kenarı boyunca uzanmaktadır. Yapının çekirdeğini oluşturan bu avlu, bir yandan tekke hayatının iç dünyasını meydana getirmekte, diğer yandan çevresinde sıralanan birimler arasındaki iletişimi kurmakta, ayrıca bütün bu hacimlerin aydınlanmasını ve havalandırmasını sağlamaktadır. Hücrelerin önünde, insanları güneşten, yağmurdan, kardan koruyan bir revak veya sundurma uzanır. Revak, tonoz ve kubbe gibi kâgir örtü birimleri ya da tek eğimli bir çatıyla (sakıf) donatılmaktadır. “Cami-tekke” olarak nitelendirilebilen bu kuruluşların İstanbul’daki örnekleri Şeyh Vefa, Küçük Ayasofya, Koca Mustafa Paşa, Kasımpaşa Piyale Paşa, Çemberlitaş’taki Çorlulu Ali Paşa ve Edirnekapı dışındaki Mustafa Paşa tekkelerinde görülür.
İbadet ve ayin fonksiyonlarını karşılayan mescit-tevhidhane birimi, tekkede yaşayan dervişlerin, ayrıca muhiplerin ve ayinleri izlemeye gelenlerin (züvvârın) kullanımı için tasarlanmıştır. Klasik dönem üslubunu yansıtan örnekleri İstanbul-Kadırga Sokullu Mehmed Paşa ile İstanbul-Üsküdar Atik Valide Tekkesi’nde, Mimar Sinan sonrasındaki barok üslubu Eyüp Şeyhülislâm, Babıâli Hacı Beşir Ağa, Fatih-Haydar Tâhir Ağa tekkelerinde görülebilir.
Cami-tevhidhanelerden daha ufak boyutlu olan ayin birimlerinin bir kısmı (Gazi Hüsrev Bey, Sokullu Mehmed Paşa, Atik Valide, Hacı Sinan, Hacı Beşir Ağa ve Tahir Ağa tekkelerinde bulunanlar) Osmanlı mescitlerinin özelliklerini yansıtır. Kare veya kareye yakın dikdörtgen planlı olan bu birimler, kubbe, tonoz veya kırma çatıyla örtülmüştür. Bayram Paşa ve Şeyhülislâm tekkelerindekiler ise, sekizgen prizma biçimindeki gövdeleri ve kubbeleriyle, Osmanlı türbelerini hatırlatmakta, fonksiyon açısından da tarikat ayinlerinin dairesel koreografisine uyum göstermektedir.
Klasik dönemde bu tipin asıl yaygın olan türevi, ibadet-ayin mekânının kâgir duvarlı ve çatılı tipik Osmanlı mescidi biçiminde tasarlandığı mescit-tekkeler ve cami-tekkelerdir. İstanbul’daki birçok örnek arasında, Koca Sinan’ın tasarlamış olduğu Fatih Dırağman, Ferruh Kethüda (Balat), Yedikule Hacı Evhad ile Kocamustafapaşa Bezirgân (Ramazan Efendi) tekkelerini sayabiliriz. Batılılaşma döneminde yaygınlığını koruyan bu tekke tipinin temel özellikleri, İstanbul’da, Mevlanakapı dışında Merkez Efendi, Üsküdar Selimiye ve aynı semtteki Devati Mustafa Efendi Tekkesi gibi kuruluşlarda gözlenebilir.
Tekkelerdeki eğitim-ibadet-barınma birlikteliğini en çarpıcı biçimde tasarıma yansıtan bu yapılar arasında Yenikapı Mevlevihanesi, Tophane Kadirihane Tekkesi, Kasımpaşa Mevlevihanesi, Eyüp Kaşgâri Tekkesi, aynı semtte Ümmi Sinan Tekkesi ve Galata Mevlevihanesi, Beylerbeyi Şeyh Hüseyin Efendi Tekkesi bulunur. (Mimari yapı için bakınız Prof. Dr. Baha Tanman, Osmanlı Mimarisinde Tarikat Yapıları: Tekkeler)
Toplum hayatının her kademesini kuşatan; ilim, edebiyat ve musikinin öğretilip yayılmasında büyük katkıları olan tekkelerin bazısı felsefe, bazısı edebiyat, bazısı da İslami ilimlerin eğitimine önem vermişlerdir. Tekkelerde haftanın belli gün ve saatlerinde vaaz ve konferanslar verilmiş ve birçok kimse buralara devam ederek istifade etmiştir. Zengin kütüphanelere sahip olmaları sebebiyle tekkeler önemli birer kültür merkezi olmuşlar. İçinde Türkçe, Arapça ve Farsça birçok eser okunduğu, okutulduğu ve şerh edildiği için tekkeler, İslam medeniyetinin üç temel dilinin eğitim ve öğretimine önemli katkılar sağlamışlar.
