Türkiye Mülteci Raporu

Nasıl en çok mülteci barındıran ülke haline geldik? Ne yapmalı? Sorusuna cevap niteliği taşıyan bu rapor 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü Nedeni ile Halkların Köprüsü Derneği tarafından yayınlandı.

Hazırlayan: Halkların Köprüsü Derneği

Fotoğraflar: Çağdaş Erdoğan, Çiğdem Üçüncü, Kerem Yücel, Mehmet Kaçmaz, Serkan Çolak, Tolga Sezgin 

Küresel boyut

Birleşmiş Milletler (BM)’in Haziran 2016’da yayımladığı son rapora göre dünyada yerinden zorla edilmiş insan sayısı 65.3 milyona ulaştı. Bugün yeryüzünde her 122 kişiden biri yerinden zorla edilmiş durumdadır. 21.3 milyon mülteci, 40.8 milyon ülke içi zorla yer değiştirme ve 3.2 milyon sığınmacı (‘’asylum seeker’’) olduğu bilinmektedir. Bu rakamlara iklim değişikliği nedeni ile göç eden 19 milyon kişi dahil değildir. 65.3 milyon yerinden zorla edilmiş insan için bir ülke kurulsa, bu ülke nüfus olarak dünyanın 21. büyük ülkesi olurdu. Bu insanların 10 milyonu vatansız (hiç bir ülke tarafından kabul edilmeyen) durumundadır. Mültecilerin %51’i çocuktur. Yaklaşık 98.400 çocuk anne ve babasını kaybetmiş ya da onlardan ayrı başka bir ülkede yaşamak durumunda kalmıştır. 2015 yılında göç ederken Akdeniz’de ölen ya da kaybolan kişi sayısı 5000’i geçmiştir.

Savaş, çatışmalar ve neoliberalizmin yıkıcı etkileri ile bu rakamlar her geçen gün artmaktadır. Özellikle Suriye, Libya ve Yemen’de süren savaşlar son yıllardaki mülteci sayısını ciddi biçimde artırmıştır. Mültecilerin %54’ü üç ülkeden; Suriye (4.9 milyon), Afganistan (2.7 milyon) ve Somali’den (1.1 milyon) kaynaklanmaktadır (2015 yıl sonu verileri).

Merkez kapitalist ülkeler mültecilerin sadece %14’üne (107.100 kişi yeniden yerleştirme; yarısı ABD’ne) ev sahipliği yaparken, mültecilerin %86’sı geri kalmış ve gelişmekte olan komşu ülkelerde; en çok Türkiye (2.5 milyon), Pakistan (1.6 milyon), Lübnan (1.1 milyon), İran (979.000), Etiyopya (736.000) ve Ürdün’de (664.000) yaşamaktalar (2015 yılı sonu verileri).

Göç meselesi ile ilgili en temel gerçek, asıl sorunun göç değil savaşlar olduğunu anlamaktır. Savaş, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve küresel emperyalizme içkin bir olgu olarak sürekli yeniden üretilen olağan dışı bir durumdur. İnsan eliyle üretilir ve çok geniş kitleleri etkileyerek doğa ve insanlar üzerinde onarılması imkânsız tahribatlar yaratır. İnsan her zaman göç etmiştir, bu yeni bir şey değildir. Tarih bize göçün çok kültürlü toplumların oluşmasını sağladığını göstermektedir. Yan yana yaşayan çok sayıda kültürün olması mümkündür. Göçü siyasi ve sosyal olarak kontrol edilemez hale getiren ve bir trajediye dönüştüren savaşlardır. Bugün yaşanan göçün temel kaynağı, yıllardır Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da süren ve son olarak da Suriye’de büyüyen savaş yüzünden yerinden edilmiş milyonlarca insandır. Afganistan 10 yıldan uzun süre ekonomik ve politik kargaşa içindedir. Son dönemde Taliban aktiviteleri bu yıl 5000 sivil insan kaybına yol açmıştır. Irak’ta IŞİD, Eritre’de Isaias Afewerki rejimi, Nijerya’da Boko Haram, yüz binlerce mülteciye sebep olmaktadır.

Afrika’da ve Ortadoğu’da insanlar kendi sorunlarını çözmekte, kendi toplumlarını değiştirmekte neden başarısız oluyorlar? Bu soruyu sordukça Batı’nın (küresel kapitalist sistemin) buna neden izin vermediği anlaşılacaktır. Libya Batı’nın müdahalesi ile kaosa sürüklendi. Bugün Libya’da birbiri ile savaşan üç hükümet var. Irak’ta bugün IŞİD’in yükselmesine neden olan durumun asıl sebebi ABD’nin Irak işgalidir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde kuzeydeki Müslümanlar ile güneydeki Hristiyanlar arasında devam eden iç savaş, bir anda ortaya çıkan bir etnik nefretten ibaret değildir. Çatışmalar kuzeyde petrol bulunmasından sonra Fransa’nın ve Çin’in petrol kaynaklarını kontrol etme girişimleri ile tetiklendi. Bu örnekleri çoğalmak mümkün.

Savaş, çatışmalar ve insan hakları ihlalleri insanları zorla yerinden etmektedir. ‘Mülteci krizi’ diye adlandırılan bu durum aslında insanlığın ve devletlerin içine düştüğü ekonomik, politik ve tarihi bir krizdir. Savaşların körüklenmesinde askeri, ekonomik ve siyasi imkanlarını seferber eden ülkelerin hepsi bugün sayıları milyonları bulan mültecilerden sorumludur. Ancak, bu sorumluluktan kaçmaktadırlar.

Suriye savaşı

Ortadoğu’da 2010’da başlamış olan halk isyanlarının son halkası diyebileceğimiz Suriye’de despot bir rejime karşı barışçıl gösterilerle başlayan ayaklanma, emperyalist devletlerin müdahalesi ile vekalet savaşına ve şu anda da bizatihi bu devletlerin savaşına evrilmiştir. 7 yıldır devam eden savaşta yarım milyon insan öldü ve 6 milyondan fazla Suriyeli evini terk ederek mülteci oldu. Yaklaşık 3 milyonu Türkiye ve 1 milyonu Lübnan’da olmak üzere 4.800.000’i komşu ülkelerde; 1.120.000 Suriyeli ise Avrupa ülkelerinde sığınmacı durumundadır. Orta Doğu’nun en zengin ülkeleri; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, onlar kadar zengin olmayan Türkiye, Mısır, Ürdün, İran ve Lübnan’a kıyasla mültecilere kapıları ya hiç açmadılar ya da çok az mülteci kabul ettiler. Hatta Suudi Arabistan Müslüman mültecileri Somali’ye geri gönderdi. Suudi Arabistan fundamentalist teokratik bir devlet olarak yabancıları ülkesine kabul etmiyor. Öte yandan petrol ekonomisindeki entegrasyon sayesinde Batı dünyası Suudi Arabistan ile tam bir ortaklık sergiliyor. Suudi Arabistan ve diğer varsıl Orta Doğu ülkeleri üzerinde mülteci kabul etmelerine yönelik hiçbir uluslararası baskı olmaması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu ülkelerin rejim karşıtı güçleri askeri olarak da destekledikleri göz önüne alınırsa Suriye’deki durumdan bir ölçüde sorumlu oldukları unutulmamalıdır.

Türkiye’de Suriyeliler

2017 yılında rakamlara yeniden bakıldığında Birleşmiş Milletler’in resmi rakamlarına göre Mayıs 2017 itibarı ile Türkiye, 3.2 milyondan fazla mülteci ile dünyada en çok mülteci barındıran ülkedir. Bu insanların %90’dan fazlası kampların dışında, Türkiye’nin çeşitli şehir, kasaba ve köylerinde yaşamaktadır. Mültecilerin %70’i kadın ve çocuktur. 3 milyon Suriyeli dışında 134.000 Iraklı, 132.000 Afgan, 32.000 İranlı, 4.000 Somalili ve 9.000 diğer ülkelerden mülteci vardır.

