Sarı Sıcak Coğrafyalar

Nazım Usta’dan özürle “Filmlerin arasından bir film Sarı Sıcak” Çukurova’ya bir kapı aralayan. Anadolu bağı kopmamış, toprakla olan bağı kopmamışların hali pürmelâllerinden bir şeyler bulduğu bir film. Gücünü yaşanmışlıklardan alan Sarı Sıcak, Fikret Reyhan’ın gerçek yaşamından bir kesiti bir omurgalılık haliyle beyaz perdeye yansıtıyor.

Yazı: Yusuf Erkan

Çukurova, insanoğlunun tarımsal üretimlere geçtiği çağlardan bu yan, mekân eylediği bereketli topraklar oldu hep. Pamukla anıldı buralar, meyve ile sebze ile özdeşleşti. Ölümsüzlüğü bulduğuna inanılan Dioskorides yetişti buralarda. Sonra Lokman Hekim dendi ona. “Bereketli Topraklar Üstünde” bir Yaşar Kemal çınarlaştı; antik çağların Homeros’unun destansı anlatımıyla. Yüreği sıradan insanlardan yana atan bir Orhan Kemal çıkageldi edebiyat dünyamıza. Ardından Yılmaz Güney sökün etti. Güneyin bu ustası, yılmaz, ödün vermez bir asiydi. 1982’de Yol filmiyle Cannes’de aldığı Altın Palmiye ödülünü sımsıkı tutarken Çukurova’nın bir avuç toprağına sarılıyordu sanki yad ellerde.

İnançların kavşağı Hatay’ın bir çocuğu olan Fikret Reyhan, Hıristiyanlığın bu topraklardan dünyaya açılması gibi Çukurova’ya, Mersin’e açıldı gençlik yıllarında. Filme adını veren “Sarı Sıcak” Yaşar Kemal’in bir öykü kitabını çağrıştırsa da Çukurova insanı; toprakla hemhal olurken “yaşadığı bunaltıcı sıcakları ve dahi yoksulluğu” kastederdi bu deyimle. Sarı Sıcak durumlar Fikret Reyhan’ın çocukluğunda Mersin’de babasının ve amcasının yaşadığı geleneksel tarım atmosferinde sömürü düzeninin çarkları arasına sıkışıp kalmış insanların yaşadığı şeylerdi aslında. Fakir Baykurt “Gene de ufak bir avuntum var, suculuk, kereste işçiliği ve kaçakçılığı, dokumacılık, fotoğrafçılık, çobanlık, ırgatlık gibi işler yaptım, çok uzağa düşmedim halkımdan” der bir yazısında. Fikret Reyhan da halkından ayrı düşmemiş, sanki ileride çekeceği bir filme hazırlanır gibi geleneksel tarımla iştigal etmişti bir dönem. Bir oyuncu rolüne nasıl hazırlanırsa o da ilerde çekeceği bir filmin provalarını yaşamaktaydı gerçek yaşamıyla. Doluş, birikim süreçleriydi yaşadıkları. Bu süreçlerde babası zamana ayak uyduramamaktan dolayı türlü sıkıntılar yaşasa da pes etse de amcası Necip Ağa direnmekte karar kılmıştı geleneksel tarımda. “Hepimiz kentlere sıkışmış kalmış insanlar olsak da tarım toplumundan kopmuş değiliz henüz” diyordu Fikret Reyhan yaşanan bu baş döndürücü değişim için. Yaşam kendisini de bir yerlerden bir yerlere savurmaya başlamıştı, babası ve amcası gibi. Yaşam gailesi onu fizik mühendisliğine savurmuş, ardından eğitimcilik rolünü uygun görmüştü. Öğretmenlik rollerinde bir başka dünya düşler gibi yaşadıklarını filme dökme sevdasıyla çarpmaya başlamıştı yüreği zamanla.

