Yukarı Mezopotamya’nın Sesleri
Bir bahar sabahı yüce dağların, bereketli toprakların içinden geçip Mezopotamya’ya vardım. İki nehrin arasındayım. Mozaik kentlerin ve eski kalelerin dibinden güneye doğru süzülen Fırat Nehri geride kalmıştı. Bu topraklardan binlerce yıldır evrene yayılan ritüellerin, yakarışların, şarkıların, ağıtların peşindeydim. Birçok ses yeryüzünden kurtulmuş evrenin sonsuz boşluğunda yayılarak yolculuğuna devam ediyordu ve ben o seslerle dile gelen ne varsa onları bulacaktım.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran/ Fotoğraf: Umut Kaçar
Yıldız Şehir Urfa
Güneş daha doğuda kalan Dicle’den doğarken Yukarı Mezopotamya’nın yıldız şehri Şanlıurfa(Edessa) geçmişin ruhaniyeti ile karşılamıştı beni. Sabahın ilk ışıklarında kentin çekirdeği, Akabe Geçidi’nden başlıyor, Halepli Bahçe’yi saran tepelere kurulu mahallelerin oluşturduğu vadiler boyunca Harran Ovası’na doğru yayılan düzlüklerde genişliyordu. Urfa Kalesi’nin gölgesinde kalan Balıklı Göl’ün kentle birleştiği yerde buhurdan ve baharat kokulu çarşılar uzanıyordu. Çarşı esnafının yüzlerce yıldır her gün gerçekleştirdiği sabah duası henüz başlamamıştı. Bedesten Çarşı’sı esnafı dükkânlarını henüz açmamış, komşularını bekliyordu. Bedestenin en eski esnaflarından olan Ramazan Yıldız ile çaylarımızı yudumlarken bu ritüel hakkında konuşuyorduk. Ahilik ahlakının Anadolu’ya yayıldığı yıllardan beri süren çarşı duası, çarşının en yaşlı kişisi tarafından her sabah yapılır ve dua sesleri bütün çarşılarda yankılanırdı. Esnafın o gün işi rast gitsin diye yapılan dua çok önceleri bir saate yakın sürerdi.
Ramazan Yıldız anlatıyor: “Geçmişte bütün esnaf sabah dükkânlarını açtıktan sonra birbirine geçitlerle bağlı çarşıların kapıları kapanırdı. Yine esnaftan olan ve çarşı şeyhi denilen kişi tarafından ahiliğin kuralları hatırlatılır, dualar edilirve sonra esnaf işine gücüne bakardı.”
Duanın çarşılarda yankılanan sesi, çeşitli inançların tapınaklarından yayılan seslerden sonra, Mezopotamya’da halkla esnaf arasındaki hakkı hukuku belirleyen en tanıdık sestir. O zamanlar ticaretin ve sosyal hareketliliğin kalbi olan çarşılar şimdilerde giderek canlılığını yitiriyor; hatta dükkânların sayısı giderek azalıyor. Çarşı şeyhinin duaya başladığı anda toplasan 15-20 esnaf vardı dükkânları önünde duaya duran. Bu eski gelenek de değişen sosyal alışkanlıkların yanında giderek yok oluyordu.
Çarşıların bittiği, kutsal mekânların başladığı yerde Hz. İbrahim’in doğduğuna inanılan mağaranın bitişiğindeki Mevlid-i Halil Cami’nde dört yüz yılı aşkın bir zamandan beri süregelen Evrad-ı Fethiye ve Hizb-ul Bahr denen zikirlerle birlikte, tanrıya seslenen bu yakarışlar İslami dönemle birlikte ortaya çıkmıştı.
