Sandras Dağı


Dağlar kendi aralarında selamlaşır. Ama Sandras bir başkadır. Şimşekler çakarak, parlayarak merhabalaşır diğerleriyle. Bizim buralarda “Bu dağ boş değil” derler…
Yazı: Yusuf Erkan / Fotoğraf: Umut Kaçar
Köyceğiz’in dağ köylerinden Karaçam’da yaşayan Ali Kanat, tüm hayatını gölgesinde geçirdiği Sandras’ı böyle anlatıyor. Söyledikleri insanoğlunun Sandras’la sadece fiziksel değil, içsel bağlar da kurduğunu gösteren örneklerden biri. Anadolu’da dağlara nice türkü yakılmış, nice efsane yakıştırılmıştır; yüksekler masalların, aşkların, şiirin, tüm bir yaşamın mekânıdır. Dağlar, onlara atfedilen yücelik, saygı ve hayranlığın yanında koruyucu olarak da görülür. Bazı dağlar, haklarında anlatılan efsanelerle, insanda uyandırdıkları saygı ve sevgiyle daha da ünlenir, önem kazanır. Sandras işte böyle bir dağ. O, erenler zirvesi…
Batı Torosların bir parçası olan Sandras Dağı, Muğla’nın Köyceğiz ilçesi sınırlarında yükseliyor. Yüksekliği 2 bin 295 metreyi bulan zirvesi, burada yattığına inanılan erenin adıyla, “Çiçek Baba” olarak da biliniyor. Sandras Dağı’nın eteklerine tutunan, Köyceğiz’in Ağla (Yayla) köyünün sakinlerinin rivayeti odur ki zamanında İran Horasan’da medresede okuyan 72 eren, ellerindeki asaları Anadolu’ya, Balkanlar’a, Ortadoğu’ya fırlatır. Asaların tekmili farklı dağların zirvelerine saçılır. Erenlerin beşinin asası bu yörenin ulu dağlarına; Atkuyruksallamaz, Şimşir, Ölemez, Aygır ve Sandras’ın zirvelerinde düşer. Asalar bir süre dağ yücelerinde sahiplerini bekler. Beş eren, onlar gibi sırrına tam olarak eremediğimiz maneviyat dünyasından, içsel yolculuklardan geçerek asalarına doğru yola çıkar. Erenlerden Çiçek Baba, Sandras’ın zirvesinde asasına kavuşur ve bu dağın yücelerini mekân tutar…
Sandras Dağı hala yaşayan söylenceleri, gelenekselliğini koruyan yaşam ve üretim biçimleri, el değmemiş doğa değerleriyle dikkat çeken özel bir coğrafya. Karaçam ormanları (Pinusnigra), sığla ormanları (Liquidambarorientalis), alpin bitki örtüsü ve tür çeşitliliğiyle Türkiye’nin önemli bitki alanlarından biri burası. Sığla ağacı bölgenin ve Türkiye’nin en önemli değerlerinden;dünya dağılımı büyük oranda Gökova, Marmaris, Köyceğiz, Yunanistan’ın bir bölümü ve Rodos Adası. Sandras, İzmir 2 No’lu Kültür ve Doğa Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından 1995 yılında 1. derece doğal ve arkeolojik sit alanı ilan edildi. Dağın eteklerindeki Kartal Gölü’nün çevresinde 1309 hektarlık bölge ise tabiatı koruma alanı statüsünde.
Orman mühendisi Rasim Çetiner, Sandras Dağı’nın bölgede yüksek kesimlere özgü serpantin florası içeren en iyi örnek olması nedeniyle büyük önem taşıdığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Bu nedenle Sandras, Türkiye’de acil koruma altına alınması gereken alanların başında gelir. Sandras Dağı, 81’i Türkiye’ye endemik yaklaşık 750 taksonun kayıtlı olduğu zengin bir flora içerir. Sahada karaçamın saf meşçereler oluşturması, aralarında anıt ağaç niteliği gösteren yaşlı ve boylu fertlerin bulunmasıyla nadir orman ekosistem özelliği gösterir.”
