Çanakkale; Boğazı Gözlerken
Eceabat İskelesi’nden karşı kıyıya geçerken kentin cılız ışıkları boğazın serin sularına yansıyor. Gecenin son demlerinde kente varır varmaz, sessizliğe bürünmüş kordonda geziniyorum. Kısa kordonda yer alan iki iskele gecenin sakinliğine inat durmadan işliyor.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
İskelenin birinden Eceabat’a diğerinden tam karşıda duran Kilitbahir İskelesi’ne vapurlar kalkıyor. Gün doğmadan hava, rüzgârıyla ünlü bölgede poyrazla birlikte daha bir soğuyor. Kordonda yer alan işe erken başlamış kahvelerden birine oturuyorum. Hemen solumda askeri alanın sınırları içinde yer alan şimdilerde Deniz Müzesi olarak kullanılan bina ve büyükçe bir müze park yer alıyor. İsmi konumuyla özdeş olan Donanma Çay Bahçesi’nden gün doğmaya başlarken boğazı izliyorum. İrili ufaklı gemiler, şilepler küçük balıkçı tekneleri geçiyor. Karşı kıyının, Gelibolu Yarımadası’nın en ucunda bir dönem destanların yazıldığı şehitlikler seçilebiliyor. Boğazın sessizliğine kulak verince gizemli sulardan koca bir tarihin fısıltıları geliyor.
Ozan Homeros’un dizelere döktüğü Troia Savaşı’nın, şölenlerin tertiplendiği İda Dağı’nın, Çanakkale Savaşları’nda yazılan destanların sahneleri siluet olup boğazın sularına yansıyor. Güneş doğmaya başlarken kordon boyu sessizlik de kayboluyor. Ellerinde simitlerle kahvaltılıklarla çay bahçelerine gelen öğrenciler, işbaşı öncesi boğaz kenarında çay içmeye gelen esnaf ahali ve gazeteleri ellerinde yaşlılarla kordon canlanıyor. Bugüne kadar daha çok savaşlarla anılan kentin dokusunu, kültürünü, insanını merak edip denize açılan sokakları gezmeye başlıyorum.
Kıyıya paralel Eski Balıkhane Sokağı’nı kesen yoldan kentin içine doğru ilerliyorum. Karşılıklı küçük şirin dükkânların sıralandığı uzunca bir çarşı çıkıyor karşıma. Çarşıyla birlikte kalabalık da giderek artıyor. Kentin insanlarından biriymiş gibi kalabalığa karışıp çarşıda oyalanıyorum. Çarşının girişinde Fetvane Sokak’ın bittiği yerde Çanakkale Kent Müzesi’ni fark edince oyalanmayı bırakıp müzeye giriyorum. Bir kenti keşfetmeden önce müzesini gezmek o kentin geçmiş zaman ruhunu hissetmeyi sağlar. Geçmişe belgeleriyle tanık olmak da insana o kentte yaşamışlık duygusunu verir. Müzeye girer girmez aynı hisle doluyorum. Müzenin giriş katı sergiler için ayrılmış galeri olarak kullanılıyor. Üst katlara çıktıkça kente ait çeşitli arşivler, kent insanının geçmişten bugüne kullanageldiği eşyalarla etnografyayı ve kültürel öğeleri yansıtan hemen her şey sergileniyor.
Müze koordinatörü Cevat İnce ile tanışıyoruz. İlkin müze sonra da kent hakkında sohbet etmeye başlıyoruz. Müze olarak kullanılan bu binanın tarihi de eskilere dayanıyor. Kent müzesi ve arşivi olarak kullanılan bina 19. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Önceleri Çarşı Caddesi’ndeki geleneksel mimariye uygun olarak alt katları dükkân üst katları da konut olarak kullanılmış. Elli yıla yakın da otel olarak kullanılan bina 1982’de kapanmış ve bir süre yine ilk zamanlarındaki gibi işlev görmüş. Giderek tahrip olmaya başlayan binayı 2004’te Çanakkale Belediyesi satın almış ve restorasyon çalışmalarına başlanmış. Bina “Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi” olarak da 2009 yılında hizmete girmiş. Müzenin işlevini ve amaçlarını önemli bir görev yürütmekte olmanın bilinciyle anlatıyor İnce,
“Öncelikle geçmişten bugüne kadar Çanakkale’yi kent yapan bütün değerleri korumayı amaçlıyoruz. Sadece geçmişte kalmış değerleri, kültürel unsurları hatırlatmak değil görevimiz. Şu an var olan, yaşayan diğer bütün değerlerin de sürekliliğini sağlamak istiyoruz. Bizim asıl hedefimiz kişilerin belleğinde kalan anıları canlandırmak. Çünkü bu kentte geçmişten bugüne Museviler, Ermeniler, Rumlar da yaşamış. Amacımız kentin şimdiki asli unsurunu oluşturan her şeyi korumak. Sergiler düzenliyoruz. Balıkçılıktan tutun da kahvecilere kadar yaşamakta olan, canlı kültürel motifleri yansıtan sergiler açtık. Süreli yayınlarla da bunların halkımıza ulaşmasını amaçlıyoruz. Kentin değerlerinden söz eden sohbetler, paneller düzenleyip sözlü tarih belgelemesi yapıyoruz.”