Serin bir esinti, dingin akan bir ırmağın kulağa gelen sesini andıran Edessa adıyla birlikte Orhai diye de anılan Urfa, en eski Süryani kaynaklarında da yer alıyordu. Urfa diğer komşu kentler Mardin ve Diyarbakır ile tarihten bu güne Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Roma dönemlerini yaşamışlar. Tarih öncesi dönemlerde kente Mezopotamya inanışları hâkimdir. Hıristiyanlık öncesi Sabilik diye bilinen güneşin, ayın ve yıldızların kutsal sayıldığı inancın yaygın olduğu dönemlerde ay tanrısı Sin ve güneş tanrısı Şamas için geceleri törenler düzenleniyor. Bu törenlerde gecenin karanlığına yayılan sesler bütün Mezopotamya’yı sarıyordu.
Şanlıurfa Müzesi’nde sergilenen Babil Kralı Nabonid’in bulunduğu stelleri gördüğümde, orada yer alan ay, güneş ve Venüs gezegeni simgelerinin altında resmedilen kralın, Sin ve Şamas ayinlerindeki sesini duyar gibi oluyorum. Figürlerin altındaki çiviyazılarından okunuyor geçmiş… Nabonid kıvırcık sakalı, elinde asası ve dik duran bedeniyle sesini bu kara taşta sonsuz kılmıştı. Müzede beni en fazla heyecanlandıran bir diğer eser ise Orpheus Mozaiği idi. Mozaikte türlü hayvanların ortasında yer alan Orpheus elindeki liri çalıyor. Çaldığı lirin güzel ezgisi vahşi hayvanları sağaltıyor. Sesler seslere karışıyor.
Urfa denince akla gelen ilk şey müzik oluyordu. Burada kültürel araştırmalarıyla bilinen akademisyen A.Cihat Kürkçüoğlu Urfa müziğini yazılı kaynaklar bakımından bölgede ilk Hıristiyanlık dönemi sayılan Abgarlara kadar götürüyor. Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı olarak kullanılan eski bir Urfa evinde yaptığımız sohbette Süryanilerin “Daişan’ın oğlu” dedikleri Bardaişan’ın ismi geçiyor. O dönemlerde filozof, şair ve bestekâr olan Bardaişan’ın mersiyeleri, Abgarların ve soyluların Halepli Bahçe’de yer alan yazlık evlerinde söylenir, çalgılar eşliğinde dans edilirmiş. Bardaişan oğluna müzik ahengi anlamına gelen Harmonius ismini vermiş. Geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar bir arada yaşayan Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler, Yahudiler, Kürtler, Araplar ve Türklerle birlikte gelişen müzik çok sayıda makam ve ezgiye sahiptir. Urfa sokaklarında sessizliği ince ve tiz bir nağmeyle bozan hoyratın kökeni manilere dayanıyor. Mukim Tahir, Tenekeci Mahmut, Fırıncı Mehmet ve Kazancı Bedih ile süregelen gazel ise divan edebiyatının sese dönüşmüş halini yansıtıyor. Urfa’nın yaşayan ünlü gazelhanlarından olan ve Şanlıurfa Devlet Türk Halk Müziği Korosu’nda yer alan Mehmet Mercan Özkan nam-ı diğer Mercan Hoca ise gazelin şubelerinden bahsediyor:
“Şube sesin basamakları, oktavlarıdır. Gazel başladı mı bitirilmek zorundadır. Hele seslendirilen İsfahan Gazeli türünden bir gazelse sesi bütün şubelere yeten ustalara ihtiyaç duyulur. Bazen gazelhan susar araya başka türküler, ezgiler girer, sonra gazele kaldığı yerden devam eder. En sonunda da şairin isminin ya da mahlasının geçtiği kısım okunur ve gazel son bulur. Biz buna gazeli yatırmak, karara getirmek, deriz.”
