Süryani Köylerinin İzinde


Yollar gönüle düşmeye görsün, ayaklar yolunu yordamını bilirmiş. Başka hayatların köküne inmek, ilmek ilmek hikâyeleri anlatıcısından dinlemek, çok katmanlı kentlerin, köylerin esrarını çözmek, hayatın anlamı üzerine evrilmekten nasiplenmek için yollara düşmüşüz. Kendi içimizden geçer gibi, iki ırmak arasında yunar gibi, biraz hatıra, biraz hafıza, biraz coğrafya; işte yollardayız…
Yazı: Sebahat Sertel / Fotoğraf: Cebrail Özmen, Umut Kaçar
Sabah erkenden Midyat’tan doğuya doğru yola çıkıyoruz. Kadim bir halkın, Süryanilerin köylerine yolculuğumuz; Hah(Anıtlı), Aynvert(Gülgöze), Mızızex(Doğançay)… Sarı yaz dediklerinden, Ekim ortası. Güneş, tenimizi yakıp kavuruyor, Tur Abdin ışığa kesmiş, gözlerimiz kamaşıyor. Güneş en cömerdinden ışığını, ısısını, nurunu gönderiyor; çünkü ışığın tüm karanlıkları yenen bir güç olduğuna inanılan topraklardayız. Cizre’yi boydan boya bölen Dicle, biraz uzağımızda. Kah görünüyor kah kayboluyor yol boyunca. Şairin deyimiyle zamanı ve zemini olmayan bir su suretinde, yılları yüzyıllara katarak akıyor.
Bir de sessizlik, derin bir sessizlik… Uzun sürecek bir sonbaharın sessizliği değil; insansızlığın sessizliği belki de; belki sözün düşüşünden, belki çaresizlikten. Belki de hayatın tekrarlanan gerçeği, bu coğrafyada yaşananlar. Gökyüzü kül duman. Dicle’nin öte yakasından havan toplarının seslerini duyuyoruz. Murathan Mungan :“Kül sessizliği/ Bir yerlerde dünyanın teli koptu” diyor Çağ Geçitleri’nde bu duruma. İçimizde kurşuni bir keder…

Fotoğraf: Umut Kaçar
Hah(Anıtlı) Köyü’ndeyiz. Köyün girişinde, olağanüstü bir yapı olan Meryem Ana Kilisesi’ne yöneliyoruz. Gök kubbenin içine dolduğu bir avluda bizi bir hayat karşılıyor. Bir zeytin ağacı gümüşi yapraklarıyla selam veriyor. Koşuşturan bir çocuk neşesi, arkasında annesi. Sohbet eden, günlük işlerini gören kilise halkı. Bizi yadırgamıyorlar, sevecen ve alışkın bir tutumla nereden geldiğimizi soruyorlar.
Meryem Ana Kilisesi, Tur Abdin’in incisi olarak biliniyor. Diğer kiliselerde olduğu gibi burada da diasporadan dönen aydınlık yüzlü, dünyayı bilen genç din adamları rehberlik ediyor bize, kiliseyi anlatıyor. Mimari açıdan eşsiz güzellikteki bu kilise bir manastır yapısının ünitesi. Kare planlı, ortası tam kubbe, yanları yarım kubbe ile örtülü. Teraslara ve avlulara merdivenlerle bağlantı kurulmuş. Kemer, yuvarlak taş sütunlar, üzerlerindeki okaliptüs çiçekleri, avludaki işlemeli korkuluklar, patriğin oturma yeri ve İncil vaaz yeri muhteşem. Bereketin sembolü üzüm salkımlı motifler, ahşap el işçiliği ve taş işçiliği mabedin sanatsal değerini öne çıkarıyor. Kutsal ruhu simgeleyen güvercin figürlü haç da ziyaretçilerin merakla yoğunlaştığı bir unsur, bir benzerinin olmadığı söyleniyor. Süryani tarihinin, medeniyetinin ve sanatının gelişmişliği karşısında hayranlık duyuyoruz.