Çarşıyı boylu boyunca gören odasında Cevat İnce ile sohbetimiz kent insanı üzerine devam ediyor. Kent insanının hoşgörülüğüne, bir aradalığına değiniyor. Yakın zamana kadar çarşı esnafı, mimarlar ve belediye el ele verip bütün yenileme çalışmalarını birlikte gerçekleştirmiş. Müzeden ayrılıp eski çarşıdan devam edince yapıların yeniliği daha da dikkatimi çekiyor. Bütün yapılar hemen hemen iki üç kattan oluşuyor. Bu şekilde eski çarşının silueti de korunmaya çalışılmış.
Bir süre sonra türkülere, ağıtlara konu olmuş Aynalı Çarşı çıkıyor karşıma. Ağırlıklı olarak kente özgü yapıların, minyatürlerin ve hediyelik eşyaların satıldığı çarşıda elliye yakın dükkân bulunuyor. Çarşının tarihi 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gidiyor. Çarşı girişindeki kitabeye göre çarşının 1889 yılında Abdülhamit zamanında kent eşrafından Musevi bir ailenin üyesi olan İlya Halyo tarafından inşa edildiği anlaşılıyor. Çanakkale Savaşı yıllarında büyük oranda tahrip olan çarşı askerlerin zaman zaman sığınağı olmuş. Halyo Çarşısı ismiyle bilinen yapı o meşhur türküdeki Aynalı Çarşı adını da savaş yıllarında almış. Kastamonulu bir askerin söylediği türküden hareketle ismi de Aynalı Çarşı olarak kalmış. Çarşının eski esnaflarından olan Cemal Gür’ün dükkânında sohbet ediyoruz. Esasen çarşıda, kurulduğu zamanlarda hayvanlar için koşum malzemeleri ve aksesuarlar satılırmış. Aynalarla ilgisinin aksesuarlardan ve o askerin türküsünden geldiğini anlatıyor Gür,
“Ben 1968’den beri bu çarşıdayım. Hemen her şeyi bulabilirdiniz burada. İlk zamanlarda bu çarşıda yük hayvanları için aksesuarlar yapılırmış. Bunun yanında aktarlar da bulunurmuş. O zamanlar tabi atı, devesi olan için süsleme de çok önemli. Aksesuarlarda da aynalar ve parlak cisimler kullanıldığı için o türkünün de etkisiyle ayna ismi ön plana çıkmış.”
Aynalı Çarşı yapıldığı günden beri birçok kez elden geçirilmiş. Savaş yıllarında büyük bir kısmı tahrip olan kentin çarşısı da bundan nasibini almış. Büyük oranda tahrip olan çarşı günümüze kadar elden geçtikçe yapısal olarak da farklı biçimler almış. Sadi Fenercigil’in 1967’deki başkanlığı döneminde çarşı tekrar elden geçirilmiş. Son olarak 2000 yılında projesi Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu tarafından çizilip başlanan restorasyon çalışmalarından sonra da 2007 yılında bugünkü halini alıp hizmete sunulmuş.
