Rıfat Ilgaz’ın Karadeniz’i
7 Temmuz 1993’te aramızdan ayrıldı Rıfat Ilgaz. Edebiyatın hiçbir zaman eğilmeyen çınarıydı. Karadeniz’in yeşil kıyılarında kök salıp uzadı gövdesi. Fırtınada sığınacak koy arayan yük teknelerini, dalgalardan kurtulmaya çalışan kaçakçı sandallarını, sırtları küfeli kadınları, ağaya başkaldıran delikanlıları anlattı Karadeniz’de geçen romanlarında.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran/Fotoğraf: Sinan Çakmak
Karadeniz’in batı kıyıcığında cana yakın bir memleket vardır; “yemyeşil, masmavi bir masal ülkesi” derler bilenler. Orada öyle bir çınar ağacı filizlenip boy vermiştir ki, bir ucu Küre Dağları’nı, diğer ucu Karadeniz’i alabildiğine sarıp sarmalamıştır. Bu da yetmemiş kitapların dünyasına ulaşmıştır. Edebiyatımızın “Koca Çınarı Rıfat Ilgaz”, derler adına. Memleketi de Cide’dir; duvarları deniz kokan ahşap bir evde doğmuştur. Doğumunun 100. yılında romanlarında anlattığı bu şirin memlekete düşüyor yolum. Belleğimde, okuduğum kitapları, kahramanları ve olayları…
İlk yolculuğum Rıfat Ilgaz Sarı Yazma Kültür ve Sanat Festivali’ne denk geliyor. Sessiz sakin, kendi halinde bir yer olan Cide yaz mevsiminde yuvaya dönen gurbetçileri ve festival etkinlikleriyle bayram havasına dönmüş. Arada bir Cide’yi saran Küre Dağları’nın kıvrımlarına, önümde duran Karadeniz’e dalıp gidiyorum. Hayalimde, denizin ortasında fırtınadan kaçıp kendine küçük de olsa sığınacak bir koy arayan yük tekneleri, kayalık da olsa denizden kaçmaya çalışan kaçakçı sandalları, denizi döven yıldız karayel, Küre Dağları’ndaki köylerinden çarşıya, mahalleye, pazara inen sırtlarında küfeleri, sarı yazmalı, kırmızı paçalıklı kadınlar, genç kızlar, üç kuruş için ağaya güçlüye boyun eğmenin karşısında dik duran onurlu delikanlılar canlanıyor.
Her yazarın çocukluğunda onu yazarlığa sürükleyen izlenimleri olmuştur. Cide limanında babasının Düyûn-ı Umûmiye Kolcusu olduğu zamanlarda işlettiği tuz mağazasına gelip giderken tanık olduğu insanlar arasında geçmiştir Rıfat Ilgaz’ın çocukluğu. Birinci Dünya Savaşı yıllarıdır. O zamanlar liman ne gezer Cide’de. Liman diye bilinen Köpek Burnu’nun korunaklı tarafıdır. Romanlarında sıkça bahseder bu kıyıdan. Denizi dikine kesen Köpek Burnu’na doğru yürürken hâlâ ayakta olan ama şimdi belediyenin bakım yeri haline gelmiş tuz mağazası sağımda duruyor. Anlatıldığı gibi dik yamacı dolduran ağaçların arasında kıyıya yakın yerde. Köpek Burnu eski tasvirinden az da olsa değişmiş. Başka yapılar, evler yamacı saran ağaçların arasında bitivermiş.