Urfa’nın 12 kilometre güneydoğusunda Harran Ovası’nın başladığı yerde âşıklarıyla meşhur bir yer vardır: Kürt ve Arap köylerinin ortasında Türkmen Alevilerin yaşadığı Kısas’la ilgili kayıtlara Urfalı Mateos’un Veka-i Nâmesi’nde rastlanır. 1065 yılında Selçuklu kumandanı Salar-ı Horasan’ın Urfa’ya gelişinden söz edilir. Bu tarihten itibaren Horasanlı Türkmen Alevilerin burayı yurt eyledikleri ve bu coğrafyanın bir parçası haline geldikleri söylenir. Âşık Sefai ve Âşık Celali ile Kısas’ın ileri gelenlerinden Ali Ersöz’ün evinde konuk olduğumda sazı eline alan âşıkların deyişleri ses olup güneye doğru kıvrılan Tek Tek Dağları’nın eteklerine kadar gidiyor, Şuayıp Şehri ve Soğmatar Harabelerinde yankılanıyordu. Mezopotamya’nın seslerine cemin yüceliği ve âşıkların sevgisi ekleniyordu.
Güneşin Şehri Mardin
Edessa’yı geride bırakıp bal renkli taşlarla kurulu Mardin’e geçiyorum. Geride kalan düzlük giderek yükseliyor ve Süryanilerin “Tanrı Hizmetkârlarının Dağları” anlamına gelen Tur Abdin coğrafyası başlıyor. Geçmişte bu coğrafyada hâkim bir nüfusa sahip olan Süryanilerin şölenleri manastırlarda, kiliselerde zarif dilleri Süryaniceyle dillendirilen ilahiler eşliğinde yapılırdı. Hatta Süryaniler için baharın gelişini müjdeleyen Akitu Bayramı daha eski dönemlerde Asurlardan Babillilere kadar tüm Mezopotamya’da kutlanırdı. Babil dilinde arpa anlamına gelen “akitu” sözcüğü yeni yılın başlangıcını, baharı simgelerdi. Bayram 18 Mart’tan 1 Nisan’a kadar dalga dalga kırmızılı mavili kıyafetlerle kutlanırdı. 1 Nisan, Senenin Gelini olarak Keldanilerde, 21 Mart ise Newroz Günü olarak Kürtlerde kutlanılageldi. Deyrulzafaran Manastırı rahibi Gabriel Akkurt, “Akitu Bayramı’nın uzun yıllardır yapılamadığından” bahsediyor. Mezopotamya’nın bu en eski bayramı geçtiğimiz yüz yılın başlarından beri farklı etnik yapılara ve Müslüman olmayanlara karşı baskın olan siyasi tavırlardan dolayı engellendi ve unutulmaya itildi. Manastırın avlusunda süren sohbetimiz çan sesleriyle kesildi. Rahip Gabriel öğlen duasını icra etmek için kendisini bekleyen az sayıda cemaat ile kiliseye geçti. Dışarıdaki taş işçiliğinin ustalığına ve zarafetine karşılık sade bir yapıya sahip kilisede Aramiceden gelen Süryaniceyle yapılan dualar kilisenin boşluklarında yankı olup pencerelerden kurtuluyor, bir başka önemli merkezde, Midyat’ta karşılık buluyor ve güneşin şehri Mardin’den, tüm Mezopotamya’ya yayılıyordu.