Yaklaşık on yıl süren Çanakkale Savaşları zamanında bu boğaz kenti büyük oranda tahrip olmuştu. Kent halkı kentten ayrılmış, neredeyse askerlerden başka kimse kalmamıştı. Çanakkale’nin aynı zamanda bir kültür mozaiği olduğu pek bilinmiyor. Savaşla anılan kent bir zamanlar Musevilerin, Ermenilerin, Rumların ve Müslümanların iç içe yaşadığı bir yerdi. Eskiden Museviyan Mahallesi olarak bilinen şimdi ise Fevzipaşa Mahallesi’nin hemen doğusunda bulunan bölgede yer alan havrada, yerel araştırmacı Şahabettin Kalfa ile buluşuyoruz. Özellikle 19. yüzyılda 600 kadar Musevi ailenin yaşadığı kentte şimdi bu sayının ona düştüğünü öğreniyorum. O yıllardan bugüne ayakta kalan ve belli dönemlerde cemaat için ziyarete ve ibadete açılan Mekor Hayim Sinagogu yakın zamanda tekrar elden geçirilmiş. Sinagogu gördükten sonra Şahabettin Kalfa ile Çanakkale’nin eski mahallelerinde gezinmeye başlıyoruz. Kentin içinden geçen ve kente hayat veren Sarıçay’a doğru bir zamanlar ticaretin ve canlılığın merkezi olan sokaklardan geçiyoruz. Sokaklarda bulunan çoğu kapalı ve atıl durumda olan büyükçe yapılar önceleri antrepo olarak kullanılıyormuş. Sarıçay’a açılan sokaklardan çay üzerine kurulu iskelede demirleyen teknelere çeşitli ürünlerin bu depolardan taşındığını anlatıyor Kalfa,
“Kentte ticaretin kalbi daha çok bu bölgede atardı. Çeşitli ticari ürünler Sarıçay iskelelerinde bekleyen irili ufaklı teknelere yüklenir oradan da başka kentlere ülkelere gönderilirdi. Ticaret ve zanaat birçok yerde olduğu gibi gayrimüslimlerin elindeydi. Kentin canlılığını oluşturan dokuyu daha çok gayrimüslimler oluşturmuştu. Birbiriyle kesişen sokaklarda ve iç içe geçmiş mahallelerde her etnik unsura ait bir bölge vardı.”
Kent olarak bugünkü Çanakkale’nin konumu Fatih Sultan Mehmet döneminde belirlenmiş. İstanbul’un fethinden sonra boğazların güvenliği önemli hale gelince kıyıya kale yapılır. Kal’a-i Sultaniyye olarak anılan bu yapının arkasındaki bölge askerlerin ve daha sonradan kente gelen kişilerin yerleşim yeri haline gelmeye başlar. Kale çevresinde çanak ve çömlek üretimiyle zamanla kentin ismi de Çanakkale olarak kalır. Kalenin arkasında ve aynı dönemde yapılan Fatih Cami(Cami-i Kebir) çevresinde mahalleler oluşur. Halk arasında daha çok Çimenlik Kalesi olarak bilinen yapının hemen arkasındaki bölgede bugün ağırlıklı olarak Romanlar oturuyor. Çoğunlukla da Çay Mahallesi olarak anılan yerde yaşayan romanlar da kentin kültürel yapısının önemli bir parçası haline gelmiş. Sokaklarda dolaşırken kendilerine özgü tek katlı müstakil evlerde yaşayan bu özgür ruhlu insanların, bıçkın delikanlıların, şen şakrak kadınların renkliliği hemen fark ediliyor. Çoğu yine hemen her yerde olduğu gibi işportacılık ve müzisyenlik yapıyor.
Mahalleri gezdikten sonra Sarıçay’a paralel olan Arap İbrahim Paşa Caddesi üzerinde yer alan eskiden ticaretin döndüğü karşılıklı küçük dükkânlardan birine soluklanmak için uğruyoruz. Bu küçük dükkânın önünde insanların oluşturduğu sıra hemen gözüme çarpıyor. Tatlıcı Kadir Usta’nın dükkânının önünde insanlar kentin meşhur tatlısı peynir helvası için sıraya girmişler. Ustanın ünü dükkânın önündeki kuyruktan anlaşılıyor. Çocuk yaşta o dönemlerin meşhur tatlıcısı Helvacı Mustafa’ya süt getirip götüren daha sonra da yanına çırak olarak giren Kadir Yaşar ustalığı devralmış. Kentte yaşayanlara, hâlâ eskiden olduğu gibi lezzeti değişmesin diye o gün üretildiği kadarıyla helva sunan Kadir Usta tatlılar biter bitmez dükkânını kapatıyor. İşin sırrı biraz da bunda gizli olduğu için erken saatlerde dükkânın önünde kuyruk oluşuyor.