Söylenceye göre, Meryem Ana Kilisesi’nin kuruluşu İsa’nın doğumuna bağlanır. Yahudi ülkesinde bir kralın doğumunun müjdelendiğine inandıkları parlak yıldızın izini süren on iki kral doğudan yola çıkarlar. Hah Kralı Hanna’ya varırlar, kraliçeleri üçünü Kudüs’e yollar. Üç Kral yeni doğan çocuğu bulup ona hediyeler sunar. Kendilerine günün nişanesi olarak bir örtü verirler. Hah şehrine geldiklerinde bu anlamlı örtüyü paylaşmak isterler; ancak parçalamasına da yürekleri elvermez.
Bunun üzerine Tanrı onlara bir fikir verir: “Elbiseyi yakıp külünü aranızda paylaşın!” der. Ateşe attıkları elbise, ansızın, üzerine her birinin resmi ve ismi kazınmış 12 altın madalyona dönüşür. Bu mucize üzerine, Meryem’in anısına, dünyanın sonuna kadar ayakta kalacak bir anıt inşa etmeye karar verirler ve Meryem Ana Manastırı’nın temelleri böylece atılır. Bu mucizenin gerçekleştiği rivayet edilen Hah Göleti’nin hemen yanında uzanan tarla, Süryani halk arasında bugün bile parpuso(paramparça) olarak anılır. Hah Köyü çevresinde ayrıca 14 kilisenin kalıntıları olduğu biliniyor.

Fotoğraf: Cebrail Özmen
Duvarın köşesine çöreklenmiş yılan dikkatimizi çekiyor. Gövdesini güneşe vermiş, hiç kıpırdamıyor. Bütün kadim uygarlıklarda olduğu gibi hem yaşam hem ölümün, hem bilgi hem gücün, hem ışık hem karanlığın, yeniden doğuşun temsilcisi. Siz yolcusunuz, ben buranın bekçisiyim der gibi. Yavaşça uzaklaşıp onu rahatsız etmemeye çalışıyoruz.
Köyün sokaklarından inerken çalı çırpıdan oluşmuş bir damın korkuluğunda kedisiyle söyleşen bir kadın görüyoruz. Kadın kediye, kedi kadına sevgi gösterisinde bulunuyor; sevecen beraberliğe laf atıyoruz. Kadının adı Fero, ya kedinin? “Kedi” diyor, güleç yüzüyle, “Gelin bir çayımı için”, diye sesleniyor. Yine bir köşe başında siyah, koyu mavi başörtülü Süryani kadınlarla sohbet ediyoruz. Dayanışmanın, konukseverliğin, sabrın ve efendiliğin bu insanların benliğine nüfuz ettiğini hissediyoruz.
Kilise kadim Süryani halkı için her şey, geleneğin sürekliliğini sağlayan, birleştirici en önemli unsur. Her yıl binlerce ağzı ve yüreği dualı insan, burada huşu içinde tanrısına ulaşır. O nedenle, Kadim bir halkın inancı odur ki; bu kutsal mekân, hafızasıyla sonsuza dek yaşayacak, kıyamete şahitlik edecektir. Dönüp arkamıza bakıyoruz, Meryem Ana Kilisesi bütün görkemiyle ayakta. Kare kubbenin etrafında güvercinler dolaşıyor. Kim bilir bir çift güvercin olup bu mabedin göğüne konmak isteyen, dünyaya yayılmış nice Süryani var.
Anayoldan Aynvert(Gülgöze) Köyü yoluna sapıyoruz. Şoför, yol bozuk, diyor, söyleniyor. Hiçbirimiz duymuyoruz. Rehberimiz Hüseyin, bizden heyecanlı. Özenle sarıp sarmaladığı bir fotoğrafın hikâyesini anlatıyor. “Anadolu’nun Solan Renkleri Süryaniler” projesi kapsamında 20 yıl önce çektiği fotoğrafı açıp gösteriyor sonra; Yuhanun’un ve Sonya’nın fotoğrafını. Fotoğrafta iki Süryani genç, çiçek demetleri basılı bir hetmonun önünde, üstlerinde din ve aile büyüklerinin siyah beyaz fotoğraflarıyla yansımışlar. Ta İsveçleri, sergi salonlarını dolaşıp gelen bu naif fotoğraf, hikâyeler oluşturuyor aklımızda. Yolda, dostu Yuhanun’u arıyor Hüseyin, bir çocuk sevinciyle: “Çay koy, geliyoruz.” diyor. Yuhanun, bizi köyün aşağısında dost sıcaklığıyla karşılıyor, kucaklaşıyorlar Hüseyin’le.