Ama o zamanlar savaş yıllarıdır, yani yokluk yılları. Yoldan, limandan mahrum Cide’nin tek ehemmiyetli yeri Köpek Burnu’nun kıyıları olacaktır. Tüm esnaf ahali, köylüler hatta savaşa gidecek olan tüyü bitmemiş delikanlılar deniz sus pus olmuşken kıyıda alacaklardır soluğu. Karadeniz’in deliliği tuttu mu kimseler inmezmiş kıyıya. Cide’de geçen çocukluğunu ve hayatının 1950’lere kadar olan dönemini anlattığı Sarı Yazma romanında babasıyla tuz mağazasına gidip gelmeleri serüvene benzetir:
“Babamla tuz mağazasına gitmek Robinson’un Issız Ada’sına gitmekten daha serüvenli gelirdi bana. Denize dikey uzanan Köpek Burnu’nda ‘biledin’ ağaçlarının arasına sinmiş, taştan oldukça büyük bir mağazaydı bu. Kocaman bir kapısı vardı, paslı bir saç çakılı… Merdiven merdiven taaa tavana yükselen tuz çuvallarının üstünde dolaşır, baskülde kendimi tarttıktan sonra fırlardım dışarı…”
Dışarıda, kıyıda çoğunlukla bir keşmekeş olurdu. Yük teknelerini bekleyenler, yola çıkmaya hazırlanan insanlar dikkatini çeker o yaşlarda Rıfat Ilgaz’ın. İnce çarıklı, çoğu zaman da yalın ayaklı köylü kadınları, talaşların arasına gizlenmiş yumurtaların bulunduğu sandıklar, kereste yığınları kıyıyı doldurmuş olur. Cide, kendi deyimiyle içerlek bir yerdir. Yani yalı dedikleri kıyıdan daha içerde dağlara doğru. Sadece yolculuğun ve taşımacılığın yapılabileceği elverişli günlerde kıyıda hareketlilik olurdu.
Önceleri içerlek bir yer olan Cide zamanla kıyıya doğru taşmış durumda. Taşmış dediysek daha çok yaz dönemleri düşünülerek yapılmış yer yer birkaç otel, pansiyon, çay bahçesi ve evler yer alıyor şimdi kıyıda. Yakın zamanda kurulan Rıfat Ilgaz Meslek Yüksekokulu’na ait uygulama otelinde kalıyorum. Aynı zamanda otelin Rıfat Ilgaz 1975’de Cide’ye döndüğünde kaldığı Uzunkum Oteli olduğunu öğreniyorum. Meğer festival vesilesiyle Cide’ye gelen oğlu Aydın Ilgaz da aynı otelde kalıyormuş. Sabah kahvaltısında tesadüf ediyoruz. Laf dönüp dolaşıp Rıfat Ilgaz’a ve Cide’ye geliyor. Babam her zaman özlerdi Cide’yi ve burada geçen çocukluğunu hiç unutmazdı, diye başlıyor söze:
“Babamın toplumcu gerçekçi bir şair-yazar oluşunda çocukluğundaki izlenimleri büyük bir yer tutar. Halkı, köylüyü, kıtı kıtına yaşayan insanları burada tanır. Ve romanlarında daha çok burada yaşayan insanların sorunlarına yer verirdi. Hep sıkıntılar, hastalıklar ve baskılarla geçen ömründe hiçbir zaman umudunu yitirmezdi. Yok sayıldığı günlerde bile özlerdi memleketini. Ne zaman gelse boş durmaz, insanları, köylüyü, balıkçıyı, madenciyi bilinçlendirmeye çalışırdı. Halkın sorunlarına kafa yorar, sorunların çözümü için kooperatiflerin kurulmasında ön ayak olurdu. Ne mutlu ki, şimdi babamın işlediği, eşelediği sorunlar anlaşıldı da hak ettiği değeri görmeye başladı.”
Babası ile beraber 1983 yılında kurduğu Çınar Yayınları’nın başında bulunda bulunan Aydın Ilgaz babasından kalan edebiyat mirasının devamı için çabalıyor.
Toplumcu gerçekçi bir yazardı Rıfat Ilgaz. İki cihan harbine de tanık olmuştu. Evlerinden çıkıp yokuşun sonunda yer alan okula giderken başlamıştı hayatı sorgulamaya. Gittiği okul 1897 yılında eğitim ve öğretime açılmış olan bir Rüştiye Mektebi’dir. Okul Cumhuriyet İlköğretim Okulu adıyla hala eğitim ve öğretime devam ediyor. Aynı okulda öğretmenlik yapan ve lise yıllarında Rıfat Ilgaz’la tanışmış hatta burada yazdığı oyunlarında görev almış Recai Yılmaz ile tanışıyorum. Kendisi de yaşadığı coğrafyanın sevdalısı olan bölgeyi karış karış bilen Yılmaz rehberim oluyor.