Kaleye doğru Ermenilerin yaşadığı dönemlerde Kilise Meydanı olarak bilinen daha sonra Zafer Meydanı olarak ismi değişen küçük meydanın yanı başında eski bir kilise yer alıyor. Ermenilerin yaşadığı dönemlerde 1873’te yapılan Surp Kevork Kilisesi olarak bilinen yapı 1915 olaylarından sonra mahallede Ermeniler kalmayınca uzun süre müze deposu, arkeoloji müzesi ve kültür merkezi olarak kullanılmış. Etnografya müzesine dönüştürülmesi planlanan yapı bu proje gerçekleşmeyince üniversiteye devredilmiş. Kilisenin bahçesindeki gençlerden oluşan kalabalığın arasından geçip binanın içine giriyorum. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin Tiyatro Bölümü’nün kullandığı binada provalar yapılıyor. Kilisenin içi tiyatro sahnesine dönüştürülmüş. Kentte eskilerden kalan birçok yapı özellikle üniversitenin çalışma alanları olarak kullanılıyor. Hem geçmişi hem de bugünü sanat çalışmalarıyla bu yapılarda yaşatan öğrenciler ve hocalar bu durumdan daha bir memnun görünüyorlar. Zafer Meydanı geçmişte de olduğu gibi eğitim veren kurumların kesiştiği bir yer haline gelmiş. Meydanın çaprazında Tıflı Cami’nin yanında bir zamanlar sıbyan mektebi bulunurmuş. Meydana açılan Nedime Hanım Sokağı’ndaki 20. yüzyıl başında zamanın mutasarrıfı Hıfzı Tevfik Paşa tarafından kızı Nedime Hanım için yaptırdığı tarihi konak da şimdi üniversiteye ait durumda. Güzel sanatlar fakültesinin bazı bölümleri bu konakta eğitim veriyor.
Meydanda, aynı zamanda Tıflı Cami’nin karşısında başka bir yapı var ki sadece Çanakkale için değil antik dönemden beri Troias olarak adlandırılan Biga Yarımadası için ayrı bir önem arz ediyor. Kilisenin yanında önceleri Ermeni çocuklar için sıbyan mektebi olan bu bina, şimdi, yıllarca Troia kazılarına başkanlık etmiş Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’ın adını taşıyan bir kütüphane olarak kullanılıyor. Restorasyondan sonra Korfmann’ın vasiyeti üzerine yaklaşık on bin kitaptan oluşan kütüphanesi bu binaya taşınmış. Arkeoloji bölümünde akademisyenlik yapan Rüstem Aslan ve öğrencileri bu değerli kütüphanede çalışmalarını sürdürüyor. Kütüphanede karşılaştığım yüksek lisans öğrencisi Fecri Polat’la bu prestijli kütüphane üzerine konuşuyoruz. Böyle bir olanağa başka bir yerde sahip olunamayacağını söylüyor. Gerçekten de ağırlıklı olarak yabancı kaynakların yer aldığı bu kütüphane kent için ayrı bir öneme sahip.
Boğaz kenti Çanakkale’de balıkçılık önemli bir iş kolu. Kentte kaldığım günlerde bir sabah erken vakitlerde Sarıçay’ın hemen yanında yer alan balık haline uğruyorum. Denize dökülen çaya sıralanmış teknelerden hale balıklar taşınıyor. Halin salonuna taşınan kasalardan balıklar çıkarılıp satışa sunuluyor. Sunulan balıkların başına insanlar üşüşüyor. Yılların balıkçısı Cahit Uygun ile kentteki balıkçılık üzerine konuşuyoruz. Denizde balığın giderek yok olmaya başladığından dem vuruyor. Özellikle küçük teknelerle balıkçılık yapanların bu olumsuzluktan daha fazla etkilendiğini söylüyor.
“Bilinçsiz avlanma ve gırgırlar yüzünden bu koca denizde balığı bitirdiler. Küçük teknelerin avladıklarından ne olur ki. Asıl büyük teknelerin gırgırların yüzünden balık bitti. Gece bir çıkıyorlar her seferde iki yüz üç yüz ton balık çıkarıyorlar. Bu şekilde balık mı kalır denizde. Gerektiği gibi kontroller de yapılmıyor. Geleceğe bir şey bırakmıyorlar. Bir zamanlar lüferden hatta kofanalardan geçilmezdi. Şimdi çinekop bile bulmak zor.” Hale sabah gelen sekiz on kasa balığın balıktan bile sayılmadığını söylüyor Uygun. Bir zamanlar hal balıkla dolup taşarmış. Fakat şimdi kentin adıyla anılan sardalye bile zaman zaman azalıyormuş.