Kayıtsız olanlar da dahil edildiğinde şu anda 3.5 milyon Suriyeli Türkiye’de yaşamaktadır. Resmi verilere göre Türkiye nüfusunun yaklaşık %4’ünü, gerçek rakamlara göre ise yaklaşık %5’ini Suriyeli mülteciler oluşturmaktadır. 2011 Nisan’ından itibaren açık kapı politikası uygulayan Türkiye, mülteci sayısının artmasıyla 2015 Haziran’ında açık kapı politikasını sonlandırmıştır. Bunun ötesinde, mültecilerin girişini engellemek için Avrupa Birliği devletlerinin uygulamalarına paralel olarak, sınıra hendek ve beton duvarlar örmeye başlamıştır. Mültecilerin yasal ve güvenli geçişini imkânsız kılan pasaport ve/veya vize şartı konmuştur. Bugün mülteci kabul etmeme konusunda tüm dünya devletleri birbirleriyle yarışmaktadır. Batı ne savaşı sona erdirmek ne de mülteci göçünü paylaşmak niyetindedir. Oysa mülteci göçünü azaltmanın, bu kişilerin ihtiyaçlarını karşılamanın ve geri dönüş dahil tüm haklarını korumanın sadece Suriye’deki savaşın sona erdirilmesi ile mümkün olduğunu herkes biliyor!

Statüsüzlük

Türkiye Sığınmacıların Statüsü’nü belirleyen 1951 BM Sözleşmesi’nin orjinal imzacılarından biridir, ancak hem coğrafi hem de süre kısıtlaması şartı koymuştur. 1967’de pek çok ülke her iki kısıtlamayı kaldırırken, Türkiye süreyi kaldırmış ancak bugün de devam eden coğrafi kısıtlamayı sürdürmüştür. Buna göre Türkiye sadece Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü vermektedir. Suriye, Afganistan, Irak, İran ve Afrika ülkeleri gibi Avrupa dışından gelen çok sayıdaki sığınmacıya ise mülteci statüsü vermemektedir. Bu bağlamda Suriyeliler için de önce misafir denmiş sonra geçici koruma statüsü yaratılmıştır. Avrupa dışından gelenler, şartlı mülteci olabilmekte ve BM tarafından 3. bir ülkeye yerleştirilene kadar Türkiye’de kalabilmektedir. Pek çok eleştiri almasına rağmen Türkiye, mülteciler için çekim merkezi olmama gerekçesiyle coğrafi sınırlamayı kaldırmayan çok az sayıda ülkeden biridir. Mültecilere mültecilik yerine geçici koruma statüsü verilmesinin nedeni, Türkiye’nin soruna hak temelli değil, yardım temelli yaklaşması ve istediğinde Bakanlar Kurulu kararı ile bütün Suriyelileri geri gönderebilme yetkisini kendisinde muhafaza etmek istemesidir. Geçici koruma statüsündeki Suriyelilerin uluslararası koruma başvuru imkânı yoktur. Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli mültecinin burada onurlu bir yaşam kurmalarını sağlayacak haklara erişimleri ve bu insanların başka ülkelere mülteci olarak gitmeleri engellenmektedir. Ekim 2014’te yayımlanan bir yönetmelik ile geçici koruma altındaki Suriyelilere kimlik çıkarılmaya başlandı, çalışma yaşamına dahil olma, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakları sağlandı. Bu bağlamda, Suriyeliler dışındaki mültecilerin statü ve hakları Suriyelilere kıyasla çok daha olumsuzdur ve Türkiye’de Suriyeliler ve Suriyeli olmayan yabancılar olarak ayrımcı, ikili bir yapı oluşmuştur.

Demografi, Kadınlar ve Çocuklar

Suriyeli mültecilerin %47’si kadın ve %45’i çocuktur. Yaklaşık 400.000 çocuk 0-4 yaş grubundadır ve bunların büyük bir kısmı Türkiye’de doğmuş durumdadır. Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmı genç nüfustur; 65 yaş ve üstü sadece %2’dir. Öte yandan toplam Suriyeli nüfusun %40’ını oluşturan 0-14 yaş grubu ve 65 yaş üstü grup, 15-64 yaş grubunu oluşturan %60’a bağımlı durumdadır. Kadın ve çocuk mülteciler çok özel sorunlar yaşamaktadırlar. Kadınlara yönelik şiddet kaygı uyandırmaktadır. Kadınların göç sırasında ve sonrasında cinsel şiddete maruz kaldıkları bildirilmiştir. Suriyeli kız çocukları erken evliliğe ve Suriyeli kadınlar 2. ya da 3. eş olarak yasa dışı evliliklere yönlendirilmekte, suç örgütleri aracılığı ile fuhuşa zorlanmaktadırlar. Suriyeli kadınların sosyal yaşama entegrasyonu ve çalışma yaşamına dahil olmalarında pek çok engel mevcuttur.

Barınma

Suriyeli göçü başladığında gelenler Güneydoğu’da Suriye sınırına yakın kamplara yerleştirildi. 2013’e gelindiğinde kamplar doldu ve göç artarak sürdü. Bugün Türkiye’de Suriyelilerin çok az bir kısmı, yaklaşık 260.000 Suriyeli mülteci (%10’dan azı), 23 kampta yaşamaktadır. Bu kampların bazıları, sınıra yakın konumları sebebi ile uluslararası standartlara aykırıdır. Ayrıca bu kamplar halen insan hakları örgütlerinin izlemesine ve denetimine kapalıdır. Kamp yaşamının acil ihtiyaçları karşılayan geçici bir çözüm olması gerekirken, Türkiye’de bu durum 5 yılı aşkın bir süredir devam etmektedir. Kamplarda sunulan hizmetler kamp dışında yaşayanlara kıyasla daha kolay ulaşılabilir olmasına rağmen, pek çok insan kampları ‘’hapishane’’ olarak görmekte ve ‘özgür olmak’ arzusuyla kampları terk etmektedir.

Kampların dolması ile birlikte Suriyeliler Güneydoğu illerine ve diğer illere yerleştiler. En yoğun Suriyeli yerleşimi Güneydoğu (Suriyelilerin %38’i) ve Güney (Suriyelilerin %29’u) bölgeleridir. İş imkanları yüzünden büyük şehirler de çok göç aldı. Suriyelilerin %20’si İstanbul’da yaşamaktadır. Bazı şehirlerde Suriyeli nüfusu ciddi bir orana ulaşmış durumdadır. Örneğin, Kilis nüfusunun %49’unu, Hatay nüfusunun %20’sini Suriyeliler oluşturmaktadır. Kamp dışında yaşayanlar için sistematik bir barınma programı geliştirilmemiş; milyonlarca mülteci, insan onuruna yakışmayan bir yaşama mahkûm edilmiştir. Hali hazırda, birçok mülteci metruk binalarda, parklarda, köprü altlarında, naylon çadırlarda yaşama tutunmaya çalışmaktadır. Ev sahipleri mültecilere kiralamak üzere köylerde ahırları, il ve ilçelerde kömürlükleri, depo alanlarını ruhsatsız kiralık evlere dönüştürmüştür. Suriyeliler genellikle şehirlerin yoksul mahallelerine yerleşmiştir. Genellikle mültecilerden daha yüksek kira bedeli istenmektedir ve mültecilerin yaşadığı il ve ilçelerde kiralar yükselmiş, hem mülteciler hem de yerel halk için geçim zorlaşmıştır.

Çalışma Yaşamı

Haziran 2106’dan bu yana Suriyelilere koşullu çalışma izni verilmişse de sadece yaklaşık 10.000 Suriyeli mülteci resmi belgeli ve sigortalı olarak çalışabilmektedir. Ocak-Kasım 2016 arasında yaklaşık 10.000 kişinin resmi kayıtlı çalıştığı biliniyor. Kayıt dışı çalıştığı tahmin edilen Suriyeli sayısı ise 300.000-500.000’dir.