Yıldız Karayel romanında anlattığı kıyı taşımacılığı ve gizli saklı kaçakçılığın yapıldığı koylara, doğa ile insanın çatıştığı engebeli yamaçlara, yolsuzluk nedeniyle hep büyük bir sorun olmuş Küre Dağları’na, oralardaki köylere doğru yol alıyoruz. Romanda Karadeniz’in daracık olan toprak yapısından ve bu topraklardan geçecek yolların yapımından rant sağlamaya çalışan ağaların çatışmasından söz eder Rıfat Ilgaz. Deniz de bu ağalar için içkinin, sigaranın kaçak yollarla getirildiği güvenli bir yoldur. Güvende olan ağalardır elbet, kaçakçı teknesinde çalışanlar fırtınaya kapılıp kaybolur çoğunlukla. Yollar ise denize yakın yapılmamalıdır. Olan yine yoksul köylünün bir avuç toprağına olacaktır. Kaçakçılık yok artık. Ama rüzgar ve fırtına hiç eksik olur mu? Hele en usta kaptanı bile ürküten yıldız karayel bir başladı mı insanların hala kaçacak bir yer aradığını dile getiriyor Yılmaz.
Kıyıdan uzaklaşıp içeriye doğru yönümüzü değiştiriyoruz. Karşımızda, kıyıya paralel dağların arkasında, iki taraftan eğimli verimli Pelit Ovası duruyor. Bu sefer yoksul köylülerin iki karış toprakta can havliyle çalıştığı sahneler geliyor gözlerimin önüne. Bir tarafta Avcı Şaduman ve karısı Ümmüye diğer tarafta kızları Emriye ve Nazife sabanla mısır tarlasını sürüyorlar sanki. Başlarında sarı yazmaları ve kendinden emin duruşlarıyla yorulmak nedir bilmiyorlar. Hurşit Ağalar gibi kimseler yok artık bu köylerde. Ağalar bir tarafa köylüleri bulmak bile imkansız neredeyse. Pelit Ovası boyunca sıralanan Himmetbeşe, Nanepınarı, Emirler köylerinde küçük ama ekili alanlar duruyor. En fazla birkaç yaşlı köylüye denk geliyoruz. Köylerde yaşayanların büyük kısmı büyük şehirlere özellikle İstanbul’a yerleşince ovadaki hareketlilik de sakinliğe dönüşmüş.
Yolumuz bu sefer Devrekani Çayı’na çıkıyor. Dik yamaçları saran kayınların, meşelerin, kestanelerden oluşan koca ormanın ortasında Loç Vadisi uzanıyor Valla Kanyonu’na doğru. Loç Vadisi yolunda kayalara, elektrik direklerine asılmış “Suyumuza dokunma-Sarı Yazma İsyanda” pankartları gözüme ilişiyor. Son zamanlarda derelere yapılmaya çalışılan HES’lere karşı belki de en büyük isyan Loç Vadisi’nde sürüyor. Koca Çınar Rıfat Ilgaz’ın romanlarında ve yazılarında işleyerek sembol haline gelmesini sağladığı “Sarı Yazma” HES’lere karşı isyanın da sembolü haline gelmiş durumda. Loç Vadisinde HES’lere karşı yapılan eylemlerde eylemcilerin başlarında boyunlarında sarı yazmalar almış yerini. Büyük bir yazar olmanın hikmetiyle, sarı yazmanın çok önceden isyanın sembolü olacağını muştulamıştı sanki. Yıldız Karayel romanında, bilinçsizce yapılan yol yapım çalışmalarına karşı toplanan Yukarı Akpelit köylüleri geliyor aklıma:
“Yukarı Akpelitliydi bu kadınlar. Önlerinde sarı yazmaları soluk yaşlılar vardı. Kırmızı paçalıkları da çamurdan renklerini yitirmiş görünüyorlardı. Allı morlu önlüklerinin etekleri tüm çamur içindeydi. Tek söz etmeden küme küme gelip dozerlerin, kepçelerin grayderlerin taşıyıcıların önünde dikilip durdular. Çok şey söylemek isteyip de daha çoğunu söyleyemeyeceklerini bildikleri için susuyorlardı. Yüzlerinden, duruşlarından okunuyordu istekleri. Çok şey isteyen bir halleri olsa bile tek şey istediklerini anlamak zor değildi, yolun açılmasından yana olmadıklarını belirtmek istiyorlardı o kadar…”
Pelitovası’ndan Kurucaşile’ye doğru Nanepınarı Köyü çevresinde Küre Dağları’nın kalbine doğru kömür yataklarında açılmış maden ocakları yer alır. Madenciler elleri yüzleri karalar bağlamış, yanlarında kazmaları, kürekleri, insandan uzak, dağların ortasında değil tam içinde yaşıyorlar adeta. Madencilik de denizciliğe benzermiş, bırakamaz olurmuş alışınca insan. Madenci 65 yaşındaki Nurettin Arıipek’i görünce bunu daha iyi anlıyorum. Bu sefer Rıfat Ilgaz’ın “Ocak Katırı Alagöz” şiiri geliyor aklıma. Pelitovası’nda madende çalışan sadece insanlar değildir o zamanlar, alagözlü iri kıyım katırlar da karalar içinde yitirmişlerdir renklerini. Motorlar, makineler çıkınca ortaya, vagonlara bağlı katırlar da rahat bir nefes almış olur.
Yol boyunca ara ara Recai Yılmaz ile Rıfat Ilgaz üzerine sohbet ediyoruz. Anılarını anlatırken “Hoca” diye bahsediyor yazardan. Burada tanımış olan herkes böyle anıyor onu. Kastamonu Öğretmen Okulu’na yazılıp öğretmenliği meslek edinir Rıfat Ilgaz. Kastamonu’da çıkan Nazikter, Açıksöz gazetelerinde şiirleri yayınlanır. Yazar olma isteğinin önünde engel olmayacaktır öğretmenliği. Kaldı ki en sevdiği iştir çocuklara öğretmenlik yapmak. Okulda yaşadıkları ve öğretmen olduktan sonra tanık oldukları herkesin bildiği “Hababam Sınıfı” eserine dönüşecektir. Batı Karadeniz’de, Gerede’de, Akçakoca’da öğretmenlik yapmıştır. Okul yıllarında yakalandığı verem illetini hayatı boyunca bedeninde taşımıştır. İstanbul’a ilkin biraz da bu yüzden tedavi için gelmiştir. Özlemini duyduğu memleketini belleğinde bir yerde hep saklı tutmuştur. Kolay değildir çünkü yaşadığı sıkıntılar. İkinci dünya savaşının yokluk yıllarında, ekmeğin karneyle verildiği dönemlerde Karagümrüklü yoksul çocukların öğretmenidir. Toplumcu gerçekçi duruşu filizlenip boy verince çocuklarını ve yoksulluğu işler şiirlerinde. Şiirleri kitaplarda, yazıları Markopaşa gibi toplumcu dergilerde görülmeye başlayınca kitapları toplatılır, veremli bedeniyle cezaevlerine, sanatoryumlara düşer yolu. Mutlaka tutunacak bir umudu olur hayata:
“Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin, belleğimin duvarlarına yansıyan görünümleriyle dirilir, yaşama gücümü tazelerdim. Çocukluğumun anılarıyla yetinirdim. Bahçe içindeki evimizin yalağına boşaltılan hediyelik balıkların düşleriyle giderirdim açlığımı. Şimdi köküne kıran girdiği söylenen uskumruların, barbunyaların, lüferlerin düşleriyle…”