Tekkeler, yüzyıllar boyunca dini, siyasi, iktisadi, askeri, güzel sanatlar, ilmi ve fikri alanlardaki faaliyetleriyle devlet ve toplumu etkilemiştir. 19. yüzyılda padişahlar tekkelere yardım ve ziyarette bulunup ayinlere katıldığı gibi, batılılaşmanın liderliğini yapanlar dahil, hemen her devlet adamı, birden fazla tekkenin müdavimi durumundadır. Yine bu yüzyılda tekkelerde ikamet eden talebe ve dervişlerin genel nüfusa oranı % 10-20 olarak hesaplanmaktadır.
19. yüzyıl fikir hayatındaki yeri bakımından anılmaya değer tekkeler; Yenikapı ve Galata Mevlevihaneleri ile Murat Molla, Kuşadalı ve Üsküdar Özbekler Tekkesi’dir. Halveti Şeyhi Kuşadalı İbrahim Efendi’nin tekke olarak kullandığı konağın da birçok tasavvuf erbabı, devlet adamı ve ilim adamının toplantı yeri olması hasebiyle zamanın tasavvuf, ilim ve fikir hayatında müstesna bir yeri vardır.
Şeyh Galib, Hammamizade İsmail Efendi gibi büyük şair ve musiki üstatlarının yetişme yeri olan Yenikapı Mevlevihanesi, özellikle Osman Selahaddin Dede zamanında (1831-1886) siyaset ve fikir hayatında etkili olmuştur. Devrin ileri gelen devlet adamları, âlimleri ve ariflerinin toplantı yeri haline gelmiştir.
Yenikapı Mevlevihanesi’nin devamı konumundaki Galata Mevlevihanesi de bu devrin fikir hayatında önemli bir yere sahipti. Yarım yüzyıldan fazla meşihat makamında kalmış olan Mehmed Kudretullah Dede (ö.1871) ve yerine geçen oğlu Mehmed Ataullah Dede (ö.1910) zamanlarında Mevlevihane, Doğu ve Batı fikirlerinin buluşma yeri durumunda idi. Arapça ve Farsçanın yanında Almanca ve Fransızca öğrenen Ataullah Dede, sosyoloji ve felsefe eğitimi de almıştı. Büyükelçilik ve otellerin bulunduğu Beyoğlu’na yakın olması, Mevlevihane’yi yabancı seyyah ve sefirlerin uğrak yerlerinden biri haline getirmiştir. Devlet adamları arasında çok sayıda müntesibi bulunan, yerli ve yabancı kalabalık bir münevver zümrenin toplanma yeri olan Galata Mevlevihanesi’ne bir süre Cevdet Paşa da devam etmiştir. Cevdet Paşa, Mevleviler arasında gördüğü bu itibarı, Nakşibendi Murad Molla Tekkesine borçludur. Tekkenin şeyhi Mehmed Murad Efendi (ö.1848) dönemin büyük âlimlerinden biriydi. Bir süre burada Mesnevi, Arapça ve Farsça dersi de vermek suretiyle birçok kimsenin yetişmesini sağlamıştı.
19. yüzyıl fikir ve sanat hayatında önemli yere sahip olan bir diğer Nakşi tekkesi de Üsküdar Özbekler Tekkesi’dir. Orta Asya tasavvuf kültürünün ve özellikle İstanbul’da hiçbir zaman doğrudan temsil edilmemiş olan Yesevilik’e has tarikat folklorunun yaşatıldığı yerlerden biri olan tekke, altıncı postnişin İbrahim Edhem Efendi zamanında (1855-1904) bir ilim ve sanat merkezi haline gelmişti. Türkçe, Arapça ve Farsçayı şiir yazacak derecede bilen, ayrıca Özbekçe, Azerice ve Ermenice de öğrenen İ. Edhem Efendi, ebruculuk, hattatlık, marangozluk, oymacılık, tornacılık, dökümcülük, matbaacılık, dokumacılık ve makine icadı gibi birçok alandaki becerisi sebebiyle hezarfen (bin fen sahibi) diye tanınmıştır. Cuma günlerindeki sohbet meclisine devrin “arif, şair, âlim ve zarif” kesiminden çok kimse devam ediyordu. Tekkenin müdavimleri arasında, matematikçi Salih Zeki Bey, ressam Hüseyin Zekâi Paşa, Edip Bey (Halide Edip’in babası), Mekteb-i Harbiye Nazırı Galip Paşa, filozof Rıza Tevfik gibi meşhur simaları bulunuyordu. (Kaynak için bakınız: Yrd. Doç. Dr. Mustafa Ülger, 19.Yüzyıl Osmanlı Fikir Hayatındaki Yeri Bakımından Tekkeler, İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı 18-2, yıl 2013)
Ribatü’l Bağdadiye Tekkesi’nde henüz 13. yüzyılda herhangi bir sebeple zor durumda kalmış kadınlar, Fatma Bint-i Abbas’ın şeyhi olduğu tekkeye sığınıyorlardı. İstanbul Eyüp’te bulunan Hatuniye Tekkesi, Osmanlının ilk kadın sığınma evi sayılabilir. Zor durumda olan kadınlar bu merkezde zanaat edinip ayakta durmayı öğreniyor; psikolojik sorunu olanlar ise ruhsal tedavi görüyorlardı.