Sınıra doğru yol alıyorum. “İki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya’nın kuzeyindeyim. Nusaybin’e ilerlerken tel örgülerin ardında kalan topraklardaki belirsizliği fark edilebiliyorum. Sınır kapıları kapanmış, korunaklı duvarların arkasına karşılıklı yığınaklar yapılmış. Tarihte Nusaybin Okulu diye bilinen akademinin kalıntıları ve Mor Yakup Kilisesi ilçenin sınırla birleştiği yerde. Bir zamanlar okumaya, tartışmaya, felsefeye ve şiire meraklı 800 kadar öğrencinin ağırlandığı salonların, şarkıların söylendiği avluların, Piskopos Mor Yakup’un meditasyon bahçelerinin kalıntıları mayınlı bölgede bana bakıyor…
Ses ve müzik söz konusu olduğunda Nusaybin denince ilk akla gelen topluluk Domlar oluyor. Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların “mıtrıplar” diye andığı bu topluluğun kökenleri Hindistan coğrafyasından dünyanın dört bir tarafına yayılan Romanlara dayanıyor. Yerleştikleri yerin çoğunlukla yalnızca diline ayak uyduran ama kendi yaşam biçiminden vazgeçmeyen bu halk da ağırlıklı olarak Nusaybin çevresinde yaşıyordu. Kürtçe konuşan Domlar bölgenin müzisyenleriydiler. Esasen ana dilleri Domca’ydı fakat birkaç yaşlı dışında artık kimse kendi dillerini bilmiyor. Yöre halkı tarafından “kemençe” denilen ama aslı rebap olan enstrümanlarıyla coşkulu günlerin, düğünlerin vazgeçilmez unsurları olmuşlardı. Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi’nde tiyatro öğretmenliği yapan Abdullah Tarhan’ın yönlendirmesiyle ilçenin taşra kesiminde yaşayan Domların evlerine misafir oldum. Doğunun Roman mahallesi de batıdakilerden çok farklı değildi. Yoksul evlerin yer aldığı sokaklarda özgürce yaşıyorlardı. Hozan Nevaf Bakır çocuklarıyla evlerinin önünde karşıladı beni. Köy odalarını andıran genişçe bir odada komşularının da katılımıyla çok sesli bir sohbetin içinde buldum kendimi. Odanın köşesinde yer alan kafeslerden gelen bıldırcın sesleri sohbetimize eşlik ediyordu. Hozan Nevaf yöredekilerin deyimiyle bilinen kemençecilerdendi. Yaşadıkları mahallenin “yaklaşık 100 evden oluştuğunu” söylüyor.
“Biz mahallemize Kuman Mahal diyoruz fakat resmiyetteki adı Devrim Mahallesi’dir. Önceleri bizler köylerde yaşardık. Köylerimiz Kürtlerle birlikte 1990’larda boşaltılınca Nusaybin’ine yerleştik. Nusaybin’de yaşamak köyde yaşamaktan daha iyi. Kimse kimseye karışmıyor. Köylerde yer alan ağalık sisteminde çiftçilik yapmadığımız için dışlanıyorduk, rahat edemiyorduk. Biz ekmeğini müzikten kazanan insanlarız. Topraktan anlamayız varımız yoğumuz rebaptır.”
Rebabın tiz ve güçlü sesine Kürtçe nağmeler eklenince genelde söylenen şarkılar hareketli nitelikte oluyor. Söz rebaptan açılınca müziklerini çalarak anlatmayı tercih eden ev sahipleri rebapları kılıflarından çıkarıp çalmaya başladılar. Uzun hava tarzında biraz daha yavaş başlayan müzik Kürt müziğinin delilo, şemame ve grani makamlarıyla devam etti. Müzisyenler oturdukları yerde duramıyor, çalgılarıyla birlikte raks ediyordu. Domlar, aşk şarkılarının yanında politik şarkılar da söylüyor. Bakır, sohbetin bir yerinde esprili bir şekilde şöyle diyor: “Düğün sahipleri bizden ne isterse onu çalarız, korucularsa yalnızca aşk şarkıları politiklerse politik şarkılar çalar söyleriz, biz ekmeğimize bakarız.” Rebap sesine kahkaha karışıyor. Binlerce yıldır diğer halklar gibi Domlar da Mezopotamya’nın bir parçasıdır. Geçmişte Mezopotamya’da yaygın olan çalgılardan lir, tef ve çalparanın yanına telli çalgı olarak rebap da eklendi ve yüzyıllardır bölgenin seslerine farklı bir tını, bir renk getirdi. Rebaplardan yayılan ince nağmeler insana eğlencenin, mutlu günlerin sesini getiriyor.