Hep güler yüzlü, misafirperver ve disiplinli olduğuna tanık olmuş Recai Yılmaz. “Evine ziyarete giderdik. Muhteşem bir güler yüzle karşılardı bizi. Evvela ne kadar kalacağımızı sorar ve zamanın verimli olabilmesi için bölümlere ayırırdı süremizi. Bizlere görev verirdi. Liseli çocukları, köylere folklorik öğeleri toplamak üzere gönderirdi. Ve bütün bunlar daha sonra oyunlara dönüşürdü. Şimdi geçmişe bakınca Hoca’nın etkisiyle mi öğretmenliği seçtiğimi, okumaya, sanata, araştırmaya bu sayede mi yöneldiğimi sorgularım çoğu zaman. Onunla tanışmasaydım durumum ne olurdu, diye düşünmüşümdür mutlaka…”
“Gemicinin iyisini deniz alır kendine” diye bir söz vardır buralarda. Karadeniz bu, şakaya gelmez, hata kabul etmez. Nimetlerinden de çok faydalanmış değildir bura halkı. Ne kötülük gelmişse Cidelilerin başına denizden gelmiştir geçmişte. Bu yüzdendir Rıfat Ilgaz’a göre köylerin içerlek yerlerde olması. Hem limanı, mendireği olmayan bir yerde nereye sığınacaksın balığa çıktığında fırtına koparsa. Balığın işe yarayanı kışın tutulur çünkü. Nereye sığınacaksın? Gideros’a mı? Sığınsan bile nerde tutup saklayacaksın, nasıl getireceksin yol olmayan bir yerde balığı? Kalabalık kentlere nasıl yollayacaksın? Buna bağlar Rıfat Ilgaz, rıhtımsız, mendireksiz bir yerde balıkçılığın olmayışını. Geriye yük taşımak kalır. Yol yoksa uçsuz bucaksız deniz vardır. Bir bulaşan bir daha bırakamaz denizi. Bu yüzdendir “Karadeniz’in Kıyıcığında” romanında teknesi batıp kıyıya vuran Recep’in ilk olarak gemici kâğıdını araması. Yine de kızamazdı bura insanı denize. İçten içe bağlıydı Recep:
“Acı acı güldü. Denize daha hınçlı, daha öfkeli baktı. Onun başının altındandı bütün bunlar… Onun kalleşliği yüzündendi. Kalleşlik mi? diye düşündü. Yakıştıramadı denize bu suçlamayı. Durdu uzun uzun baktı, güneşin bu mavilik üzerinde gümüş bir tepsi gibi yansıdığına… Kalleş değildi bu ulu deniz. Onun da kendine göre yasaları vardı. Bu yasaları belleyemedin mi tutunamazdın. Limanlar balıkçı barınakları bile kapardı kapılarını sana…”
Eskiden kaptanı çok olan bu yerde o günlerden kalan birini bulmak zor şimdi. Yollar geçmişe göre daha iyi durumda, liman desen yapılmış, kaptana, yük teknesine ne hacet şimdi. Geri kalanlar da ya hayatta değil ya da İstanbullara göçmüşler. Belki bir-iki kişi varsa onları da bilen az. Ama sora sora Cafer Durası’yı buluyorum. Cafer Kaptan artık elini ayağını denizden çekmiş, ilçe merkezinde kendisine ait bir ofiste zaman geçiriyor. Ailece yük taşımacılığı yapmışlar Karadeniz’de. Ofisin duvarında bir çift eskilerden kalma fotoğraf asılı. Kardeşleriyle beraber ahşap teknenin üstündeler. Babaları marangoz olan aile teknelerini de kendileri yapmış Sakallı Köyü’nde. Esasen ahşap gemi yapımı Cenevizlilerden bu zamana hep bu kıyılarda yapıla gelmiştir. Kestane ağacının bol olduğu Amasra’dan Cide’ye kadar kıyıda yer yer irili ufaklı tersaneleri görmek mümkün. Teknelerini tam anlamıyla denize uygun tasarladıklarını dile getiriyor kaptan. Fotoğraftaki teknenin üstünde “Hasret Kardeşler” yazıyor.