Türkiye Suriyeliler ile ilgili istihdam politikası geliştirmediği için pek çok insan işsizliğin yarattığı mecburiyetten, nitelikli ve eğitimli bir kısım da uygun iş bulamamak yüzünden yasal ya da kaçak yollarla Avrupa ülkelerine göç ettiler. Türkiye’de kalan Suriyelilerin büyük çoğunluğu kayıt dışı sektörde, çok kötü koşullarda çalışıyor. BM, uluslararası sivil toplum örgütleri, AFAD, Kızılay ve yerel sivil toplum örgütlerinin insani yardımları, bu kişilerin geçimleri için çok yetersizdir. Suriyelilerin normal bir yaşam için gelir sağlayacakları sigortalı, güvenceli istihdama ihtiyaçları vardır. Böyle büyük ve ani bir istihdam gereksinimi özel sektörün eline ve piyasa kurallarına bırakılamaz. Devletin uzun vadeli kamucu bir istihdam stratejisi geliştirmesi şarttır. Aksi taktirde Türkiye emek piyasasının var olan yapısal sorunları derinleşecek ve içinden çıkılamaz bir hal alacaktır.

Ülke ekonomisine sektörel olarak bakıldığında Ocak 2016 itibarı ile hizmet sektörü (%55) hala başı çekmektedir. Sanayi sadece %20’yi oluşturmaktadır. Geleneksel tarım sektörü %18’i ve yükselen inşaat sektörü %7’yi oluşturmaktadır. Son 20 yılda peş peşe %8’leri bulan büyüme hızı 2008 küresel krizi ile düşme eğilimine geçmiştir. İşsizlik kronik bir sorundur ve işsizlik oranı uzun zamandır yaklaşık %11 (genç işsizliği çok daha yüksek) civarındadır. Suriyeli mültecilerin yoğun yaşadığı Güneydoğu illerinde (Gaziantep, Adıyaman, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt) ise 2012’den itibaren işsizlik ülke genelindekinden daha hızlı bir yükselme göstermiş ve 2015 yılında % 18-25’e ulaşmıştır. Bu dokuz ilin toplam nüfusu yaklaşık 8 milyon iken, yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteci bu nüfusa eklenmiş durumdadır. Güney illeri; Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye, Adana ve Mersin için de benzeri bir durum gerçekleşmiştir. Bu iller daha önceleri mevsimlik tarım işçisi olarak Güneydoğu’dan Kürt vatandaşları alırken, 2012’den bu yana tarım sektöründe ağırlıkla Suriyeliler çalışmaktadır. Bu yıl turizm sektöründe yaşanan kitlesel işten çıkarılmalar da eklenince “Suriyeliler işimizi kapıyor” yakınmaları kulak arkası edilebilecek bir konu değildir. Devlet yeni istihdam yaratacak adımlar atmaz ise Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki gerilim aratacaktır.

Türkiye’de sosyal güvencesiz, düşük ücretli, riskli çalışma koşulları ile karakterize edilen kayıt dışı istihdam, sadece Suriyeli emekçiler için değil, bu ülkenin vatandaşları için de uzun yıllardır en büyük sorunlardan biridir. Resmi rakamlarla Ocak 2016 itibarı ile Türkiyeli işçilerin % 32’si kayıt dışı çalışmaktadır. Suriyelilerin eklenmesi ile bu oran çok daha yükselmiş durumdadır. Dikkat edilirse Türkiye’nin geleneksel olarak informel işçi çalıştıran inşaat, deri ve tekstil, tarım sektörleri haklarını arayamayan, her türlü koşula boyun eğmek zorunda kalan mültecileri sömürmektedir. Aslında Suriyeliler için kayıt dışı çalışma bir tercih değil bir mecburiyettir. Başvuru süreci oldukça zordur ve prosedürlere dair Suriyeliler bilgi sahibi değildir. Dil bilmemek de en büyük engellerden biridir. Yasal çalışma iznine başvuruyu Suriyeli işçi adına işverenin yapması zorunluluğu, aslında kuzuyu kurda emanet etmek gibi bir durumdur. Patronlar, özellikle orta ve küçük ölçekli işlerin sahipleri, asgari ücret, SGK ve vergi ödemek istemedikleri için mülteci işçileri tercih etmektedir ve her yıl bu düzenden çok büyük haksız kazanç elde etmektedirler. Bir Suriyeli işçi, patrondan kendisini sigortalı çalıştırmasını isterse işini kaybetmektedir. Suriyelilerin yaşayabilmek için tek şansları, daha düşük ücretle ve kayıt dışı olarak bulabildikleri işlerde, hak aramadan çalışmaktır. Bu durum, doğal olarak kötü çalışma şartlarına ve diğer bir büyük sorun olan çocuk işçiliği sorununa yol açmaktadır.

Eğitim

Savaş, göç ve hayatta kalma mücadelesinde kaybedilen bir nesil Suriye’nin çocukları! 400.000 Suriyeli okul çağındaki çocuk okula gidememektedir. Okula başlayan Suriyeli çocukların ise ayrımcılık ve yoksulluk gibi nedenler ile okulu bırakma oranları yüksektir. Çocuk işçilik oranı ciddi biçimde artmış durumdadır. Okullara kaydedilen Suriyeli çocuk sayısında kademeli yükseliş (Haziran 2015 ile Mart 2016 arasında yüzde 50 artış) gözlenmiş olmasına rağmen Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)’nın Kasım verilerine göre, okul çağındaki 900.000 çocuktan 400.000’i herhangi bir eğitim kurumuna kayıt edilmiş değildir. Hükümet 2016-2017 eğitim yılının sonuna kadar ülkedeki bütün Suriyeli çocukları okula kaydettirmeyi taahhüt etmiş, ancak bunu gerçekleştirememiştir. Eğitimden yoksun kalmak, çocuk işçiliği, çocuk dilenciler ve erken evlilik gibi yeni sorunlar doğurmaktadır.

Türkiye’de eğitim alabilen Suriyeli çocuklar ya geçici eğitim merkezlerine ya da MEB okullarına gitmektedirler. Maalesef emek piyasasında olduğu gibi eğitim alanında da Türkiye’nin uzun yıllardır yapısal sorunları ve büyük kapasite açığı mevcuttur. Sınıflar kalabalık, öğretmen sayısı yetersiz ve eğitimin niteliği düşüktür. Suriyelilere hizmet veren geçici eğitim merkezlerinde eğitim dili Arapçadır ve Suriyeli öğretmenler tarafından MEB onaylı bir Suriye müfredatı uygulanmaktadır. Ancak, bu merkezlerin imkanları çok kısıtlı, nitelikleri çok düşüktür; bir kısmı günde sadece 1-2 saat eğitim vermektedir. Bu olumsuzluklara rağmen Suriyeli ailelerin geçici eğitim merkezlerini tercih etmelerinin nedeni mecburiyettir. Ailelerin çocuklarını geçici eğitim merkezlerine göndermesinin veya hiç okula hiç göndermemelerinin nedeni yoksulluktur. Geçici eğitim merkezlerinde eğitim süresi kısa olduğundan çocuklar diğer zamanlarda kaçak işçi olarak çalışabilmektedirler. Orta ve lise sınıflarında okuldan ayrılma oranının artmasının nedeni de çocukların ailelerini geçindirmek için çalışmak zorunda kalmalarıdır. Okul çağındaki birçok Suriyeli çocuk kaçak işçiler olarak inşaatlarda, imalat ve tekstil sektörlerinde, tarlalarda çalışmakta ya da sokaklarda dilencilik yapmaktadırlar. Devlet okullarındaki Suriyeli çocuk sayısı sadece 125.000’dir. Bu okullarda dil en büyük engellerden biridir. Zaten kalabalık olan sınıflara şimdi mülteci çocuklar eklenmiş ve eğitim ortamları daha olumsuz hale gelmiştir. Türkiye ve Suriye eğitim müfredatlarının çok farklı olması da çocukların okullara kayıt edilmesinde güçlük oluşturmaktadır. MEB’nın Türkçe öğretmeye yönelik projeleri çok yetersizdir. Geçici eğitim merkezleri paralel bir eğitim sistemi oluşturarak Suriyeli çocuklar ile Türkiyeli çocukların kaynaşmasını engellemektedir. Hükümet geçici eğitim merkezlerini üç yıl içinde kademeli olarak kapatarak Suriyeli çocukları milli eğitim sistemine dahil etmeyi hedeflediğini söylese de bunu nasıl başaracağını açıklamamıştır.