Baharın aydınlığı ve huzuru içinde geçirdiğim günlerden birinde yine Nusaybin sınırları içinde yer alan Ezidilerin yaşadığı Mezra Ezidiya yani Ezidi Mezrası olarak bilinen Çilesiz köyüne gittim. Bagok Dağı eteklerinde yer alan Ezidi Mezrası’nda misafiri olduğum Yusuf Karaca ve ailesinin evlerine hüzün çökmüştü. Baharın huzuru sadece doğada kalmış insana ulaşamamıştı. Yıllardır yaşadıkları topraklarda hem Kürt hem de inançsız diye hor görülen Ezidiler yakın zamanda Suriye ve Irak sınırında yer alan Şengal bölgesinde yaşayan akrabalarının uğradığı vahşetin yasını tutuyorlardı. Şengal’den gelen akrabalarına kucak açan Karaca Ailesi ile birlikte güneşin batmasına yakın bir zamanda mezarlıklarına gittik. Kubbeli mezarların her biri türbeleri andırıyordu. Mezar taşlarında resmedilen renkli tavus kuşu figürleri bu toprakların en eski halklarından olan Ezidilerin en büyük sembollerinden biridir. Günde üç kez güneşe dönüp ibadet eden Ezidilerin dinleri Zerdüşt inanışına kadar uzanıyor. Mezarlığa girer girmez Yusuf Karaca’nın eşi Seyran Karaca kendini tutamayıp mezar mezar gezip ağıt yakmaya başladı. Kürtçe ağıtlar Bagok Dağı eteklerine yayılıyor, geniş düzlükleri gölgeleyen bulutlarla buluşuyordu. Geçmişin önemli Ezidi beylerinden biri olan Hasan Bey’in mezarı daha yukarılarda, başka bir tepenin yamacında yer alan yalnız bir ağacın dibindeydi. Mezarlık alana da onun ismi verilmişti. Ağıtlar, Türkiye’de yaşayan farklı halkların kültürlerinde elbette var. Fakat Mezopotamya’nın kültüründe çok farklı bir yeri var. Ağıt bu topraklarda önce sözlü kültürün bir parçası olarak yayılan destanların, dengbejlerin anlattığı bitmez tükenmez öykülerin içinde dinleyenlerin ve söyleyenlerin arasında yaşanmış acıları gezdirir ve sonra diner. Ancak ister bir destanın, ister bir öykünün ya da Kürtlerin “çirok” dedikleri bir masalın içinde olsun, ağıt hep kendine özgü, ayrı, hep kendisidir.
Dicle’nin Yankısı Amida
Mardin’e her bir penceresinde farklı bir ışığın, farklı bir sesin yansıdığı kente veda ediyorum. Yol boyunca minibüste çalınan Kürtçe şarkıların nağmeleri gâh sağımda gâh solumda kalan dağların, ovaların içinden benimle birlikte süzülüyor. Karacadağ’ın bazalt taşlarıyla bezenmiş kara surların kapılarından geçip Diyarbakır’a giriyorum. Asur kaynaklarında “Amida” diye geçen bu kentin sosyal dokusu geçtiğimiz yüz yılın başlarına kadar tıpkı Urfa ve Mardin’de olduğu gibi Keldani ilahileri, Ermeni ustaların ellerinde şekil alan bakırlara inen çekiç sesleri, kemanın, neyin, çok az insanın evinde bulunsa da piyanonun sesleri, Ermenilerin “duduk” dedikleri kavalın sesleri, Kürtlerin kendine özgü türküleriyle buluşur ve bir arada yükselirdi. Her dil başka bir sesti. Aslında yaşayan ve bu hayatı yaşanılır kılan seslerin uyumuydu. O günleri düşününce aklıma Bitlisli Ermeni yazar William Saroyan’ın “Yaşayanlar ve Ölüler” kitabında geçen cümleleri geliyor:
“Anneannem ‘Kürtçe kalbin dilidir’ derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.”