Gemiciliğe 1960’lı yıllarda atılan Cafer Durası ve kardeşleri yolu olmayan yörede taşımacılık yapmışlar. Yolların açılmaya başladığı 1975’e kadar taşımacılık yapmışlar. Deniz adamı Cafer Kaptan o yılları az da olsa özlemle anlatıyor:
“İnebolu’dan İstanbul Eminönü’ne kadar kıyıda birçok yere uğraya uğraya yük taşırdık. Evvela havaya bağlıydı yolculuğumuz. Bazen günlerce hava bozar takılır kalırdık limanlarda. Kaçak olsa da insanlarımızı taşıdık yıllarca. Yol desen yok, hasta insan gurbetçi insan ne yapsın? Buradan giderken yükümüz 150-200 tabut yumurta, 1 ton çekirdek, 2 ton deri, hurda bakır olurdu ve insanlarla beraber 10-12 ton yük taşırdık Eminönü Yağ İskelesine.”
Olur da fırtına koparsa en yakın korunaklı yer olan Gideros Koyu’na sığınılır, hava açınca Amasra’ya, Kefken’e ve Şile üzerinden İstanbul Boğazı’na ulaşırlarmış. Dönüşte yine yükle ve yine aynı sıkıntılara boyun eğilir bin bir güçlükle varılırmış Cide’ye.
Sonbaharda tekrar geldiğimde İnebolu’ya doğru yol almıştım. Denizcilerin kurtarıcısı olan Kerempe Feneri’ne uğramamak olmazdı çünkü. Rıfat Ilgaz’ın romanlarında sıklıkla geçen fener, eski ismi Meset olan Doğanyurt yolunda yer alıyor. Onun ışığı yol gösteriyor gemilere; fırtınalı havalarda, radarı olmayan tekneler ve karanlık kıyılar da düşünülürse ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu anlıyor insan. Bu eski fener 1885 senesinde Fransızlar tarafından yapılmış, hemen yanında da daha sonra Almanlar tarafından yapılan, sisli havalarda kullanılan düdük istasyonu bulunuyor. Fenerden sorumlu Mehmet Par, yedi sekiz kişinin çalıştığı dönemleri anlatıyor. Daha sonra teknolojinin gelişmesiyle İstanbul merkezden yönetilir olmuş Kerempe Feneri. Personele de ihtiyaç kalmamış.
Doğanyurt’u geçtikten sonra Rıfat Ilgaz’ın deyimiyle biraz içerlek olan köylere doğru yol alıyorum. Beton yapılar birçoğunda olduğu gibi bu taraftaki köyleri de doldurmuş. Ahşap ev desen yok denecek kadar az. Uzaktan, bir tepenin üstüne kurulu olduğu anlaşılan ahşap evlerin göründüğü yere doğru giden yolu takip ediyorum. Denizbükü Köyü denizi kuşbakışı görüyor. Köylü kadınlar bir araya gelmiş üzüm topluyorlar bahçelerde. Sepetlere doldurdukları üzümleri büyük kazanların yanına istifliyorlar. Üzümler olgunlaşmış, pekmez zamanı gelmiş, kollar sıvanmış. Zeynep Kocabaş, gelini ve komşularıyla beraber evin bahçesinde işe koyulmuşlar. Köyde sürekli kalmadıklarını, yaz dönemlerinde geldiklerini, birkaç gün sonra da tekrar İstanbul’a çocuklarının yanlarına döneceklerini söylüyor. Ama Karadeniz kadınıdır bu, tatil bellemez boş vaktini. Kısa süre kalsalar da köylerinde yapacak işleri vardır mutlak. Rıfat Ilgaz’ın, Karadeniz’in Kıyıcığında romanında anlattığı fındık işçileri olan kadınlar geliyor aklıma. İki karış kumaş, bir teneke yağ karşılığında Hacı Dursun’un pavrukasında çalışan, sarı yazmalı Güllüler, Safiye Ablalar, Durdu Teyzeler. Yine güçlüye, nüfusluya karşı direnen Değirmenci Ahmetler… Bu sefer Karadeniz’in dalgalarıyla dövdüğü Akçakoca kıyılarında yaşayan insanların hayatları sahneleniyor belleğimde.