Kentin en önemli zanaatlardan bir diğeri de seramik ustalığı. Kıyıya yakın Fetvane Sokak’ta bulunan Yalı Han girişindeki küçük bir atölyenin vitrininde sergilenen seramikten yapılmış eserleri görünce atölye sahibiyle tanışıyorum. Ayşe Künelgin Gürkan ile Çanakkale seramiği ve yapımı üzerine sohbete başlayınca kentte bu işin asıl erbabının İsmail Bütün olduğunu öğreniyorum. İsmail Usta kentte yer alan birçok atölyede bağımsız olarak çalışıyormuş. Ona ulaşıp şu an çalışmakta olduğu başka bir atölyeye Gürkan ile gidiyoruz. Aynalı Çarşı’nın arkasında yer alan başka bir atölyede İsmail Usta’yı seramik yapımının torna aşamasını uygularken buluyoruz. İsmail Bütün kentte seramik denince akla gelen ilk isim. Çocukluktan bu yana seramik üretiminin her aşamasında bulunmuş ve babadan kalma mesleği sürdüren ender kişilerden olan İsmail Bütün ile seramik yapımı üzerine sohbet ediyoruz. Şimdilerde daha çok hediyelik eşya olarak üretilen seramikler geçmişte kullanım eşyası olarak yapılırmış.
“Bundan yaklaşık kırk elli yıl önce, şimdiki stadyumun yakınında, odunlu fırınların bulunduğu üretim yerleri vardı. Çam odunları yakılarak pişirilen seramikler daha ayrı bir kalitede çıkardı. Yalı Caddesi’nde, üretilen seramiğin sergilendiği, satışa sunulduğu dükkânlar vardı. Fırınlardan çıkan dumanın kentin havasını kirlettiği iddiasıyla fırınlar kaldırıldı. Ustaların çoğu sonradan açılan Çanakkale Seramik Fabrikası’nda çalışmaya başladı. Şimdi teknoloji iyi durumda. Hatta daha fazla olanak sağlıyor. Ama işin sırrı seramiğin odunlu fırınlarda duman altında pişmesidir.”
Bu sanatın eskisi gibi nitelikli şekilde devam edebilmesi için, aynı zamanda işin çıraklık döneminin küçük yaşlarda başlaması gerektiğini vurguluyor Bütün. Belediyenin ve üniversitedeki seramik bölümünün açtığı atölyelerde de ders veren Bütün, gerçek bir ustalık için küçük yaşlarda bu işin içinde olunması gerektiğini söylüyor.
Kentte geçmişten bugüne halkın en fazla zaman geçirdiği yer kordon boyu. Kordon halk için her zaman buluşma yeri olmuş. Bu gelenek de gayrimüslimlerden özellikle Musevilerden kalmış. Cumartesi öğlene kadar çalışan Museviler geri kalan zamanlarını kordonda geçirir, denize girer ve piknik yaparmış.
Zamanla bütün halk için kordon bekleme, buluşma ve zaman geçirme yeri haline gelmiş. Hele vapurlar, gemiler iskeleye yanaştığında veya iskeleden kalktığında kordon boyu bayram yerine dönermiş. Kente gelenleri bekleyenler, yolculuğa çıkanları uğurlayanlar, tanıdıkları olsun olmasın hemen herkes kordonda bir araya gelirmiş. Şimdi de kent insanının en fazla zaman geçirdiği yer kordondaki kahveler, çay bahçeleri, restoranlar oluyor. Feribot İskelesi’ne yakın bugünkü valilik binasının yanındaki Halk Bahçesi’nin de ayrı bir önemi var. Şimdi kamu alanı içinde yer alan bahçe 1840’lı yıllarda kıyıya yakın büyükçe bir konakta yaşayan Calvert Ailesi’ne aitmiş. Bahçe de konağın müştemilatındaymış. İngiliz Bahçesi olarak da bilinen, asırlık çınarların ve türlü bitkilerin bulunduğu bu büyük alan 1938’de kamulaştırılıp halkın o günden beri zaman geçirdiği yerin başında gelmiş. Halk Bahçesi’nden güneye doğru daha çok günümüze yakın modern mahalleler başlıyor. Feribot iskelesinin hemen solundaki genişçe alanda, Troia savaşlarını ele alan Troy filminde kullanılan tahta at heykeli meydanda sergileniyor. Film için yapılan bu ihtişamlı yapı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın girişimiyle 2004 yılında kente getirilip sergilenmiş.