Türkiye’nin eğitim sisteminde hali hazırda var olan kapasite ve alt yapı eksikliğinin üzerine şimdi de mülteci çocukların eklenmesi, devletin eğitim alanına ciddi kamucu müdahalelerde bulunma zorunluluğunu doğurmuş durumdadır. Uzun zamandır süren özel okullar eğilimi ile şu andaki soruna çözüm geliştirmek imkansızdır. Öte yandan Türk milli eğitim sisteminde Suriyeli çocukların ana dilde eğitim hakkının, ana dillerini öğrenme ve yazma becerilerinin nasıl sağlanacağı henüz belli değildir. Çocuklara seçmeli ve müfredat dışı ders olarak Arapça öğretmek yeterli olmayacaktır. Türkiye’de uzun yıllardır süren Kürtçe’nin okullarda eğitim dili olup olmaması tartışması hatırlandığında, Suriyeli çocukların ana dillerinde eğitim hakkına kavuşup kavuşamayacakları endişe konusudur. Oysa Türkiye’nin taraf olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 29. maddesinin (c) fıkrası “Taraf Devletler çocuk eğitiminin çocuğun ebeveynlerine, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi amacına yönelik olmasını kabul ederler” demektedir.

Sağlık

Suriyeli mülteciler sağlık hizmetlerine erişimde hala ciddi engeller yaşamaktadır. Sağlık hizmetleri ve eğitim hakkı gibi temel haklara erişmek için geçerli kimlik kartına sahip olmak bir ön koşuldur. Ancak, çok sayıda kayıtsız mülteci vardır ve mültecilerin kayıt yaptırma ve kimlik alma işlemleri kolay değildir. Kimlik çıkana dek mülteciler kamusal hizmetlerden faydalanamamaktadırlar. Bir ile kayıt yaptıran mültecilerin başka bir ile göç ettiklerinde sağlık hizmetlerinden (ve eğitim gibi diğer hizmetlerden) yararlanabilmesi için kayıt işleminin yeni ilde yenilenmesi gerekmektedir. Bu işlemler özellikle yoksul, dil bilmeyen mülteciler için büyük zorluk içermekte ve genellikle iş bulmak için il değiştiren mülteciler yeni yerleşim yerinde kayıt yaptıramamaktadırlar.

Mülteci çocukların aşılanması ve gebelik takibi gibi önleyici sağlık hizmetlerinin sunulmasında büyük problemler yaşanmaktadır. Birinci basamak koruyucu sağlık hizmetlerinin başvuruya dayalı olması bir sorundur. Pek çok Suriyeli mülteci aile hekimine kayıt yaptıramamış durumdadır. Yaşanılan mekanın bilinmemesi, coğrafi uzaklık, yoksulluk, mevzuat, sağlık kurumları ve hizmetin ücretsiz olduğunun bilinmemesi sağlığa erişimdeki önemli engellerdir. Sağlık Bakanlığı’nın UNICEF desteği ile yürüttüğü iki aşı kampanyasında da çocukların tamamına erişimde ciddi sorunlar yaşanmıştır. Mülteciler için kurulan ve daha çok kamplarda hizmet veren Mülteci Sağlığı Merkezleri’nde 2016’dan itibaren Suriyeli sağlıkçıların çalışmasına izin verilmesi, dil engeli için bir olumluluk oluşturmuşsa da ülke genelinde birinci, ikinci ve üçüncü basamak sağlık kurumlarında tercüman hizmeti yoktur. Özellikle hastanelerde tercümanlık hizmeti sunulmadığı için mülteciler nitelikli hizmet alma konusunda sıkıntılar yaşamaktadırlar. Türkiye’de hali hazırda kapasitelerini zorlayarak hizmet veren hastaneler özellikle sınır illerinde Suriyeli mülteci nüfusunun eklenmesi ile ciddi bir kapatise sorunu yaşamaktadırlar. Bu durum hem yerel sakinlerin hem de mültecilerin hastane hizmetlerinden yakınmalarına yol açmaktadır.

Mülteciler ilaca erişimde de bürokratik engellerle karşılaşmaktadır; ya ilaçsız kalmakta ya da kısıtlı bütçelerinden harcama yapmak zorunda kalmaktadırlar. Kronik hastalıkları olanlar için bu durum büyük bir sorundur. Engelliler için rehabilitasyon hizmetlerine erişim çok kısıtlıdır.

Türkiye-AB Geri Gönderme Anlaşması

2016 yılında, mart ayında Avrupa’ya düzensiz geçişleri önlemek gerekçesiyle imzalanan AB-Türkiye Geri Gönderme Anlaşması birinci yılını doldurdu. Bugün anlaşmanın mülteciler için bir çözüm üretmediği rakamlarla açığa çıkmış durumdadır. Türkiye’ye her geri gönderilen 1 Suriyeli mülteci için Türkiye’deki kamplardan 1 Suriyeli mültecinin AB üye devletlerine alınması ve bu değişimin 72.000 mülteciyi kapsaması planlanmıştı. Aslında bu anlaşma uluslararası hukuka tamamen aykırı idi ve pek çok mülteci “Türkiye 3. güvenli ülke olarak tanımlanamaz, geri gönderilmek istemiyorum, mülteci başvurumun burada kabul edilmesini talep ediyorum” şeklinde haklı argümanlarla Yunan mahkemelerine başvurdu. Maalesef Yunanistan yargısı talepleri ret etti. Bunun üzerine mülteciler bu kararları temyiz etmeye çalışıyorlar. Yunan üst mahkemelerinde görülen itiraz davaları henüz sonuçlanmadı.

Türkiye’nin sığınmacılar ve mülteciler için güvenli 3. ülke olmadığı çok açıktır: Türkiye Avrupa dışından hiç kimseye mülteci statüsü vermemektedir. 3.5 milyon Suriyeli Türkiye’de geçici koruma altında, misafir statüsündeler. Diğer ülkelerden gelen yüz binlerce insanın durumu daha da kötüdür. Hiçbirinin mülteci başvurusu kabul edilmemektedir. Ayrıca Türkiye, iskân kanunlarına göre Türk soyu ve Türk kültüründen olmayan kişileri ülkeye yerleştirmede bulunmuyor. Bu iki durum uluslararası hukuk düzleminde Türkiye’nin güvenli 3. ülke olmasını imkânsız kılıyor. Almanya ve Hollanda önderliğinde AB’nin, Türkiye’yi güvenli 3. ülke ilan etmesi, Avrupa’ya göçü AB sınırları dışında tutmayı amaçlamış, insan hakları ve AB değerleri ve hukuk göz ardı edilmiştir. Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekinceyi kaldırmadan ve iskân kanununda değişiklik yapmadan Suriyeliler için koruma, yerleştirme, ve entegrasyon geliştiremez. Bunu, başta AB olmak üzere herkes bilmektedir. Öte yandan sayıları azalsa da Ege Denizi’nde geçişler ve ölümler sürmektedir.

Mülteciler, sorunlarını Yunanistan Hukuk Sistemi’nde çözemeyince anlaşma ile uğradıkları haksızlığı AB’nin adli makamlarına da taşıdılar. Ancak, AB Genel Mahkemesi (EU General Court) davaları görüşmeyi kabul etmedi. “Anlaşma henüz Avrupa Parlamentosu’nda onaylanmış olmadığı için bir AB anlaşması niteliğinde değil” dendi! Bu bile AB’nin bütün kurumları ile insan haklarından kaçmak için nasıl siyasi manevralar yaptığının açık bir kanıtıdır.

Avrupa Komisyonu’nun rakamlarına göre, 1 yılda Yunanistan’dan geri gönderilen insan sayısı 1.487’dir. Türkiye’den AB ülkelerine ise sadece 3.865 Suriyeli alınmıştır. Bunun toplam 72.000 kişilik hedefe kıyasla çok düşük bir rakam olduğu; anlaşmanın yürütülemediği ortadadır. Üstelik Türkiye’de 3.5 milyon Suriyeli olduğu gerçeği göz önüne alındığında anlaşmanın sorumluluk paylaşma gibi hiçbir niyetinin olmadığı gibi 72.000 kişi gibi küçük bir grubu bile Avrupa’ya kabul etmekte çok isteksiz olduğu açıktır.