Uzman Biyolog, Ekolog Ferdi Akarsu ise şunları söylüyor: “Uluslararası Koruma Örgütü (Conservation International), çok sayıda uzmanla birlikte var olan canlı türlerinin neredeyse yarısına hayat veren ‘35 Sıcak Nokta’ (Hot Spot) belirledi. Sandras Dağı, bu alanlardan ‘Akdeniz Sıcak Noktası’ içinde yer alıyor. Yani Sandras’ta yaşayanlar ya da bu dağı ziyaret edenler aslında dünyanın 34 eşsiz doğal alanından birini görüp tanıma olanağı elde ediyor.” Akarsu, hali hazırda çok sayıda doğa gözlemcisinin Sandras Dağı eteklerindeki eşsiz karaçam ormanlarını, sadece Anadolu ve bazı Yunan adalarında rastlanan Anadolu sıvacı kuşunu görmeye geldiğini söylüyor. Bölgedeki yaban hayatına diğer örnekler ise kurt, ayı, karakulak gibi bulunduğu alanın güzelliğini, doğallığını belirten büyük memeliler. Akarsu, Sandras Dağı’nın aynı zamanda dünya üzerindeki yaşam alanı sadece Sandras Dağı’yla sınırlı zarif nakıl (Silene brevicalyx) gibi dokuz bitki türüne yaşam alanı sağladığını söylüyor
Türkiye’nin en nitelikli kerestesi kabul edilen, işlemeye uygun, yumuşak ve düzgün yaş eğrileri gösteren Ağla kerestesi Sandras eteklerinde elde ediliyor. Antikçağ’da gemi yapımında kullanılan hafif keresteler Sandras’tan çıkıyordu. Kışın bu keresteler kök kısmında birkaç metre kalacak şekilde kesiliyordu, (kar altındaki kısımlar karlar eridikten sonra çıra yapımında değerlendiriliyordu), karların üzerinden sürüklenerek Dalyan (Kalbis) Çayı’ndan yüzdürülüyor ve Kaunos antik kentine ulaştırılıyordu. Kaunos’u Kaunos yapan Ağla keresteleriydi. İlkçağda kentte gemi yapımı büyük önem taşıyordu. Bu konuya Strabon’unGeographica adlı eserinde de değinilmişti. Strabon, Kaunos’un tersanelerinin bulunduğunu, limanın ağzının zincirle kapatılabildiğini, Kaunos’un yanı başında Kalbis Çayı’nın aktığını, çay ağzının derin olması nedeniyle ticaret gemilerinin içeriye girebildiğini, kentin limanının bugün Sülüklü Göl denilen bataklık, sazlık alanın yerinde olduğunu yazmıştı.
Sandras’ta kerestecilik tarihten beri büyük önem taşıyor. Ekşialan mevkiinde Hasan Çetin ve Ercan Çelik bize bu konuda bilgi veriyor. Ercan Çelik 1945’te Sandras’ı yakıp kavuran bir yangından söz ediyor. “Büyük yangında alçak kesimlerdeki ormanlar yanmış. Sonradan yapılan dikimlerden dolayı buradaki akçamlar tornadan çıkmışçasına aynı boyda ve kalınlıkta.” Yine Ercan’ın anlattığına göre akçamların alt kısımlarındaki dallar kar kırıyor, böylece üst kısımdaki dallar ve ağacın gövdesi daha iyi boy atıyor. Bazen sık ağaçların iyi güneş alması ve sağlıklı büyümesi için ara kesim yapılıyor. Kesimleri kooperatif adına yaptıklarını anlatan Hasan Çetin, “kooperatif kesilecek ağaçları damgalıyor, bize metreküp hesabı dağıtıyor, kaç metreküp kesersek ona göre para alıyoruz” deyip devam ediyor: “Metreküpün fiyatı 40 lira, bunun yüzde 12’sini kooperatif alıyor, bizim elimize geçen 32 lira.” Hasan ve Ercan orman işçilerinin kesim sırasında yaralanabildiğini, hatta yaşamını kaybedebildiğini söylüyor ne yazık ki: “Bir orman işçisi öldüğünde ‘iş kazası’ denip geçiliyor. Sigortamız yok, oysa kooperatifin sigorta yapması gerekiyor. Sigortamızı kendi imkânlarımızla yatırıyoruz.”