Gurbet artık yurt olunca başlarındaki sarı yazmaları da unutmuş çoğu kadın buralarda. Oysa çifte çifte sarı yazmalı olurdu bura kadını. Yola çıkarken başlarındaki sarı yazmayı hemen çıkarmaz İstanbul’a yaklaştığında değiştirirdi kıyafetini. Dönerken de Cide’ye varmadan takardı başına sarı yazmasını, geçirirdi ayaklarına kırmızı paçalıkları, takardı beline ipek peştamalını.
“Nasıl da birbirlerine benziyordu bunlar. Hemen hepsinin yüzlerinin rengi birdi. İçi ışıklı, buğdaysı değil, mısırsı bir renkti bu. Güneşte pişmiş bir barok çiçeği sarılığı… Elle tutulur, yoklanır gerekirse tartılır bir sarılık… Onlar da bu sarıyı bulup çıkarmışlar benimsemişler, başlarının üstünde üstünde gezdirdikleri yazmalarına bastırmışlardı…”
Barok çiçeğinden gelirdi sarılığı yazmanın. Şimdilerde pek kullanan yok artık yazmaları. Sadece hediyelik eşyalar sınıfına geçmiş bu sarılık. Son yıllarda, Cide’de yaşayan Havva Çetinkaya’nın katkılarıyla tekrar diriltilmeye çalışılıyor bu gelenek. Hiç olmazsa bu sarılığı elbiseler yaparak korumaya çalıştığını söylüyor Çetinkaya: “Sarı yazmanın esası burada bir zamanlar üretilen keten bezinden olurdu. Sarılığı da dağlardan toplanan barok çiçeğinin kazanlarda kaynatılmasıyla elde edilirdi. Desenler de basma kalıplarla yapılırdı.”
Karadeniz’in yiğit, gözü pek, çalışkan ve korkusuz kadınını anlattığı Halime Kaptan romanında Rıfat Ilgaz, Kurtuluş Savaşı yıllarını konu edinmiştir. Kocaları Yemenlerde, Balkanlarda, Trabluslarda savaşa giden kadınların yanında sadece çocuklar ve yaşlılar kalmıştır. Tüm gemiciler, kaptanlar, tayfalar savaşta. Böyle bir ortamda tüm görev kadınlara düşer. Yük taşınacak, eve denizden ekmek gelecek, Kuvayi Milliye’ye cephane götürülecektir. Ünlü kaptan Temel Reis’in gelini Halime çıkar ortaya. Hiç kimseden hatta Karadeniz’den bile korkmaz Halime. Alır yanına oğlu Memiş’i ve köydeki çocukları da tayfa yapıp açılır denize.
Nurcan Ünal, nam-ı diğer Nurcan Bacı ile tanıştığımda Halime Kaptan canlanıyor gözlerimde. Gideros Koyu’nun dibindeki evinde yaşıyor Nurcan Bacı. Evin bir bölümünü pansiyon olarak işletiyor. Kıyıda “Oy Nurcanım” ismini verdiği sandalı ile hemen her gün geziniyor denizde. Fırsat bulduğunda balığa çıkıyor yanına torunu Ulaş’ı alarak. Birlikte, çok sevdiği sandalına atlayıp Gideros Koyu’nda geziniyoruz. Küreklere Nurcan Bacı asılıyor ustalığıyla. Denizden kopamayışını, sandalına bağlılığını anlatıyor: “Çocukluğumdan beri her sabah uyandığımda sandalı alıp denize açılırdım. Evle ilgim olmazdı benim. Ev halkı uyandığında önce sandala bakar, yerinde olmadığını görünce denize açıldığımı anlardı. Sonra evlendim. On yıl önce tekrar geldiğimde sandalımı başkasına sattıklarını gördüm. Tıpatıp aynısını yaptırdım. Sandalımla her gün denize çıkmazsam yaşayamam ben. Evin bakımı ve denizle ilgi bütün ihtiyaçları benden sorulur” diyor.