Kabaca Almanya, Fransa ve Hollanda dışında AB’nin mülteci kotalarını kabul eden ülke yoktur ve bu konuda AB üye ülkelere bir baskı yapmamaktadır. Anlaşma bu yönüyle tamamen tıkanmış durumdadır. Birçok orta Avrupa ülkesi (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya) mülteci kotasına uymayacağını açıkça ilan etmiştir. Birleşik Krallık, AB’den ayrılma kararı verdiği referandum tartışmalarında ağırlıklı olarak AB’nin mülteci politikalarını bahane etmiştir.

Öte yandan diğer büyük tıkanıklık Türkiye–AB ilişkilerinde yaşanmaktadır. Bu anlaşmada Türkiye’ye gösterilen iki havucun biri, uzun zamandır rafa kaldırılmış olan Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerini canlandırmaktı ve diğeri, Türkiye’ye mülteciler için 3 milyar Euro vermekti. AB üyeliğinde yol kaydetmek şöyle dursun trajikomik biçimde, şu anda Cumhurbaşkanı Türkiye’nin AB üyeliği başvurusunu sona erdirmeyi amaçlayan bir referandumdan bahsetmektedir. TC vatandaşlarına vize serbestisi konusu ise hiç konuşulmamaktadır. En çok gündemde olan mültecilerin kirli siyasi pazarlıklara ve tehditlere konu olmasıdır. Her gün ‘’mültecileri göndeririz ha!’’ şeklindeki açıklamalar ile mülteci yaşamları alt üst olmaktadır.

AB Yardımları

AB’nin anlaşma gereği vermeyi taahhüt ettiği 3 milyar Euro’nun 1.2 milyar Euro’su çeşitli BM kuruluşluları (UNICEF, UNHCR, UNFPA, World Food Program, Danish Refugee Council, Concern Worlwide, International Organization for Migration, Deutscher Akademisher Austauschdienst, Search for Common Ground, Geellschaft für Internationale Zusammenarbeit) aracılığı ile Türkiye’deki Suriyelilere harcanmak üzere verilmiştir. Türkiye’deki STK’ların bir kısmı yukarıda değinilen uluslararası kurum ve uluslararası STK’ların proje ortağı olmuştur. UNICEF’e, AB eğitimde kullanmak üzere 36 milyon Euro vermiştir. Deutscher Akademisher Austauschdienst’e ise üniversite eğitimi ihtiyaçlarında kullanılmak üzere 2.7 milyon Euro verilmiştir. Instrument for Pre-Accession Assistance (IPA), eğitim ve dil kurları için doğrudan Türkiye Millî Eğitim Bakanlığı’na 300 milyon Euro vermiştir.

Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye 39 proje uyarınca, 2016-2017 için 1.5 milyon Euro vereceği söylenmekte, ancak kamuoyunda bu bilgiler açık ve şeffaf olarak paylaşılmamaktadır.

Acil Sosyal Güvenlik Ağı (‘’Emergency Social Safety Net, ESSN’’) programı, Ekim 2016’da Avrupa Komisyonu Dünya Gıda Programı (World Food Program, WFP) ve Kızılay tarafından başlatıldı. 1 milyon mülteciye günlük temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir sosyal yardım kartı verileceği söylenmektedir (100 TL/ay). Başlangıç bütçesi 348 milyon Euro (Avrupa Komisyonu’nun şimdiye kadarki en büyük yardım bütçesi) olarak ilan edildi. Türkiye ise şimdiye kadar mültecilere 12 milyar Euro harcadığını öne sürmektedir. Acil Sosyal Güvenlik Ağı uygulamasında, Suriyelilerin başvurularına müteakip ihtiyaç durumları değerlendirmesi yapılmaktadır. Değerlendirme kriterleri mülteciler tarafından bilinmediği gibi Türkiye kamuoyu da bilgi sahibi değildir. 2017’nin ilk aylarından itibaren, her ay nakit yardımı için elektronik para kartı verilmeye başlanmıştır. Hak ettiği saptanan ailelere fert başına ayda 100 TL yüklenecek bir Kızılay Kartı verilmektedir. Acil Sosyal Güvenlik Ağı uygulamasından sadece bir yıl yararlanmak mümkündür, ancak kart alan mültecilere yardımın süresi hakkında da bilgi verilmemiştir.

Çocuklarını okula göndermeye teşvik üzere ailelere, “eğitim hibesi” adı altında şartlı ek bir nakit destek çalışmaları yapılmaktadır. Okula devam eden her çocuk için aylık 35-60 TL ve her dönem için tek seferlik ek 100 TL yardım planlanmıştır. Ancak, bu uygulama henüz çok sınırlıdır ve mültecilerin bilgisi yoktur. Öte yandan Suriyeli aileler çocuklarını okula kaydettirmede büyük zorluklar yaşıyorlar. Okul kaydı için gerekli olan muhtarlık kaydını pek çok mülteci kira kontratı olmadığı için çıkaramıyor. Kira kontratı yapılamamasının bir nedeni bu evlerin kiralanabilecek resmi nitelikleri olmayan ahır, kömürlük, çıkma kat, yıkılmak üzere metruk binalar gibi yerler olması, diğer bir nedeni de ev sahiplerinin çeşitli nedenlerle kira kontratı yapmaya yanaşmamalarıdır.

2018 yılının sonuna kadar anlaşma uyarınca AB’nin ek 3 milyar Euro daha vermesi ve bu paranın Suriyeli mültecilerin ekonomik ve sosyal entegrasyonu için harcanması öngörülmektedir.

Sonuç olarak, Anlaşma Türkiye-AB ilişkilerini çok olumsuz etkilemiş, eskisinden daha kötü hale getirmiştir. Suriye’de kalıcı bir barış sağlanmamıştır. Suriye’den dışarıya göç sürmektedir. Türkiye Suriye sınırında geçişleri engellemeye 2016’da da devam etmiştir; 424.641 kişi sınırda Suriye tarafında tutulmaktadır. Sınıra 911 km uzunluğunda duvar örülmekte ve duvarın bu yılsonunda bitirilmesi planlanmaktadır. AB’nin sınırlarını militarize etme politikası Türkiye’ye de kötü örnek olarak bulaşmıştır. Türkiye-Suriye sınırdaki 18 geçiş noktasından sadece ikisi açıktır ve sadece ağır hasta Suriyeliler sağlık hizmeti için Türkiye’ye alınmaktadır. Türkiye’den Suriye’ye şimdiye kadar ciddi bir dönüş olmamıştır. 2016’da Carablus’a dönen Suriyeli sayısı sadece 23.926’dır (Bu hafta bir konuşmasında Cumhurbaşkanı, Suriye’ye geri dönenlerin sayısını 100.000 olarak açıklamıştır). 3.5 milyon mülteci ile Türkiye yeryüzünde an çok mülteci barındıran ülke haline gelmiştir. Bu durum ülkenin iç siyasetini, ekonomisini, dış siyasetini her geçen gün olumsuz etkilemekte, kalıcı sürdürülebilir bir çözüm geliştirilememekte, mülteciler bir siyasi koz olarak kullanılmaya devam edilmektedir. AB mültecilere hiçbir insani çözüm sunmamıştır. Sorun olduğu yerde durmaktadır. Sadece kısmen ve şimdilik AB sınırları dışındaymış gibi yapılmaktadır. Yunanistan’da ana karada ve adalarda mültecilere yapılan insan hakları ihlalleri AB’nin itibarının yerle bir olmasına yol açmıştır. AB ciddi anlamda bir itibar ve gelecek sorunu ile karşı karşıyadır. AB’ye üye ülkeler ‘Birlik’ ruhunun ve AB yasalarının dışında ulusal sınırlarını kapatmak ve mülteci almamak üzere hareket etmektedir.