Aşk ve duman gizlenemezmiş derler ya da yetenek fışkırmayı bekler dururmuş bir bedende. Film aşkı onu Çukurova sıcakları gibi yakıp kavurmaya başladığında yoksulluğu ve yoksunluğu bir zenginliğe dönüştürmeye durmuştu. “Kaç kişinin ruhuna dokunabilirsin?” diye sormuştu kendine o günlerde çekeceği filmle. “Bazılarının ruhuna dokunacağım kesin. Hissettirmek istediklerimi, hissedecekler olacağı kesin. Ama en zor şey basit bir hikâye anlatmak. Arkada katmanlar olacak tabi; ezilenler, ezenler, değişen üretim biçimleri, teknoloji, sermaye değişimi filan.” Kafasında evirip çevirdiği senaryo amcaoğlunun tır şoförü olma hayaliydi. Tır şoförlüğü bir bakıma bütün o Çukurova çıkmazları içinde yalıtılmış bir karakter olarak bir yerlere gitmek hayalini de içinde barındırıyordu. Umudu barındırıyordu, tır şoförlüğü. Çukurova’daki yaşadıkları yaşamın kalıplarını kırmayı barındırıyordu. İbrahim’i çeken buydu; kalıplarını kırmak. Sınıf savaşımları içinde asi bir karakterdi o; iyicil, kötücül ve eksik yanlarıyla. Fabrikaların ortasındaki tarlaya, barakalara sıkışıp kalmış yaşamında İbrahim tır şoförlüğü ehliyeti için para biriktirmeye soyunuyordu filmde. “Ne olacak ki bu kadarcık parayı biriktirmenin külfeti?” diye sorulabilir. Bu soru Sarı Sıcak coğrafyaları bilmeyi gerektirir. “Çukurova aile yapısında bütün para babada toplanır. Bizim açımızdan ehliyet parası az olabilir ama para babada toplandığı için farklı işler yapmak zorunda kalır İbrahim. Yaşadığı dünyayı kabullenmeyip başka bir dünya hayal etmesi onu farklı şeyleri yapmaya iter.”

Senaryo şekillenirken teknolojik üretime karşı geleneksel tarımla direnen bir ailenin son dönemlerini anlatmayı yeğlemişti Fikret Reyhan. “Bir dönemin son anını anlattık. Çalkantılı bir anını, gülümsemeden anlatmayı tercih ettik. Son olunca trajik bir hikâye anlatmak istedik.” Bu trajik anlatım filmde yaşamın gerçek rengi; hüzün içeren suratlı karakterlerle karşımıza çıkar. Filmde tek mutlu bir an vardır. Necip Ağa’nın torunuyla olan sahne. Ne de olsa hayat içerisinde küçük gülümsemeler de vardır. Bunun dışında bir hüzün yaşanır ve o sirayet eder izleyiciye. Bir ailenin tragedyasının son anlarını öyle anlatmayı tercih etmiştir yönetmen. “Felaketin yarattığı bu gerçek dünyanın, gerçekliğini bozmayacak şekilde oluşturduk atmosferi” der bu konuda. Bir sanat yapıtının başarısı “ben de yaparım duygusunu uyandırmasıdır” şeklindeki görüşe göre; Sarı Sıcak basit ama çarpıcı anlatımıyla toprakla bağını kesmemiş insanlarda “ben de yaparım” duygusunu uyandırmasıyla da başarılıdır bence. Anadolu damarı kopmamışların bu filmi, toprak insanlarına sürpriz vaat etmese de o dünyaları bilmeyenlere çarpıcı gelecek bir dolu şeyi barındırır ayrıca.

“Toprak bağı kopmamış bir izleyici olarak bende ne çağrıştırdı Sarı Sıcak?” diye kendime sorduğumda filmden bir sahneyi cımbızla çekmem gerekti. İbrahim’in tarladaki kadın işçilere su dağıtması sahnesinde kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Çocukluğumda orman işlerinde iştigal ederken suculuk yaptığım bir dönemi çağrıştırdı bende bu sahne. Kavurucu yaz sıcaklarında sayısı 150-200 arası değişen orman işçilerine sırayla su dağıtır, dağıtım bitince biraz soluklanır, dağın aşağılarındaki çeşmeden tekrar su taşırdım işçilere. Bu döngü günde birkaç kez tekrarlanırdı. Toprak bağı kopmamışların filmi derken biraz da bu tür durumları içerir Sarı Sıcak. Bazen gülümsetir bazen de alıp bir yerlere götürür insanı.