Üniversite kurulduktan bu yana kente gelen öğrenciler için de en fazla tercih edilen mekânlar kordonda yer alıyor. Özellikle kıyıya paralel Yalı Caddesi ve bir üstteki Fetvane Sokak öğrencilerin, sanata ilgi duyanların zaman geçirdiği; kitapçıların, barların, eğlence mekânlarının bulunduğu bir merkez konumunda. Cumhuriyet Bulvarı’na doğru Yalı Caddesi ve Fetvane Sokağı birleşiyor. Bu iki sokağın kesiştiği yerde bulunan eski saat kulesi bir nevi buluşma yeri haline gelmiş. Fetvane Sokak adını bir zamanlar burada bulunan müftülük sokağından almış. Kent insanının sanata ilgisi ve kente gelen öğrenciler sokağın yapısını da belirlemiş.
Yine aynı sokakta yer alan Yalı Han’ın Çanakkale için ayrı bir önemi bulunuyor. Hemen hemen bütün sanat, edebiyat ve çeşitli etkinlikler için akla gelen ilk yer Yalı Han oluyor. Hanın bu işlevi şimdiki sahipleri olan Turhanlı Ailesi’nin katkıları ve özverileri sayesinde oluşmuş. Sanatla iç içe olan ailenin fertleri etkinlikler söz konusu olunca hanın kapılarını tereddütsüz açıyorlar. Mimar İsmail Erten’in yazılarından hareketle hanın, 1800’lü yıların sonlarında inşa edildiği anlaşılıyor.
Rum bir aileye ait olan hana daha sonra Girit göçmeni Hancı Mehmet Ağa ortak olmuş. Mübadele sonrası kentten ayrılmak zorunda kalan Rum ailenin hanı satması üzerine yapının mülkiyeti Hancı Mehmet Ağa ve ailesine geçmiş. Şimdi aileden kalan bu güzel yapının sürekliliğini Hasan Turhanlı sağlıyor. Ailenin sanata olan ilgisi ve entelektüelliği hanın kimliğini belirlemiş. Çanakkale’de Yalı Han deyince, kültürün, sanatın, sivil toplumun gelişmesinde etkili olacak hemen her etkinliğin merkezi olan yer akla geliyor.
Yalı Han’da karşılaştığım hanın müdavimlerinden olan Mustafa Önder ile han üzerine sohbet ediyoruz. Sivil şair denince akla gelen ve kendisi de aileden Çanakkaleli olan Ece Ayhan’ın yaşamının bir bölümünü sürdürdüğü kentte onun adına da her sene etkinlikler yapılıyor. Mustafa Önder ve arkadaşları “Ece Ayhan Sivil Girişimi” adıyla bir topluluk kurarak hem onun adına hem de başka sanatsal etkinlikler için çalışmalarda bulunuyorlar. Yalı Caddesi ve Fetvane Sokak arasında kalan ince ve dar sokağa da Ece Ayhan ismi verilmiş.
Huzurlu bir kent Çanakkale. Emeklilerin, kalabalıktan, gürültüden, stresten kaçan insanların sanatçıların, entelektüellerin, öğrencilerin yaşamak için seçtiği kentlerin başında geliyor. Her yıl kentte uluslararası nitelikte etkinlikler düzenleniyor. Yaklaşık elli yıldan beri uluslararası Troia Festivali, Homeros Bilim Kültür ve Sanat Günleri ve bunların dışında çeşitli etkinliklerle dolu dolu geçen bir kültür kenti Çanakkale. Savaşlarla anılan kentin karşılaştığım hemen hemen her insanı barışı ve birlikteliği vurgulayan bir imajla anılmak istiyor. Şimdi geçmişteki etnik ve kültürel renklilik yok belki ama genci ve yaşlısıyla, öğrencisi ve esnafıyla bir arada ve iç içe yaşayan halk barışın, hoşgörünün kenti olarak bilinmek istiyor.