Hatalar

Hükümet Suriye politikasındaki hatalarını ve Suriyelilerin kalıcı olduğu gerçeğini çok geç kabul etmiştir. Dönemin Başbakanı Davutoğlu siyaseti olarak anılan; Suriyelilerin misafir olduğu ve kısa sürede (başlangıçta bu süre 3 aydı!) ülkelerine dönecekleri yaklaşımı iflas etmiştir.

Meselenin böyle ele alınması AKP hükümetinin milyonlarca mülteci için acele, tutarsız ve yüzeysel yaklaşımlar geliştirmesine neden olmuştur. Çok gecikerek, ancak 2015’te mültecilerin Türkiye’de uzun vadeli ve belki de temelli olarak kalıcı oldukları anlaşılmıştır. Buna dair hükümetin ilk resmî açıklaması Eylül 2015’te oldu ve Suriyelilerin Türkiye’de kalacağının anlaşıldığı ve Suriyelileri topluma entegre etmek için çalışmalar yapıldığı ilan edildi. Bakanlıklar ve ilgili kuruluşlar mülteci meselesine tamamen hazırlıksız yakalandılar. Personel ihtiyacı, dil ve profesyonel eğitim programlarının gerekliliği son zamanlarda dile getirilmeye başlandı. Çok geç ve çok küçük adımlar atıldı. Mültecilere geçici koruma statüsünün kâğıt üzerinde sunduğu fırsatlar bile anlatılamadı, bu hizmetlerden tam anlamıyla yararlanmaları sağlanamadı.

Nihayet Ocak 2017’de hükümet, Suriye politikasının başından itibaren yanlış olduğunu da itiraf etti: Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, Türkiye’nin Suriye politikası için “Baştan beri büyük yanlışlarla dolu, şimdi bunları düzeltiyoruz” dedi. 2011’den bu yana alınan acele kararlar, sürekli değişen tutumlar, bir türlü bir kurumsal çerçeve geliştirilememesi ve mülteciler için tatmin edici bir statü sağlanamaması büyük sorun oluşturdu ve bu durum devam etmektedir. Geçici koruma statüsü altında sağlanan hak ve hizmetleri mültecilere duyurmakta ve bilgilendirmekte başarısız olunmuştur. Dil engelini aşmak için etkin bir çalışma yapılmamıştır. Kayıt işlemleri zor ve uzun süren çileli bir uğraşa dönüşmüştür. Kamusal hizmetlere erişim ülke genelinde standartlaştırılamamış yerel yöneticilerin insafına terk edilmiştir. Mülteciler sürekli mağdur edilmiştir. Suriyeli mülteciler kendilerini Türkiye’de bir gelecek kurmak üzere güvende hissedememişlerdir. Özellikle erişkinlerin bunca zamandır Türkçe öğrenmeleri için ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Mültecilere sunulan hizmetlerin ana dillerinde olması için çaba gösterilmemiştir. Suriyeliler bir gün misafir söylemi ile diğer gün vatandaşlık teklifi ile şaşkına dönmüşlerdir. Bir gün hükümetin açık kapı politikası ile övünülmüş, diğer gün Suriyelilerin Suriye’de güvenli tampon bölgelere yerleştirme planları açıklanmıştır. AB ile olan her gerginlikte bir tehdit olarak sınırların açılıp Avrupa’ya geçişlerin serbest bırakılacağına dair söylemler, mültecileri belirsizliğe mahkûm etmiştir. Bu politikasızlık, milyonlarda mültecinin 6 yılı aşkın bir süredir yaşadıkları ve çalıştıkları bu ülkede kendilerine bir gelecek kurmak üzere harekete geçmelerini felç etmiştir.

Vatandaşlık hakkı ile ilgili belirsiz ve tutarsız açıklamalar yapılmıştır. Hükümetin Suriyelilere vatandaşlık verileceği ile ilgili farklı zamanlarda farklı açıklamalar yapması hem Suriyelilerin hem de Türkiyelilerin aklını karıştırmıştır. Özellikle seçim öncesine denk gelen açıklamalar muhalefet partileri tarafından olumsuz biçimde kullanılmış ve Türkiye toplumunun huzursuz olmasına yol açmıştır. Vatandaşlıkla ilgili Temmuz 2016’da yapılan ilk açıklamada, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu meslek gruplarından 40-60 bin eğitimli ya da Türkiye’de iş kuracak paralı Suriyelilere vatandaşlık verileceği söylenmiştir. Ancak, daha sonra hükümet yetkilileri 300.000 civarında kişinin aileleriyle birlikte vatandaşlığa kabul edileceğini açıklamıştır.

Bu da ailelerle birlikte kabaca 1 milyon kişi demektir. Suriyeliler bütün bu açıklamaların kendileri için ne anlama geldiğini asla anlamadılar ve tatmin olmadılar. Türkiye toplumu da doğru bilgilendirilmediği, açık bir tartışma ortamı yaratılmadığı ve demokratik rıza için bir çaba gösterilmediği için vatandaşlık konusuna tepkili hale gelmiştir. Oysa Türkiye’ye sığınan milyonlarca insanın vatandaşlıkla eşit statüde nasıl içerileceği çok önemli bir meseledir. Onları hem kendi ülkelerine yabancılaştırmadan, özlemlerini, dönüş isteklerini yok etmeden, ama aynı zamanda insanlık dışı bir muameleye maruz bırakmadan konumlandırabileceğimiz bir düzenlemeyi nasıl yapılabileceğimizi açık ve yapıcı biçimde tartışmalıydık. Bugün milyonlarca mültecinin sosyal entegrasyonu Türkiye’nin önündeki temel meseledir.

Engeller

Bu bağlamda, Türkiye toplumunda sosyal entegrasyon için engel oluşturan pek çok durum söz konusudur.