Köy, bir tepenin yamacına kurulu. Bu güzel köy 1960’ların başında 300 Süryani aileyi barındırırken 1985 yılına gelindiğinde bu ailelerin ancak yarısı köyde kalmıştı. 2008’de ise köye 1980’lerden itibaren taşınan Kürt nüfusun içinde yalnızca on Süryani ailesi bulunuyordu. 2014 sonunda bu belgenin yazarı köyde çocuklu üç Süryani ailesi ve bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yaşlı Süryani olduğunu saptadı.
Evlerine yürüyerek çıkmak istiyoruz. Üst üste kurulmuş bir köy olduğu söyleniyor. Bir patikadan geçerken bir ev damının üstünde miyim, diye düşünüyorsunuz. Bir zamanlar birlik olmanın güç olduğunu simgeleyen, bir toplanma yeri olduğu bilinen Aynvert Köyü’nün sokaklarında şimdi ne bir ses ne bir nefes… Gümüş rengi zeytin ağaçları uzanıyor avlu duvarlarından. Süryani taş ustalarının hayat verdikleri taşlarla örülü evlerin kapıları kilitli, pencereleri demirli.

Fotoğraf: Umut Kaçar
Şimdilerde, dinlerin ve dillerin şehrinde, kiliselere ait arazilerin, bağların bahçelerin, mezarlıkların hazineye devri söyleniyor. Kadastrocuların toprağın nadasa bırakıldığını, yani 20 yıldır işlenmediğini tespit etmesiyle bu topraklar terk edilmiş sayılıyor. Yuhanun bunlardan dert yanarken konuyla ilgili savunma yapan Süryani bir avukatın sözleri aklıma geliyor: “Hukuk, insanların topraklarını neden terk ettiklerini ya da neden bölgeden ayrılmak zorunda kaldıklarını sormuyor?” Anılarını bırakıp gittikleri evlerine, kutsal taşınmazlarına göz dikilmesi yüreklerine taş oturtuyor Süryanilerin. Bedenleri dünyanın dört bir yanındaysa da gönülleri sılada. Oysa bilincimize işlemiştir, ağlayanın malı gülene hayretmez, o terki diyar edilmiş evlerde uyunamaz, olmayan yılanlar, çıyanlar dolaşır durur bedenimizde, vicdan azabı, cehennemidir insanın.
Yuhanun’un ailesi avlunun önünde karşılıyor bizi, ince uzun bir selvi misali eşi Sonya, kız kardeşi Barbara, çocukları Hanna, Nahir, Yeşo ve annesi Yukarı Mezopotamya’nın Hanıme’si. Telaşsız bir güneş gülümseyen yüzlerinde duruyor. Üst kata çıkıyoruz. Koridorlar, yüksek tavanlı odalar detaysız, eşyalar ihtiyaca hizmet ediyor. İşo Amca’yı ziyaret ediyoruz, 90’lı yılların zulümleri neticesinde oksijen çadırına bağlı öylece yatıyor. Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki Ferhat Hoca’dır İşo Amca, kaderini terk etmeyenlerden.
Ferhat Hoca, insanın hangi durumlarda haklı bir davanın öznesi olabileceğinin koşullarını anlatır İnce Memed’de: “Zulme karşı koymamak kâfirliktir… Çocuğunun rızkını, ata yurdunu korumamak, bırakıp gurbet ellere düşmek kâfirliktir. Zulme karşı koymamak zalime ortak olmaktır.” Şimdiden sonra, İşo Amca, soylu bir direnişin bedeli olarak kuşaktan kuşağa anlatılacaktır.
