Kestanelikteki Ev


Mavi zemin üzerine sarıyla yazılmış bir tabela: “AHMET MUHİP DIRANAZ KORUSU” Teneke tabelayı yağmurdan koruyan terek de teneke.
Yazı ve fotoğraf: İbrahim Baştuğ
Ama tabelanın etine çakıldığı asırlık kestane ağacı canlı; korunun öteki kestaneleri gibi. Bir ikisi ayakta ölmüş. Nedeni bilinmeyen bir hastalık! Hoş, nedenlerle uğraşanın olduğu da söylenemez! “Bir öğrenci gelmişti, birkaç yıl önce; tez yapıyormuş, biraz kaldı gitti. Ziraat fakültesindenmiş. Başka da gelen olmadı.”
“Başlamak yolun yarısı” der ya hani o atasözü; niyet etmek de bitirmenin yarısı olsa gerek. Bilmeye niyet etmek, görmezden gelmenin rehavetini soyunmak… Görmek de yetmez çoğu zaman, bilinen bir şeyse “çaresizlik” Psikoloji bilimi “öğrenilmiş çaresizlik”ten söz eder: Tecrübeyle sabit bir şeyin değişmeyeceğine inanmış olmaktır kısaca. Böyle gelmiş böyle gider! Çabalamaktan vazgeçmek; umutsuzluğa teslim olmak.
Tarlafaresi ağaçtan düşen kestaneleri toplayıp kış için depoluyor. “Tesadüfen buldum. Toprağın altına muntazaman istiflemiş kestaneleri. Tarttım; beş kilodan fazlaydı.” Murat Öztürk, kestaneliğinden bu yıl bir tona yakın verim aldı. “Kozalağından çıkarmadığın sürece kestane bir yıl bozulmadan kalır” diyor. Bu bilgiye muhtemelen tarlafaresi de sahip. Murat Bey, kuruyan kestane ağaçları için üzülüyor. Tarlafaresi de üzülüyor olmalı!
Karaoğlu köyü, üç yıl önce Salı köyünden ayrılıp köy statüsüne kavuşmuş. Sinop’un Erfelek ilçesinde. Erfelek’in denize bakan yamaçlarında yetişiyor kestane yalnızca. Ama onlara da kıran girdi işte; tarlafaresi dahil herkesi üzen murdar hastalık.
Biz, bu kestanelikte bir kestane ağacının etine çivilenmiş teneke tabelaya geri dönelim: “DIRANAZ” tabelasına… Şairin soyadının tartışılmasına alışıktır şiir çevreleri. Kimi antolojilerde “Dıranas”tır, kiminde ise “Dranas”… Şimdi bir de bu çıktı: Dıranaz! İyi ki farkında değil; bilse bir de bunu üzüntü edecek tarlafaresi. Tabelanın iki metre ötesinde bir ev çürüyor. Şairin, “1966’da Avrupa’dan getirdiği projeye göre yaptırdığı” ev çürüyor. Kestane ve kayın ağacından yapılmış olmasa bu kadar uzun sürmeyecek can çekişme kuşkusuz. Şairin baba ocağına, köyüne, gölgesinde düşlere daldığı, nefes açan havasını soluduğu, eğreltiotunda başaklarını kebap yaptığı kestanelikteki ev çürüyor…
Murat Öztürk, şairin yeğeni. Üzülüyor evin çürümesine. “Yengem söküp Sinop’a taşımak istiyor” diyor. “Neden Sinop” sorumun yanıtı çok da net değil. “Ama bu ev sökülürse yeniden kurulamaz, yerinden oynatılmamalı” diyor. “Diyorum yengeme; Sinop’a ev yapmak istiyorsa kerestesini ben vereyim, aynısını yapsın.” Belediye Başkanı Cemil Bey, valinin de karşı olduğunu belirterek, evin köyde kalması fikrini destekliyor.
Daha sonra öğreniyorum; Münire Dıranas (şairin eşi ve yasal varisi) 1994’te şair adına bir vakıf kurmaya kalkışınca ortalık birbirine girmiş Sinop’ta. Konu 12 Kasım 1995 tarihli Hürriyet gazetesinde yankılanmış. Gülden Aydın “Sinop’ta vakıf savaşı” başlığıyla haber yapmış. Özetle; DYP Sinop eski milletvekili Yaşar Topçu ile zamanın Sinop Valisi İrfan Kurucu’nun öncülüğüyle, şairin eşinden yavuz davranıp “Sinop Dranaz Üniversitesi Vakfı” kuruluveriliyor. “Ahmet Muhip-Münire Dıranas Vakfı” da 1995’in Haziran’ında kuruluyor, uzun uğraşlardan sonra.
Ahmet Muhip Dıranas bu memlekette 70 yılı aşkın ömür sürdü. Gazetecilik ve bürokratlıkta üstlendiği önemli görevler bir yana “Beş Hececiler” ve “Garip” şiir hareketlerinde adı anılan bir şairdi. Baudelaire’i anlayacak derecede iyi Fransızca bilir ve o dilde de, anadilinde de okurdu. Öylesine okurdu ki, Tevfik Fikret’i Kırık Saz (1975) adıyla güncelleştirdi. Piyesler de yazdı. Bir şiirinden Yavuz Turgul’un (1984) aynı adlı filmi çıktı: “Fahriye Abla”
Münire Dıranas, Ankara’da yaşıyordu. Şairin mezarı Sinop’ta. Münire Hanım, vakfı kurmuştu. Vakfın durumu iç açıcı olsa, en azından Dıranas’ın Karaoğlu köyüne kendi eliyle yaptığı eşine az rastlanır evin durumu böyle içler acısı olmazdı. “Çoluk çocuk zarar vermesin diye özel eşyalarını, yazı masasını bir odaya kilitleyip anahtarı da yengeme verdim” diyor Murat Öztürk. Giriş kattaki salonu görebiliyorum yalnız. Bir köşede melül kuzine. Bir de mutfağa girip çıkıyorum şöyle bir; eski bir ispirto ocağı ilişiyor gözüme, o da öksüz. Pencerenin dışı cennet, üst kat balkonuna çıkıyorum, cennete çıkıyorum yine. Ama dediğim gibi, kıran girmiş bu cennete; kestane ağaçlarını ayakta öldüren kıran!
Kimle konuştuysam üzgün. Daha kötüsü o “öğrenilmiş çaresizlik”le, yapılacak pek de bir şey olmadığına ikna ediyorlar sizi. Doğu’nun o mistik kaderciliğine çıkıyor bütün yollar: Fen uğramayacak buraya; kestane ağaçları çürüyecek birer birer… Kültür uğramayacak buraya; bir ülkenin kültürel dokusuna önemli ilmeklerden birini atmış Ahmet Muhip Dıranas’ın kestanelikteki evi çürüyecek sessizce…
Ne dersiniz, öyle mi olacak? Bizi tarlafaresinden ayıran bir yanımız var sanırdım!