Kurtuluş; Nazik Tatavla’dan Dünya Semtine

Klişe bir söylem gibi gözükse de değişen bir semtti Kurtuluş. İstanbul’da hiçbir semt sadece Rumların yaşadığı homojen bir yapıdan giderek heterojen bir yapıya, dünyaya bu kadar açık bir semte dönüşmedi. Sakızlı Rum gemicilerden Afrikalılara evrilen yakıcı bir süreçti bu.

Yazı: Yusuf Erkan / Fotoğraf: Umut Kaçar

Yağmurlu bir sonbahar sabahı girdik Aya Dimitrios Kilisesi’nin bahçesine. Yüksek duvarlarla çevrelenmiş, bakımlı bahçenin kuzeyinde kilise boydan boya uzanıyordu. Yaşlı bir kadın mırıldanarak bacaklarına sürtünüp sırnaşan kedileri beslemekle meşguldü. Giriş kapısına doğru yürürken bizi görünce duran ve meraklı gözlerle izleyen görevliye selam verdik. Kapıdan içeri giriş sadece bir kapıdan giriş değil, yüzlerce yıllık Tatavla geçmişine bir ışınlanmaydı sanki. Yağmurlu havanın mahmurluğunda nartekste yanan mumlar, yaşadığımız anlara uhrevi hava katıyordu. İçeride bir avuç kalmış cemaat dışında ilahi okuyan siyah giyimli iki okuyucu vardı. Kutsal metinleri sırayla okuyorlardı okuyucular. Kilisenin görkemli atmosferinde ilahiler bende hissettirdiği şeyler dışında sanki bu ayinin tarihçesine okunuyordu. Bir o kadar da sayıları gittikçe azalan bir cemaatin son üyelerine oluşundan dolayı buruk bir tad vardı bu okunuşta. Biraz önce kedileri besleyen yaşlı teyze oturduğumuz sıraları geçip ikonostasiondaki aziz ve azizelere ait resimlerin önünde durdu. Bir an soluklandıktan sonra resimlere avucunu sürdü, resimlerin bazılarını öptü ve istavroz hareketi yapıp sıralardan birine oturdu. Ondan sonra gelen birkaç Rum da aynı ritüelleri tekrarlayıp yerlerini aldılar. Bir ara papaz içeriden İncil’i aldı ve oturduğumuz bölüme geldi. Meğer biraz önce bizi kapıda karşılayan kişi papazmış. Sırayla bütün cemaat önce İncil’i, sonra papazın elini öptü ve tekrar yerlerine oturdular. Kutsal metinleri okuyanlardan biri siyah elbisesini çıkarıp kırmızı işlemeli elbisesini giydi ve naosta hunklu gezdirdi. Tüm kilise buhur koktu.

 

Ritüeller ardı ardına sıralanırken, bir yandan da kiliseyi inceliyordum. Kilise dikdörtgen planlı bir bazilikaydı ve çatısı kiremitle örtülüydü. İstanbul’daki Rum kiliselerinin çok azında görünen, orta nefi biraz yüksekçe beş nefli bir yapısı vardı. Yarım yuvarlak apsise denk gelen ana nefin iki tarafındaki daha dar neflerde 7’li diziler halinde toplam 28 sütunla çatı destekleniyordu. Ahşap oymalı temblo, amvon ve thronos altın varakla kaplıydı. Kilise ikonası ve 19. yüzyıl ressamlarının elinden çıkma resimleriyle ünlüydü. Kilisenin çan kulesi binadan ayrıydı. Çan yapımında çok başarılı olan Çarlık Rusya’sında dökülen bir çanı vardı.

Tatavla’nın katıksız bir Rum gettosu olarak gelişmeye başlaması 16. yüzyıla rastlıyordu. Tarihçi Hammer’e göre Kanuni zamanında (1520-1566) Barbaros Hayreddin Paşa’nın Ege ve Akdeniz adalarından aldığı 10 bin kadar tutsak Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılmak üzere İstanbul’a getirilmişlerdi. Daha sonraları bölgeye 1566’da Piyale Paşa tarafından Sakızlı Rum gemiciler getirildiler. Gelenlerin yerleşim sorunu Kasımpaşa’nın arkasında bulunan tepede kendi semtlerini kurmalarıyla çözüldü ve semtin temelleri atıldı. Başlangıçta “Tersaneliler” adı yakıştırılan, eski İstanbulluların “Küçük Atina” dediği semt, “at ahırı” anlamına gelen “Tatavla” adıyla ünlendi. Tatavla, İstanbul’un farklı semlerinde yaşayan Rumların da gelmesiyle büyüdü. 18. yüzyılın sonlarına doğru sayıları 20 bini bulan Rum nüfus yabancıların Tatavla’ya girmelerinin engellenmesini istediler. Kaptanpaşaların koruma çabaları ve Rumların istekleri sonucunda 1793’teki padişah fermanıyla Tatavla yönetimsel özerkliğe sahip oldu. 19. yüzyılın ortalarına kadar fakir bir Rum işçi mahallesi görünümündeki semt fermandan sonra 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar zengin ve nezih Rum topluluğunu barındırdı. Yabancıların Tatavla’ya girme yasağı Cumhuriyet döneminde çıkan büyük yangına kadar sürdü. Yangından sonra Tatavla adı Kurtuluş’a dönüştü.