  • Orta gelirli bir ülke olan Türkiye’nin çok kısa sürede dünyada en çok mülteci içeren ülke haline gelmesi ve bunun gereklerini yerine getirme sorumluluğunu üstlenmesi, toplumda derin bir endişeye, nihayetinde son zamanlarda tepkiselliğe yol açmıştır. Türkiyeliler ile mülteciler arasında gerilim giderek artmaktadır. Söz konusu gerilim nedeniyle Mersin, İzmir (Torbalı), İstanbul (Sultangazi) ve Sakarya gibi illerde mültecilere yönelik linç girişimleri yaşanmıştır.
  • Hükümet ülkedeki Suriyeli sayısının milyonları bulması ve Suriye savaşındaki rolü nedeniyle Suriyelilere özel yaklaşımlar geliştirmiş, onlara diğer mültecilerden ayrıcalıklı hak ve hizmetler sunmuştur. Bu durumda ülkedeki mültecilerin tamamı için çözüm üretmeyi engelleyen, Suriyeli ve Suriyeli olmayan mülteciler şeklinde garip bir durum ortaya çıkmıştır.
  • Türkiye dünyada en çok mülteci barındıran bir ülke haline gelmişken Avrupa dışından gelenlere hala mülteci statüsünün tanınmaması ve Türkiye’de kalıcı oturma izni için Türk soyundan ve kültüründen gelme şeklindeki yasal engeller olması mültecilerin sosyal entegrasyonunu imkansız hale getirmektedir.
  • Türkiye’de resmî ideoloji ve eğitim ile oluşturulmuş, uzun yıllardır var olan yabancı düşmanlığı ve Arap karşıtlığı, Ortadoğu’yu sürekli bir “bataklık” olarak tanımlayan oryantalist bakış artık yüzleşilmesi kaçınılmaz olan önemli bir toplum sorunudur. Toplumdaki “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Araplar bizi arkadan vurdu”, “Araplar pistir” gibi temelsiz ve nefret dolu düşünceler ile hesaplaşılması gerekmektedir.
  • Batı ülkelerinde yükselen aşırı sağ söylem, mültecilerin ülke ekonomisine ağır bir yük olması Türkiye’de de karşılık bulmaktadır. Hükümetin mülteciler için kaynakları ve dökümünü vermeden 24 milyar TL harcandığı şeklindeki açıklamaları, bu düşünceleri körüklemektedir. Suriyelilerin Türkiye vatandaşlarına kıyasla daha fazla sosyal yardım aldığına dair yanlış algılar oluşmuştur.
  • Mülteciler ülkedeki uzun yıllardır süren işsizliğin tek nedeni gibi görülmeye başlanmıştır. Sayıları 3.5 milyonu bulan Türkiyeli işsiz, iş bulamama nedeni olarak kayıt dışı ve düşük ücretle çalışan Suriyelileri görmektedir. Bu durumun asıl sorumlusu olan hükümet ve bu durumdan haksız kazanç sağlayan patronlardan çok, durumun asıl mağdurları Suriyeliler suçlanmaktadır.
  • Toplumda mültecilere karşı sınıfsal ve etnik temelleri olan ayrımcılık endişeleri baş göstermiştir. Toplumun yoksul emekçi kesimleri emek piyasasında ya da sosyal devletin hizmet alanlarında Suriyeliler ile karşı karşıya gelmekten hoşnutsuzdur. Yoksulluk yardımı alanlar, kömür yardımı alanlar, çocukları için eğitim desteği alanlar, özellikle yıllardır geçici tarım işçiliği yaparak geçinen Güneydoğu’dan Batı’ya tarım bölgelerine gelen Kürtler, Suriyelilerin kendileri için olumsuz olduğunu düşünüyor. Büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan yoksul emekçi kesimleri de bu durumdan benzer biçimde etkileniyor.
  • Mültecilerin çok büyük oranda kayıt dışı olarak ve informel sektörde, bir tür köle düzeninde çalışıyor olmaları sosyal entegrasyonun önünde büyük bir engeldir. Yukarıda değinildiği üzere emekçi kesimler arasında dayanışma yerine rekabet ve gerilim yaratmaktadır.
  • Eğitim ve özellikle dil eğitimindeki yetersizlik sosyal entegrasyonun önünde büyük bir engeldir.
  • Uzun yıllardır süren neoliberal politikalarla toplumda genel olarak hak mücadelesi zayıflatılmış, eşit vatandaşlık ve sosyal devlet anlayışı yıpratılmıştır. Hükümetin Suriyelilere de hak temelli yaklaşım yerine yardım/hayır temelli yaklaşımı yüzünden, Türkiye toplumu Suriyelilerin mülteci olarak sahip olmaları gereken hak ve hizmetleri kavramakta güçlük çekmektedir. Politikaların İnsan Hakları ile temellendirilmemesi bu duruma çanak tutmaktadır. Mültecilere devletin verdiği hizmetler bir sorumluluk olarak görülmeyebilmektedir. Tam tersi kendilerinin hakkına bir tecavüz gibi algılanabilmektedir. Hükümetin Suriye’de savaşın tırmandırılmasında yaptığı hatalar ve dolayısı ile mülteci meselesindeki Türkiye’nin sorumluluğu siyasi olarak da anlaşılmış değildir.
  • Hem hükümet hem de Batı siyasi eliti, Suriyelilerin Türkiye toplumuna olan dini ve kültürel benzerliklerini vurgulamaktadır. Hükümet toplumdaki gerilimi önlemek üzere “din kardeşliği ve hayırseverlik” söylemine sarılmaktadır. Batı ise mülteci meselesini kendi sınırları dışında kontrol etmenin bir yolu olarak kültürel uyumsuzluk söylemini ve hatta islamofobiyi kullanmaktadır. Oysa yukarıda değinildiği üzere Suriyeliler ve Türkiyeliler arasında sınıfsal, etnik, nüfus ve iskân ve bunlar gibi çeşitli alanlarda gerilimler olması bir gerçekliktir. Türkiye siyaseti ve toplumu özellikle son yıllarda kutuplaşmış durumdadır. Toplumun bazı kesimleri, hükümetin Suriye politikalarına karşı duyduğu tedirginlik ve tepkileri Suriyeli mültecilere de yansıtıyor. Kürtler ve Aleviler, hükümetin Suriyelileri nüfus ve iskân politikaları ile kendi aleyhlerine kullanacaklarından endişe ediyorlar. Türkiye’nin nüfusunun %15-20’sini oluşturan ve geleneksel olarak seküler toplumsal kesime yakın olan Aleviler, Suriyeli mültecilerin yerleşmesi ve kalıcı olmasından, toplumda Sünni oranının artmasından tedirgin olmaktalar. Alevilerin bir diğer endişesi de Suriye’deki savaşın mezhepsel niteliğidir. Aleviler, Esad rejiminin Nusayri ağırlıklı ve Türkiye’ye sığınan muhaliflerin çoğunlukla Sünni olması nedeniyle, gelecekte Suriyeli mültecilerin Türkiye’deki Alevilere, Nusayri bağlantısı kurarak olumsuz yaklaşabileceklerinden endişe duymaktadırlar. Bu endişe ile özellikle yerel nüfusun yarısının Nusayri olduğu ve tarihsel olarak Suriye’deki Aleviler ile çok yakın olan Hatay’da karşılaşılmaktadır. Zira Türkiye’de yaşayan sayıları 1 milyondan az olan Arap Alevileri (veya Nusayriler) etnik olarak Arap’tır ve çoğu Hatay’da yaşamaktadır.
  • Özellikle sınır illerinde, yerel halk Suriyelileri bir güvenlik tehdidi olarak da görebiliyor. Açık kapı politikasının sürdüğü dönemde düzenli bir kayıt sisteminin yapılamamış olması ve kitlesel göç karşısında çaresiz kalınması yüzünden Suriye’deki savaşta radikal örgütlere bağlı cihatçıların Türkiye’ye girmiş olmasından kuşku duyuluyor. Hala çok sayıda kayıtsız Suriyelinin olması da bu endişeleri destekliyor.
  • Muhalefet partileri özellikle seçim dönemlerinde, açık bir ayrımcı dil kullanarak, temel insan haklarını çiğneyerek hatta zaman zaman nefret suçu işleyerek, Suriyelileri hedef gösteren, olumsuz ön yargıları pekiştiren açıklamalar yapmakta ve nefret söyleminin tepeden aşağı doğru yayılmasına sebep olmaktadırlar.

Vatandaşlık hakkı da dahil olmak üzere sosyal entegrasyon programları geliştirebilmek için yukarıda sayılan tüm durumlar ciddi biçimde göz önüne alınmalı ve toplumsal mutabakat ile hareket edilmelidir. Devletlerin mültecilere vatandaşlık vermesi bir yükümlülük olmamakla beraber, Cenevre Sözleşmesi’nin 34. maddesi bunu kuvvetle tavsiye eder. Mültecileri vatandaşlığa almak uluslararası hukuka uygun bir adımdır. Ancak ayrımcılık yapmak; kalifiye ve varlıklı olanı alıp, asıl ihtiyaç sahibi milyonlarca yoksul Suriyeliyi dışlamak meseleyi çok daha olumsuz bir hale getirir. Hükümetin, mülteciler için uygulanan coğrafi kısıtlamayı kaldırmadan, hak ettikleri mülteci statüsünü vermeden, ayrımcı, kısmi ve eksik vatandaşlık hakkı içeren şu andaki yaklaşımı, meseleyi çözmekten çok uzaktır. Öte yandan tüm mülteciler için vatandaşlık başvurusu hakkı tanınmadan, bu hakkın sadece bazı Suriyeliler için söz konusu edilmesi de başlı başına bir sorun ve ayrımcılıktır.

Türkiye mültecilerle ilgili 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni tam olarak uygulamanın adımını atmalı; mülteciler için uygulanan coğrafi kısıtlamayı kaldırmalıdır. Vatandaşlığa geçmeyen / geçemeyen birçok mültecinin durumu ancak böyle düzelebilir. Bir yasal düzenleme ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına genel olarak geçişi kolaylaştıran bir adım atılmalıdır. Türkiye vatandaşlığına geçiş diğer pek çok ülkeye göre daha zor bir süreçtir. Bu bütün mültecilerin yararlanacağı biçimde yeniden düzenlenmelidir. Mültecilerin belli kriterler göz önüne alınarak vatandaşlığa kabul edilmeleri milyonlarca yoksul mülteciyi dışarıda bırakır. Bu kriterler değişmek zorundadır; vatandaşlık başvurusu hakkı herkese tanınmalıdır. Vatandaşlığa alınmayanlar da bugünkü statüsüz duruma mahkûm edilmemelidir. Mülteci statüsü ve onurlu bir yaşam sağlayacak imkanlar sağlanmalıdır.