Yörede tomruk taşınan sadece Kalbis Çayı değil. Sandras’ın doğusundan güneyine doğru akıp giden Dalaman Çayı’ndan da tomruk taşımacılığında yararlanılıyordu geçmişte. Tomruklar, Sarısu mevkiinde istiflendikten sonra deniz yoluyla dünyanın farklı bölgelerine ihraç ediliyordu. İskenderiye’nin tomruk ve odun gereksinimi bir dönem buradan karşılanmıştı. Dalaman Çayı’nın bazı bölümlerinde rafting ve kano yapılabiliyor. Ancak eski antik yollar ve Yörük göç yolları üzerinde bulunan tarihi Akköprü, baraj gölünün suları altında kalmasından sonra parkurlar değişmiş. Gürleyik’te bir rafting tesisinde çalışan Nail Taşdemir “Akköprü’den başlayan eski parkurların yerini Narlı ile Bereket Barajı, Paşaköprüsü arasındaki sekiz kilometrelik parkur aldı, R3 zorluk derecesinde rafting yapılabiliyor artık” diyor. Dalaman Çayı barajlar nedeniyle biraz yavaşladıktan sonra akışını sürdürüyor, Dalaman ve Ortaca ilçelerinin sınırını çizerek Akdeniz’e dökülüyor.
Sandras Dağı ve Dalaman Çayı’nın ilişkisi sadece tomruk taşımacılığından ibaret değil. Sandras, eteklerinden doğan Gökçayı, Örençayı-Karaçay, Cehennem Deresi, Çayhisar Deresi gibi akarsularla Dalaman Çayı’nı besliyor. Dalaman Çayı da yükseklerden aldığı bu güçle milyonlarca yılda dağları derin vadilere ayırmış. Hüseyin Saraçoğlu, Akdeniz Bölgesi kitabında bu coğrafyayı şöyle anlatıyordu: “Bu bölgeler oldukça bakirdi ve 1970’li yıllara kadar özellikle Sinnecek ve Geyikler köprüsünden itibaren Dalaman Ovası başlarına kadar olan sarp vadiler tekerlekli vesait görmemişti.”
“Tekerlekli vesaitle” aştığımız yollardan biri bizi Karaçam köyünün yukarılarında bulunan İspirli Kanyonu’na götürdü. İki tarafını yalçın kayalıkların çevirdiği vahşi güzellikteki kanyonun derinliği 300-1000 metre arasında değişiyor. Teleferik hattı yapılmasının gündemde olduğu kanyonun aşağılarında doğal alabalıkların lezzetini aratmayan bir alabalık çiftliği var. Kanyonda ayrıca yabankeçileri yaşıyor. Günümüzde buralar “tekerlekli vesait” görse de Sandras’ın ve çevresinin hala Türkiye’nin en bakir alanlarından biri olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bir Türkiye haritası açılıp bakıldığında bile yerleşimlerin seyrekliği hemen fark ediliyor. Ancak yine de yasal olmayan yollardan olivium çıkaran bir şirket ve bir su firması var yörede. Bunun dışında her şey doğal akışında seyrediyor. Yollar bile dağda stabilize ve bakır toprak atılarak renkli bir görünüm kazandırılmış. Bu yollarda başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz tabelalar var: “Eren’e gider.”