“Metafor koymayı sevmiyorum” diyen yönetmenin, tek metafor sahnesiyle açılır film. Bu sahne Fakir Baykurt’un “Kaplumbağalar” romanındaki Kır Abbas’ın, Tozak kırında bir kaplumbağa ile karşılaşmasını anımsatır kitap kurtlarına. Kaplumbağa, Kır Abbas’ı görünce başını, ayaklarını hemen içeri alır, yazarın deyimiyle “kaşla göz arasında kıpırtısız bir tekne olur.” Kır Abbas kaplumbağanın sırtını okşar, kendinden korkmamasını söyler. Ancak kaplumbağada bir kıpırtı görülmez, açılmaz bir türlü. Kır Abbas kaplumbağaya gölgesini düşürüp açılmasını ve serinlemesini ister ama bu “gök dinli dürzü” yine açılmaz. Birden bir şeytanlık gelir aklına. Önündeki yanık toprağı eşer, bir oyuk yapar. Kaplumbağayı ters döndürüp oyuğa koyar. “Haydi, yıldızları seyret madem” diyerek uzaklaşır. Bir kaplumbağa için en ölümcül pozisyondur bu. Bir ara geriye dönüp “Şu yoksulu çevireyim yolundan kalmasın” der ama epey uzaklaşmıştır. Üşenip dönmez, kaplumbağayı yakıcı güneşin altında trajik kaderiyle baş başa bırakır. Sarı Sıcak’ta ise İbrahim kaplumbağanın önüne değneğiyle engel oluşturur, yolunu kesmeye çalışır, en sonunda kaplumbağayı değneğiyle ters çevirir ama kaplumbağa kabuğuna çekilmek yerine başını dışarı uzatır. “İbrahim tarafından ters çevrildiğinde kafasını çıkarması durumu kabullenmediğini gösteriyordu, kafasını çıkarmasa koymayacaktım” diyerek rol verdiği kaplumbağanın tepkisine göre filmde yer vermeyi düşünen bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu anlatır bu sahne.

İbrahim’i, Aytaç Uşun’u 28 oyuncu arasından seçerken de aynı özen karşımıza çıkar. “Niye Aytaç? diye soruyorlar bana. Aytaç çok özel bir oyuncu. Gönlümde farklı bir yerde. Bütün film onunla geçiyor. Öyle olunca çok titizlendiğimizi söyleyebilirim. 28 oyuncu arasından seçtik Aytaç’ı. Bir davranış hikâyemiz vardı ve o davranış hikâyesine en uygun İbrahim’i canlandıran oydu. İçimize sindi Aytaç. Yetmedi Mersin’e geldi. Oyuncu ve insan olarak çok sevdiğim Tansu Biçer’in yanına koyduk onu. 2 aya yakın çalıştı. İkisinin iyi anlaştığını söylemeliyim.” Kaplumbağa bir bakıma İbrahim’dir. Filmin başrolünü oynayan İbrahim’in kuyruğu dik tutan-kafasını çıkaran bir asi karakter olduğunu bu metaforla da destekler yönetmen. Ayağı bağlı bir köy tavuğu gibi İbrahim, Çukurova hengâmesi içinde bir yerlere gidemez ama gitmek için, kalıplarını kırmak için o koşullarda yapabileceği her şeyi yapar bir yandan. Ama kurulu düzen sandığından güçlüdür İbrahim’in. Sömürünün içinde ürünlerini bir başkasına satarak kabuğunu yırtma çabası şiddetle sonuçlanacaktır. İbrahim’e, sömürü çarkının içindeki kötücüllerin dilinden konuşma çabası çelimsiz kaldığını gösterecektir. Karşı çıkışlar için çok daha donanımlı olmaya dair bir mesaj içerir film bu yönüyle.

Peki, yaşam sahnesinden film yaşamına aktarılan gerçekliklerden biri olan İbrahim’in düşüne gerçek yaşamda ne olmuştur? “Amcaoğlum gerçekten gidebildi mi? Hayır, tır şoförü olamadı. Yurtdışında bir yaldızlama fabrikasında camlara şekil veriyor şimdi.” Bu noktada çengelli bir soru takılır akıllara. İbrahim ve onun gibilerinin sömürülmesine bir son verilebilir mi? Üretici ile tüketici arasındaki aracıyı kaldırma, gıdayla tüketici arasında ilişki kurmayı internet ortamı sağlayabilir mi? Bu yönde orada burada görülen örnekler, kooperatifler aracılığıyla çoğaltılabilir mi?

Bir izleyici olarak filmi nasıl gördüğümü sordum kendime. Sezar’ın hakkı Sezar’a. Oyuncu yönetimi iyi, oyuncular rollerinin hakkını vermişler. En iyi yönetmen ödüllerini bir çiftçinin bin bir özenle yetiştirdiği ürünlerini tarladan toplar gibi toplaması da bunun sonucu olsa gerek Fikret Reyhan’ın. Kadı kızının kusuru olarak filmi birlikte izlediğim arkadaşlarımın ortak görüşü “Filmde kadınları göremiyoruz pek” idi. Anadolu’da pek bireyden sayılmayan, sayılsa da yarım ağız kabul edilen, bu ağzı var dili yok kadınlarımızı Anadolu bağlamına oturtan sahneler içeriyor film. Kadın aslında yaşamın her alanında Anadolu’da. Kendi konuşmasa da yaptığı işler konuşan bir kadın aktarımı var filmde. Tarlada çalışırken, yemek pişirirken, kötü gidişe karşı tütsü yakıp evinde dolaştırırken, İbrahim dayak yediğinde destekçi olan kadınlar var. Anadolu kadınının ön plana çıkıp konuşan bir karakteri de.