Suriyelilerin bir kısmı daha iyi bir yaşam için ya da hali hazırda Avrupa’da bulunan yakınları ile birleşmek için Batı ülkelerine gitmek istiyorlar. Türkiye vatandaşı oldukları zaman bu şansı kaybedecekler. Pek çok Suriyeli ülkesinden tamamen vazgeçmiş değildir. Barış olduğu zaman geri dönmek isteyenler olacaktır. İnsanlar mülklerinin, kültürlerinin olduğu yere dönmek isteyecektir. Bugün Türkiye vatandaşlığına geçip yarın geri dönmek istediklerinde oradaki haklarını kaybetme riski vardır. Mültecilik statüsü, Batı ülkelerine gitmek ya da ülkesine geri dönmek isteyenler için temel bir haktır. Bu statü mültecilere uluslararası hukuka uygun olarak düzenlenecek haklar sağlayacağından Türkiye’deki yaşam koşullarını iyileştirecektir. Vatandaşlığa geçiş, birlikte yaşam politikalarını geliştirmek için bir adım olarak düşünülmelidir. Bu bağlamda barınma ihtiyacından beslenmeye, eğitime, iş hayatına, sağlığa kadar uzanan çok geniş bir yelpazede kişilerin haklara erişimi noktasında pek çok çalışma yapmak gerekiyor. Temel ilkeler bellidir:

  • Güvenli bir ikamet statüsü,
  • Eğitim olanaklarından eşit biçimde yararlanma,
  • Emek piyasasında eşit biçimde yer alabilme,
  • Sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine eşit biçimde ulaşabilme,
  • Geleneksel kültürlerin korunabilmesi,
  • Yabancı düşmanlığından arınmış bir ortamda yaşama olanağının sağlanması,
  • Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşamına katılabilme olanağının sağlanma,

Yapılması Gerekenler

  • Suriye’de ve Ortadoğu’da devam eden savaş ve çatışmaların barışçıl çözümü, göç ve mülteci meselesi için temel şarttır. Türkiye dış politikasını, Suriye’de ve Ortadoğu’da barış tesis etmek üzere oluşturmalıdır.
  • Şimdiye kadar misafir söylemi ile yürütülen hayırseverlik, din kardeşliği dayanışması, komşuluk dayanışması gibi yaklaşımlar terk edilmeli devletin mülteci meselesinde siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik düzeylerde yapısal çözümler üretmesine hızla başlanmalıdır. Bu amaçla ilgili bir bakanlık, Göç Bakanlığı kurulması düşünülebilir.
  • Mültecilere mülteci statüsü verilmemesi sosyal entegrasyonun önündeki en önemli engeldir ve Türkiye BM Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlamayı kaldırmalıdır.
  • Sadece Suriyelilerin değil tüm mültecilerin sosyal entegrasyonu hedeflenmelidir.
  • Vatandaşlığa geçiş kolaylaştırılmalı ve eşit vatandaşlık için Anayasa’da bu yönde demokratik değişiklikler yapılmalıdır.
  • Mültecilerin barınma, eğitim ve sağlık hizmetlerinde vatandaşlar ile eşit haklar ve imkânlara kavuşması gerekir. Türkiye toplumunun tamamını kapsayacak biçimde barınma, eğitim ve sağlık alanlarında sosyal devlet yaklaşımı ve kamucu devlet müdahalesi gerekmektedir.
  • Mültecilerin emek piyasasına entegrasyonu için devlet etkin rol oynamalı ve kamuda yeni istihdam yaratılmalı, informel sektör ve kayıt dışı istihdam ile etkin mücadele etmelidir. Mültecilerin sendikalara üye olmalarının önündeki engeller kaldırılmalıdır.
  • Mültecilerin bir yandan kendi kültürlerini, değerlerini koruyup geliştirebilmeleri, bir yandan da Türkiye toplumunun kültür ve değerlerini anlayabilmeleri için hem mülteci hem Türkiye toplumuna yönelik, hükümet ve devlet kuruluşları aktif politikalar ve programlar geliştirmelidir.
  • AB’nin mülteci ve göç meselesini kendi sınırları dışında tutma politikasına teslim olmak yerine sorumluluğun küresel olarak paylaşılması için uluslararası alanda etkin çaba gösterilmeli, bu bağlamda var olan sorunların üstünü örtmek yerine şeffaflık politikası izlenmelidir.
  • Hükümet, uygulanan politikaları ve karşılaşılan sorunları kamuoyuna dürüstçe açıklamalıdır. Suriyelilerin bütçeye yük bindirdiği, ücretleri düşürdüğü gibi haklı veya haksız endişeleri ciddiye almalı ve halka doyurucu bilgilendirmeler yapmalıdır.
  • Mülteci yerleşimleri ile ilgili şeffaflık ve iletişim olmaması, yerelin karar süreçlerine katılamaması, spekülasyonlara ve gerginliğe yol açmaktadır. Hükümetin Suriyelileri nüfus iskân politikası olarak kullanmayacağı ve toplum mühendisliğine soyunmayacağını, mülteci meselesinde hiçbir siyasi gündemle hareket etmeyeceğini topluma göstermesi gerekir. Toplumun fay hatları göz önünde bulundurarak mülteci kampları Alevilerin yoğun olarak yaşadıkları yerlere kurulmamalıdır. Bunun dışında da kendi bölgelerine, mahallelerine mültecilerin gelmesi konusunda kimlik temelli endişe taşıyan bütün toplumsal kesimler ile hükümet temas etmeli ve bu kesimlerin endişeleri giderilmelidir.

Sonuç Yerine

Türkiye’de, Suriye’de, hatta Orta Doğu’da milyonlarca insanın kaderi, bugün Türkiye’nin politikalarının insani, çoğulcu ve demokratik olmasına bağlıdır. Türkiye, ulus devleti, dinamik bir bir arada yaşam iradesi için yeni gelenlerle de gönüllülükle ortaklaşabilen bir politik toplum formu olarak tanımlamak zorundadır. Unutmayalım, uygarlık “yerleşme” ile başlar. Birilerinin yerleşme haklarını elinden aldığınızda aslında insanlığın bir kısmını insanlıktan çıkarıyorsunuzdur ve aslında bu bizzat insanlığı yok etmektir. Ulus ortak bir yerleşme kararından başka bir şey değildir ve yeni gelenlerin bu karara katılması ulusu yok etmez, tersine ulusu genişletir, güçlendirir.

Raporda Kullanılan Kaynaklar

  • IOM Global Migration Trends Factsheet 2015 http://gmdac.iom.int/global-migration-trends-factsheet
  • UN High Commissioner for Refugees (UNHCR), Global Trends: Forced Displacement in 2015, 20 June 2016, http://www.refworld.org/docid/57678f3d4.html
  • Halkların Köprüsü Derneği. 1. Alan Kurdi Mülteci Çalıştayı. Mültecilerin Yaşadıkları Sorunlar ve Çözüm Önerileri. EYS Basım, Nisan 2016
  • Halkların Köprüsü Derneği. Kıyıya Vuran İnsanlık. Dip Not Yayınları, 2017
  • International Crisis Group. Turkey’s Refugee Crisis: The Politics of Permanence Europe Report. No. 241, 30 November 2016
  • İçduygu A. Turkey: Labour Market Integration and Social Inclusion of Refugees. European Parliament, Directorate General For Internal Policies, Policy Department, 2016 (europarl.europa.eu/supporting-analses)

Halkların Köprüsü Derneği

www.halklarinkoprusu.org

Telefon: 0232 421 22 80
Email: halklarinkoprusu@gmail.com
Adres: 1439 Sok. No: 9 Daire: 2 Alsancak/Konak İZMİR