Sandras’ın etrafını 360 derece dolaşırken dağın eteklerine tutunmuş insanlar gördük. Kar kokan gürül gürül akan çelik gibi sularından kana kana içtik. Köylülerin bize demlediği çaylarda sohbetleri koyulttuk, sorunlarını dinledik. Hiç bitmeyen orman dokusunun örttüğü dağ yollarında kıvrıla kıvrıla yükseldik. Ormancılığın temel ekonomik faaliyetlerden biri olduğu dağda yolların kenarında odun yığınlarına rastladık. Yüce zirvelerden altımızda kat kat serilen dağları rüzgârlı ortamlarda izledik. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yaşamlarına tevekkülle boyun eğmiş insanlar gördük. Tüm bunlardan çıkardığım sonuç şu oldu: Sandras, yöre insanının efsanelerini anlatıp da bir kenara çekildiği, uzaktan uzağa izlediği bir dağ değildi. Onların yaşantısına uzaktan fon oluşturan bir yükselti değil, içselleştirdikleri bir yerdi. Sazak köyünün Asarlık mahallesinde yaşayan Muharrem Kırmızı “Ben yaz kış bu kulübede yaşıyorum, aşağıya düze insem bir gün yaşayamam” diyerek açıklıyordu durumu.
Sandras’ı Sandras yapan özellikleri arasında efsaneler kadar şenlikler de yer alıyor. Mahya ve Eren Günü gibi geleneksel etkinliklere son yıllarda Ayata Festivali de eklenmiş. Gökçeova Göleti yakınındaki çayırlıkta gerçekleştirilen etkinliğe dünyanın farklı bölgelerinden doğal yaşamı ve barışı savunan, Şamanist felsefeye ilgi duyan çok sayıda kişi katılıyor. Serdar Yıldız “Ayata Festivali’nde büyük bir Şaman ateşi yakılıyor, müzik eşliğinde dans ediliyor, felsefi tartışmalar yapılıyor” diyor.
Eren Günü Şenlikleri’nden bir hafta önce ise Ağla köyünde Mahya Şenlikleri yapılıyor. Mehmet Ali Acet şenliği şöyle anlatıyor: “Mahya Şenlikleri’ne herkes karınca kararınca katkıda bulunur. Çoban ‘Bir oğlak benden’ der mesela. Köylüler ‘Şu kadar un, pirinç benden’ der. Kadınların açtığı yufka üzerine kazanlarda pişirilen pilav ve haşlanıp kızartılmış et konularak dürüm yapılır, herkese ayranla ikram edilir. Mahya Şenlikleri’nin amacı herkesin kazandıklarına ve yetiştirdiklerine şükretmesidir, ayrıca sosyal dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlamaktır.”
Ama bence Sandras demek Eren Günü Şenlikleri demekti. Onu ayrıcalıklı kılan başlıca özellik buydu. Çünkü Anadolu’da dağ kültü ile bağlantılı olarak elde kalan son örnek burasıydı. Bu arada Eren Günü Şenlikleri’nin Alevi ve Sünni vatandaşlarımızın birlikte katıldığı bir etkinlik olduğunun altını önemle çizmek gerekiyor.
Benceğiz elimde asaya benzer bir değnekle sabahın alacakaranlığında Kartal Gölü’nden Çiçekbaba’ya doğru “eren yürüyüşü” içindeyken “erenlerin öğretisinin bir öğrencisi olabilir miydim” diye düşünüyordum. Bilemiyorum. Aracı olabilir miydim? Tam emin değilim. Ne ayağım uyardı ne uyağım. Bu aracı olma haline okyanusun dibinde kuyu kazmak kabilinden aday olabilirdim. Çiçek Baba’nın “Benim asam ne ise senin kalemin odur” gibi sözler söylediğini düşünmek istiyordum. Dahası onun hoşgörüsüne sığınarak onun hakkında ve komşusu olduğu dağlar hakkında bir şeyler karalamak. Yüreklerimizin bir yerinde gizli, iç dünyamızın duygusal derinliklerinde hissedip de anlatamadığımız bir dolu şey hissediyordum o anlarda. Doğa kendi dilince konuşuyor; güzel sözler söylüyordu anlayana.