Demir parmaklıklı, ay pencereden yoğun güneş ışığı giriyor. Tıbbi aletin ayarlamasını küçük Yeşo yapıyor yaşından beklenmeyen bir olgunlukla. Zaman çarmıha gerili gibi. Seni buraya bağlayan ne, çocukların var, diye soruveriyorum Yuhanun’a. O hiç duraksamadan babasını işaret ediyor: “Beni buraya bağlayan O’dur” diyor. Gitmenin de kalmanın da bu genç insanlar için ne denli çaresizlik olduğunu hissediyoruz.

Fotoğraf: Umut Kaçar
Sonra Hüseyin, 20 yıl önceki bir emaneti Sonya ve Yuhanun’a armağan ediyor. 20 yıl önceki ve 20 yıl sonraki hallerini fotoğraflıyoruz. Yine öyle sessiz ve vakur bir mahcubiyet içindeler. Avlu kapısında çay içiyoruz, bir tepside şıralı, ufak, parlak mezone üzümü ve pestil geliyor. Büyükler oruçlu, bizim ikramımızdan almıyorlar. Günlerce, gecelerce dinlemek istiyoruz onları. Muhabbetin demine varamıyoruz.
Mor Hadbşabo Kilisesi’ni ziyaret edeceğiz. Kilisenin anahtarı Yuhanun’da, köyün dar sokaklarından ilerliyoruz. Kilise, hep olduğu gibi kalın duvarlarla ve kulelerle çevrili. Dar bir kapıdan küçük bir iç avluya iniyoruz. Tertemiz mütevazı bir kilise, mum yakıp dua ediyoruz.
Dönüşte okulun kapısında farklı yaşlarda ilköğretim çocuklarını görüyoruz. Meraklı ve ışıl ışıl gözlerle bakıyorlar. Zengin bir medeniyetin çocukları onlar. Çok dilli, çok kültürlüler. Sadece kendi ana dillerini değil coğrafyanın dillerini de bilerek büyüyorlar. Her biri 4 dil biliyor; Süryanice, Kürtçe, Türkçe, Arapça ve elbette diğer vatanları, Avrupa dillerini de öğrenecekler. Bu çocukların gözlerinden bakmayı bilemedik, kuşkusuz onlar daha güzel bir dünyanın müjdecisidirler.
Ayrılık vakti geldi, gözlerimiz çocuklarda, gitmek zor. Kalbimizde bir sızı, elimizde Hanıme’nin pestilleri, içimize dönüyoruz yolda. Kapıları çaldık ve kapılar açıldı bize. Her birimiz bir şeyler bulduk, aldık, kalbimizde sakladık, götürüyoruz. Masmavi gökyüzünde bir şahin, geniş kanatlarını açmış süzülüyor, sessizce süzülüyor.
Mizizex(Doğançay) Köyü’nden arkadaşımız Selma, gezi boyunca sayıkladığı köyüne getiriyor sözü, 30 yıldır gitmemişim, haydi bizim köye gidelim Mizizex’e gidelim, diyor. Rotamız Mizizex… Güneş yakıcılığını kaybetmişken köye giriyoruz. 2500 yıllık bir köy. Geniş bir alana yayılmış. Köyün tarihi üzerine çalışan araştırmacılar; 1970 yılında köyde 200 Süryani aile olduğunu belirlemiş, ancak bu sayı bundan on yıl sonra 42’ye düşmüş. 2006’da ise köyde yalnızca altı Süryani aile kalmış. Bu belgenin yazarı 2014 yılı sonunda bugün ağırlıklı olarak Kürt köyü olan yerleşmede sekiz Süryani ailesi olduğunu belirlemiştir.