Aynı günün akşamı doğa harikası Gideros Koyu’nda Rıfat Ilgaz’ın da gitmekten pek hoşlandığı Günbatımı Restoranı’nda toplanıyoruz. Evvela Gideros’u ardından Karadeniz’i alabildiğine gören restoranın duvarlarında, raflarında Rıfat Ilgaz’ın fotoğrafları kitapları yer alıyor. Onu yakından tanımış 1975’te Cide’ye geldiğinde hep yanında bulunmuş, yaverliğini yapmış Süleyman Salcı, bilinen ismiyle Minibüsçü Süleyman, Recai Yılmaz, şimdiki Cide Postası gazetesini çıkaran Ali Kesim ile birlikte yâd ediyoruz Hoca’yı. Minibüsçü Süleyman olmadan bir yere gitmez, Hoca nerede Süleyman orada olurdu. Hatta Cide’den ayrıldıktan çok sonraları imza günlerine geldiği Kastamonu’da onu ziyaretine gelen Cidelileri aralarında Süleyman yoksa Cideli bile saymazdı. Koyu bir Rıfat Ilgaz sohbeti alıp başını gidiyor. Söz dönüp dolaşıp darbe günlerinde kilitleniyor. Çok sevdiği memleketine 1975 yılında tekrar dönen Rıfat Ilgaz 1981 yılı 29 Mayısı’nda gözaltına alınır. Hastalığı sebebiyle iki aya yakın bir süre Kastamonu Daday’da Ballıdağ Sanatoryumu’nda 70 yaşında gözetim altında tutulur. Kopamadığı memleketinden gözetim sonrası İstanbul’a dönmek zorunda kalır.
Müzeye dönüştürülen Rıfat Ilgaz’ın doğduğu evin yakınında Halk Eğitim Merkezi’nde adının verildiği salonda koro çalışmasına katılıyorum. Üstlerinde “Hababam Sınıfı” yazılı ve Rıfat Ilgaz çizimli beyaz tişörtler giymiş çocuklar koro hocası ve müzik öğretmeni Muharrem Baz eşliğinde çalışmaya başlıyorlar. Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nda görevli Muharrem Baz, Recai Yılmaz ile birlikte besteledikleri Rıfat Ilgaz şiirlerinden oluşan şarkıların provasını yapıyor çocuklarla. Bir zamanlar oyunlarının oynandığı ve kendisinin de izlediği sahnede bu sefer şiirleri şarkı olup sese dönüşüyor çocukların dilinde Rıfat Ilgaz’ın. “Yemyeşil, masmavi bir masal ülkesi” diye başlıyorlar çocuklar şarkıya, “ne iyi etmiş de anam beni burada doğurmuş” diye devam ediyor şarkı. Ardından Rıfat Ilgaz’ın İstanbul’da hayata veda etmeden yazdığı son şiiri “elim birine değsin/ısıtayım üşüdüyse/boşa gitmesin son sıcaklığım” mısraları haylaz çocukların dilinde hüzünlü bir tınıya dönüşüyor.
Koca Çınar Rıfat Ilgaz’ın şiirlerinde, romanlarında anlattığı coğrafyada geçirdiğim zamanları düşününce, yerelliğin bir yazarın en büyük zenginliği olduğunu tekrar anlıyor insan. Nazım Hikmet, gerçek toplumcu şair-yazar diye nitelemişti Rıfat Ilgaz’ı. Biri evrensellikten yerele ulaşmayı, öteki yerellikten evrensele açılmayı başarmıştı. Sarı yazmalılara, gemicilere, kaptanlara, madencilere, kıtı kıtına yaşayan insanlara, haylaz çocuklara kitap dolusu bir dünya bıraktı Koca Çınar. Bir de “Bilmeyecekler” şiirinde dediği gibi Karadeniz’den payına düşeni ve beş on evlek yer gökyüzünden…