Şu kesindi ki bizleri bunaltan dünyalarımızdan çıkıp ferahladığımız bir coğrafyadaydık. Dağ havasının, ulu ağaçların, bin bir çeşit bitkinin, börtü böceğin ortasında doğanın bir parçası olmak bana iyi geliyordu. Dağlar bir olmuş tüm ihtişamlarını, birikimlerini, binyıllarını bizlere sunuyordu.
Sandras’ın zirvesine uzanan eren yürüyüşü sırasında, taşıtların olmadığı dönemlerde yöre insanının dağa nasıl çıktığını düşündüm. Yetmişini devirmiş Mehmet Özdemir o günleri anlattı: “Buranın insanı her ağustosun son perşembesi Eren Günü olduğunu bilir. Haberleşmeden Köyceğiz tarafından olsun, DenizliBeyağaç tarafından olsun dağın zirvesine, erene çıkar. Şimdi arabalarla iki üç saatte çıkıverdiğimize bakma. Önceden atlarla, eşeklerle, katırlarla birkaç günde yapılırdı bu yolculuk. Heybelerin bir gözünde adak olarak kesilecek oğlaklar olurdu. Diğer gözünde ekmek, su, öteberi. Bir gün önce sabaha yakın yola çıkar, Ilıca’ya geldiğimizde yatar, dinlenirdik. Sonra yola düşer erene gelirdik. Bir de işin dönüşü var tabi.”
Çiçek Baba’ya çıkıldıktan sonra onun devasa boyutlardaki mezarı etrafında üç kez dönülüyor, baş ve ayak tarafında bulunan taşlara yazma bağlanıp dilek tutuluyor. Ayrıca erenin mezarına buğday saçılıyor, ekmek ve çocuk çorabı bırakılıyor. Erenin mezarından avuçlar dolusu toprak ve taş alınıyor ve tülbentlere konarak götürülüyor. Mezar, 34.20 metre x 3.10 metre boyutlarında. Burası gerçek bir mezar mı bilinmez ama Ali Rıza Solcun, büyüklüğüne bir söylentiyle açıklık getiriyor: “Çiçek Baba’nın mezarına ‘ermiş kişiler yatağı’ denir. Anadolu’ya Türklerin geldiği dönemlerde Çiçek Baba buraya yoldaşlarıyla gelmiş, yiğitçe savaşmış, gece çökünce pusuya düşüp şehit olmuşlar. Eren ve yoldaşları topluca buraya gömüldüğü için mezar uzun olmuş.”
Beyağaç Belediye Başkanı Mustafa Akçay, mezardan alınan toprak için şunları söylüyor: “Erenin mezarından alınan toprak tarlalara, bahçelere serpilir, bereket getireceğine inanılır. Evin bir köşesine, ambarlara taş konulur yine bolluk ve bereket getirmesi için. Kamyoncular kamyonlarına koyar kaza olmaması için. Askerlerin muskasına toprak konulur, ‘toprak çeksin’ salimen geri dönsün anlamında. Rivayete göre buradan alınan toprak ya da taşı her kim yanında bulundurursa o kişi kötülüklerden ve kazalardan korunmuş olur.” Yöre insanı bu dileklerini şöyle dile getiriyor: “Çiçek Baba’ya çıkarsan/ Eren’in toprağından al/ Tarlana at, bolluk olsun/ Eren’in taşından al/ Ambarına kat, çokluk olsun.”
Adakçılar kurban edilecek oğlağı ve kuzuyu dualarla sırtlarında ve kucaklarında Çiçek Baba’nın mezarı etrafında üç kez döndürüyor, daha sonra adak kurbanı olarak kesiyor. Adaklar sırıklara geçirilip bütün olarak ateşte pişiriliyor. Kahraman Çelik anlatıyor: “Adağın tümden pişirilmesi büyüklerimizden duyduğumuza göre çok önceden de varmış. Dedemin anlattığına göre ‘adağım, niyetim, duam ayrılmasın, tümden kabul olsun. Allah, Muhammet, Ali aşkına tüm erenlere niyaz olsun’ anlamındaymış.”