Harabe halinde, terk edilmiş evlerin avlularından neşeli küçük nar ağaçları sarkıyor. Diğerlerine nazaran daha yaşayan bir köy. Hayat emaresi özellikle tadilatla gösteriyor kendisini, inşaatta çalışanlar işlerine yoğunlaşmışlar. Geleneksel mimariye uygun olarak onarılan, yenilenen evler göze çarpıyor. Kürtler eski evlerini onarıp kendi evlerine dönecekler; çünkü diasporadaki Süryaniler artık evlerini geri istiyorlar. O bildik ses, sessizliğin sesi kuşatıyor bizi yine de.
Selma’nın amcasının kızı Behiye Hanım ve onun kızları karşılıyor bizi. Bir de üzerinden bilgelik ve kentlilik akan yaşlıca bir adam; Doktor İsmet Bey. Benim İsmet amcamdır, doktordur kendisi, Diyarbakır’da oturur, özleyince köye gelir, köyden hiç kopmamıştır, diyor Selma. 75 yıl önce derin katmanlı bir kültürün yaşandığı topraklardan tıp okuyan insanlar çıkmış. Selma doktor amcayla kayboluyor ortadan. Doğup büyüdüğü evlerine gitmişler. Kasrları yıkılmış, viran olmuş. Yeniden yapacağız, diyor Selma, anneden Süryani, babadan Kürt, eşten Türk. Yüreğindeki dalgalanmaları gözlerinden okuyorum. Kesme taştan, merdivenlerle birbirine bağlanan avlulu, çok damlı, iki katlı köy evine çıkıyoruz. Behiye Hanım, ev bizim değil, Süryani bir ailenindir, evimiz yapılana kadar misafiriz burada, diyor. Odalar iç içe. Ovaya bakan bir odada yeşile boyalı gömme dolabın aynasında namaza durmuş enişteyi görüyoruz, bir de renkli tespihleri, renkli kilimleri, minderleri. Anne kedi, yavrusunu koruma tedirginliğiyle masanın altından bize bakıyor. Elbise örtüleri, yaşama dair alet edevat duvarlara, raflara iliştirilmiş.
Behiye Hanım’ın kızları, anne babalarını ziyarete gelmişler, bize çay ikram ediyorlar. Bir avuç da incir getiriyor arkadaşımız. Güneşin battığı yönde dam üstünde çay içip ev halkıyla sohbet ediyoruz. Yine görüyoruz ki kadim topraklarda toplumsal hafıza, birçok acı olayla, yıkımla, faili meçhul ağıtlarla, sürgünlerle, göç hikâyeleriyle yüklü.
Akşam iniyor Mizizex’e. Dönen sürülerin çıngırak seslerini duyuyoruz. Gitmeyin yemeğe kalın, diyorlar. Yolcu yolunda gerek. Vedalaşıyoruz. Nusaybin ötesinden iyi haberler gelmiyor. Köy sokaklarında ilerlerken kilise ve yanındaki derme çatma camiyi fotoğraflıyoruz. Caminin hocası, damın üstünden fotoğraf çekmemize el kol işaretleriyle, seslenmeyle tepki gösteriyor, gülüşüyoruz, el sallıyoruz ona.
Midyat’a daha kilometreler var, telefonu kulağıma dayayıp Ciwan Haco’nun “Welatemin” parçasını dinliyorum ve sisli, dumanlı, kül renkli bir Mezopotamya akşamından ona, köyünden, köklerinden bir selam gönderiyorum.
KAYNAKÇA
Refik DURBAŞ, Dicle’ye İki Şiir
Murathan MUNGAN, Çağ Geçitleri
Aziz ŞEKER, Yaşar Kemal’in Romanlarının Sosyolojisinde İnsan Sevgisi ve Değerinin Varoluşsal Kaynakları
Kamuran SAMİ, Berrin KARAKAŞ, Tur Abdin Bölgesinde Yerleşik Süryanilerin Yer Zaman ve Sosyo Kültürel Bağlamda Kırsal Mimarileri
Zeynep Gül KÜÇÜK, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Mardin ve Çevresinde Süryaniler
Susanne GÜSTEN, Tur Abdindeki Süryani Taşınmazları Sorunu
Melki ÜREK, Süryaniler’in Tarihi ve Sosyolojik Yapısı1