Yukarı Mezopotamya halklarını bir arada tutan dillerinin birlikteliğiydi. Esasen Diyarbakırlı bir Ermeni olan ünlü müzisyen Aram Tigran ve “Şark Bülbülü” unvanıyla anılan Celal Güzelses herkesçe bilinen sanatçılardı. Günümüzde Diyarbakır’da bu seslerin çoğu yok. Biz onları, tarihin dibinden köşesinden sökün eden kaynaklardan, kayıtlarda öğreniyor, dinliyoruz. Bugünün Diyarbakır’ında kültürlerine, dillerine, folklorlarına bağlı Kürtlerin sesi, kentin kimliğinde de belirleyici oluyor demek kaçınılmaz. Çoğunlukla Kürtlerin sözlü kültürleriyle günümüze kadar taşıdıkları hikâyeler, meseller, toplumsal olaylar, efsaneler bir makam yapısı içinde dengbêjlerin dillerinde yaşadı. Dengbêj “sesle anlatan” anlamına geliyor. Geçmişte halkın içinde dolaşan, mitolojik olayları, tarihsel olayları, gelenek ve görenekleri onlara, Kürtçede stran denen bir nevi şarkıyla anlatan dengbêjler vardı. Kimi dengbêjler ağaların, mirlerin nüfusunda yer alırdı. Dengbêjlikte müzik aleti kullanılmaz ve enstrüman kullanmak dengbêjin zaafı olarak görülürdü. Saz ve başka enstrümanlarla müzik yapanlara ise bölgede “hozan” deniyor. Yukarı Mezopotamya’da ve diğer tüm bölgede yaşayan Kürtlerin sesi dengbêjlerin dillerinde hayat bulmuş ve bu toprağın parçası olmuştu.
Amida’dan Hakkari’ye kadar geçmişte dengbêjlerin yaşadığı köylerde Kürtlerin “dîwan” dediği meclisler kurulurdu. Bu geleneği yaşatmak için Diyarbakır’da kurulan Dengbêjler Evi hemen her gün kent ve çevresinde yaşayan dengbêjlerin ve onların stranlarını dinlemek isteyenlerin uğrak yeri haline gelmiş diyebiliriz. Kente özgü bir mimariye sahip evin avlusunda dengbêjleri dinleme fırsatım oldu. Ellerinde çektikleri parlak ve iri taneli tespihleri, onlar hikâyelerini anlatırken ritim veriyor gibiydi. Serin avluda yan yana oturanlar diğer dengbêjlerle birlikte Dengbêj İsmailê Selimê’nin uzun uzun dillendirdiği Diyarbakır ve çevresinde geçen bir aşk öyküsüne dikkat kesilmişlerdi. Dengbêjin okuduğu stranda, eski zamanlarda Dicle’nin karşı yakasında yer alan Kavsi köyünde birbirini seven iki gencin gizlice buluştukları çeşmede geçen konuşmaları anlatılıyordu. Kıza sevdalı oğlan aşkını Diyarbakır ile dile getiriyordu,
“Diyarbekir’e gittim, etrafı surlarla çevrili,
Gel sen de bir bak, surlardaki hangi taşı kaldırsam,
Altında yüreğimizin hasreti var. Gündüz sıcak gece soğuk,
Diyarbekir surları yüksek, altında Hevsel var.
Dicle ve Fırat inleye inleye akar…”
Dengbêjin izlediği makamın tınılarıyla kente yayılan ses insanların kalplerinde yer buluyordu. Kalpten kalbe geçip bu eski evin avlusundan kurtuluyor, kentin dar sokaklarından Dicle’nin hırçın sularının sesine karışıyordu. Kuzeydeki dağlardan esen yel ile birlikte Hevsel Bahçeleri’nde buluşan sesler On Gözlü Köprü’yü aşıp tüm Mezopotamya’ya yayılıyordu…