Eren Günü Şenlikleri’ni Prof. Dr. Mehmet Naci Önal’a soruyoruz. Sandras’ta dağ kültü ile eren kültünün iç içe geçtiğini söyleyen Prof. Dr. Önal şunları anlatıyor: “Bu süreç İslam öncesi inanç ve ritüellerin İslam sonrası toplumuna taşınmasıyla gerçekleşmiş. Gelenekler ve inanışlar Anadolu’ya taşındıktan sonra dağ kültü yerini birçok yerde eren kültüne bırakmış, dağ kültü ile ilgili inanışlar eren kültü ile kaynaşarak varlığını sürdürmüş. Yüksek dağların eteklerinde yaşayanların zirvelere çıkarak adaklar kesmesi, eren mezarlarına dualar etmesi Şamanist inançların günümüz uzantıları. Sandras’a gelen insanların inancına göre Yörüklerin ereni dağ başlarında olur. Dağların ruhları ile ataların ruhları bir arada olur. Eski Türklerde Hsuing-nu ve Tabgaç ayinleri, tepesinde ‘gök gölü’ olan kutsal dağlarda yapılırdı. Sandras Dağı’nda Kartal Gölü’nün olması eski Türk inanışlarında görülen kutsal dağ ve ‘gök gölü’ anlayışıyla örtüşen bir benzerlik.”
Prof. Mehmet Naci Önal’a Eren kültünden önce Sandras’ta dağ kültüne ait etkinliklerin yapılıp yapılmadığını” soruyoruz. “Çok tanrılı dönemlerde, İslamiyet’ten ve Hıristiyanlıktan önceki dönemlerde dağ kültü var. Dünyanın neresine giderseniz gidin yüksek olan yerlerin farklı olduğu ve burada birtakım gizemlerin barındığı söylenebilir. Anadolu’da eskiden de dağların zirvesi, yüksek olması kutsal sayılırdı. Bu antik dönemde de böyledir.”
Bu yıl Eren Günü Şenlikleri’nde 150 civarında adak kurbanı kesildi. Daha sonra is pişmiş bütün oğlaklar yer sofrasında yeniyordu. Uzun bir sofraydı ortaya kurulan, aynen erenin mezarının uzun olması gibi. Herkes kendi sofrasında adak kurbanından yerken, yaklaşık dörtte birini bu büyük sofraya adak olarak veriyordu “kesemeyenler de yesin” diye. Seksenlerindeki Ali Rıza Solcun gökyüzünü işaret etti “Önceden eren gününde kartaldan geçilmezdi. Adak kurbanları kesildi mi çığlıklar atarlardı yukarılarda, döner dururlardı.” Solcun sonra da bir kartalın ötüşünün taklidi yapıyor.
Asiye Tabanlı 77 yaşındaydı, bizi sofrasına davet etti, önümüze kuzu eti koydu. “Nasip olsun. Direkt kendi kuzumuzdan, ilacı yok, haracı yok.” Minibüsün gölgesinde dinlenen 91 yaşındaki Şerife Öksan da bizi fark edince “Avuç dolu yedirirsen kucak dolusu gelir, avcunla verdin mi Allah sana kucak dolusu verir” diyerek buyur etti bizi sofrasına. Çöktük sofraya ve adak kurbanından yedik. Şerife Öksan bize eski Yörük göçlerinden, eski eren günlerinden bahsetti bu arada. Onun gibi yaşlılar artık taşıtlarla erene çıksa da etin bir bölümü konu komşu hakkı için ayrılarak buraya gelemeyen yaşlılara ve komşulara dağıtılmak üzere düze götürülüyordu.
Öğleden sonra erene çıkanların geri dönüşü başlıyordu. Beyağaç tarafından gelenler Kartal Gölü’ne, Köyceğiz tarafından gelenler Gökçeova Göleti’ne dönüp bir süre dinlendikten sonra Sandras’tan düze iniyordu. Gelecek yıl buluşmak ve kadim bir geleneği yaşatmak üzere…