Peki, film hasat mevsiminde nasıl bir başarı elde edecekti. Tekmil doluş ve biriktiriş süreçleri, senaryo aşaması, kadroyu toparlama süreçleri, oyuncu seçimleri, filmin çekimi, 6-7 ayı bulan kurgu aşaması filan derken nasıl bir kefede tartılacaktı çiftçimizin bu hormonsuz gıdası?

İstanbul Film Festivali’nde bir eleştirmenin yazdığı “genel kanı filmin kazandığı ödülleri hak ettiği yönündeydi. Ama en iyi film ödülünün de Sarı Sıcak’a verilmesi yine de salonda şaşkınlık havası yaratmadı desek yalan olur” saptaması tam da o günlerdeki havayı yansıtıyordu. “Bunun bir nedeni de yarışan 12 film içinde en az izlenenlerden biri oluşuydu herhalde. Anlayacağınız favoriler geride kalırken yarışı sürpriz bir at kazandı” şeklinde devam ediyordu eleştirmenin satırları. İlk filmiyle Altın Lale alan ilk yönetmen payesi de hormonsuz gıda Sarı Sıcak’a kısmet oluyordu. En iyi yönetmen ödülünü kazanmakla kalmadı film, en iyi erkek oyuncu (Aytaç Uşun), en iyi görüntü yönetmeni (Marton Miklauzic) ve en iyi kurgu (Ömer Gümüvar) ödüllerini de aldı.

Ardından Moskova Film Festivali’ndeki ödüller geldi. İstanbul’da alınan ödüllerin tesadüfî olmadığına dair bir sağlamaydı alınan ödüller. Fikret Reyhan “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye seslenen Nazım Hikmet’e “Abidin Dino beni resmedebilir” diyordu belki ustanın mezarının başında. Hormonsuz gıdaları kabul olunmuştu. Moskova’dan sonra önü açılmıştı filmin. Şimdilerde bir oraya bir buraya koşturmakla meşguldü yönetmenimiz. Reyhan yazdığı Defne romanında; Yaşar Kemal ve Orhan Kemal okyanuslarının dibinde bir kuyu kazmaya soyunmuştu. Çektiği ilk filmle Yılmaz Güney ustanın yanında saf tuttuğu söylenebilir. Dioskorides ölümsüzlük adına ne bulmuştu bilinmez ama Fikret Reyhan ise ilk filmiyle kendi ölümsüzlüğüne dair bir ilk adım atmıştı.

Sonuç olarak:

Nazım Usta’dan özürle “Filmlerin arasından bir film Sarı Sıcak” Çukurova’ya bir kapı aralayan. Anadolu bağı kopmamış, toprakla olan bağı kopmamışların hali pürmelâllerinden bir şeyler bulduğu bir film. Gücünü yaşanmışlıklardan alan Sarı Sıcak, Fikret Reyhan’ın gerçek yaşamından bir kesiti bir omurgalılık haliyle beyaz perdeye yansıtıyor. Klişe bir değerlendirmeyle genelde ilk sanat yapıtları için sanatçının yaşamından çokça izler taşıyor denilir. Fikret Reyhan yaşamından çokça izler taşıyan bu ilk filmiyle sadece omurgalılık hallerinin yetmediğini, bunun üzerine birçok şeyleri ekleyebildiğini gösterdi sinema camiasına. O, yaşamın dolduruş süreçlerine hayır demeyen bir yönetmen olarak; ilk filmiyle kendi çıtasını kendi koydu ve sadece bu nedenle bile saygıyı hak eden bir hazır bulunuşluluğa sahip olduğunu gösterdi. Ödülü sıradanlaştıran yönetmenimizin kişiliğinden milim sapmaması da nasıl bir omurgalılık haliyle karşı karşıya olduğumuzu göstermesi bakımından ayrıca üzerinde durulması gereken bir durum. Sanırım profesyonelliğinin yanında işi kalpten yapan yönetmenimizin bizlere ileriki yıllarda söyleyeceği çok şeyler olsa gerek.