Dalmaçya; Cennetten Bir Yer
Eşi benzeri olmayan kıyıların, yeşilden maviye dönen denizin, sayısız adanın, ortaçağ mimarisine sahip kentlerin yer aldığı bir bölge Dalmaçya. Adına daha önce Adriyatik Denizi anlatılarında sıklıkla denk gelmiştim. Yolculuk öncesi belleğimde oluşan çağrışımlarda korsan hikâyeleri, Venedik meselleri, denizden kuşatılan yüksek ve korunaklı surların yer aldığı sahneler canlanmıştı.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
Dalmaçya Kıyıları’nın başladığı Gruda’dan Dubrovnik’e doğru giderken solumda kalan Adriyatik Denizi ürkütücü sessizliğinde renkten renge giriyordu. Puslu havada yer yer görünüp kaybolan adalar, birazdan pusu dağıtacak yelkenli gemileri bekler gibiydi. Uzaktan eski bir kentin maketi gibi görünen Dubrovnik’e yaklaştıkça kenti saran surlar büyüyordu. Duyduklarımdan, okuduklarımdan da görkemli bir kent çıkmıştı karşıma.
Sabahın erken vakitleriydi. Kentteki sakinlik birkaç saate kalmaz bozulacaktı, biliyordum. Çünkü yaz mevsiminin ortasındaydık. Bu eski kent aynı zamanda Avrupa’nın en gözde tatil yerlerinden biri olma özelliğine sahipti. Sakinliği fırsat bilip kenti keşfetmeye başlamıştım. Surların dışında kalan Lapad Bölgesi’nden Stari Grad(Eski Şehir) olarak bilinen sur içine yöneldiğimde küçük bir köprüden sonra Pile Kapısı’na gelmiştim. Koca surların çevrelediği kentin iki ana kapısından birindeydim. Ortaçağ kentlerinde sıkça görünen kent yapısı daha girişte belli etmişti kendini. Ürkütücü bir girişe sahip kapının sur duvarlarıyla kesiştiği üst kısımdaki nişte elinde kentin temsili modelini tutan Aziz Blaise(Sveti Vlaho) heykeli yer alıyordu.
Ortaçağ kentlerine özgü koruyucu aziz kültü Dubrovnik’te de bulunuyordu. Koruyucu azizi temsil eden bu tarz heykeller kentin hemen her yerinde bulunur ve kentte yaşayan insanlar tarafından saygı görür. Hele Dubrovnik gibi tarihte ticaret merkezi olan ve stratejik bir öneme sahip kıyı kentleri sürekli tehdit ve tehlike altında olunca ruhani ağırlığı olan azizler kentin koruyucu simgeleri olurlar. Daha sonra kenti gezerken tanıştığım Maya Milovcic’in aktardığı rivayete göre Aziz Blaise’nin kentte hiç yaşamadığını ve esasen Kapadokyalı olduğunu öğrenmiştim. Rivayete göre Aziz Blaise 971 yılında Papaz Stojko’nun rüyasına girer ve ona yaklaşan tehlikeyi haber verir. Gruz ve Lokrum yakınlarında demirleyen ve görünüşte su takviyesi yaparmış gibi davranan ancak gerçekte şehrin savunma sistemini gözetleyen Venedik gemilerinin saldırıları konusunda papazı uyarır. Savunma için önlem alan kent tehlikeyi atlatır ve Aziz Blaise kentin koruyucu azizi olarak seçilir.
Sur duvarlarını geride bıraktıktan sonra doğuya doğru hafifçe daralarak uzayan Stradun Caddesi’ne geçtim. Caddenin sağında ve solunda yer alan yapılar surlara doğru basamak biçiminde yükseliyordu. Caddenin hemen sağında Napolili mimar Onofrio della Cava tarafından 15. yüzyılda yapılan, birbirinden farklı rölyeflerden oluşan on altı bölmeli Onofrio Çeşmesi yer alıyordu. Maya Milovcic, çeşmenin hemen yanından başlayan ve caddenin sağında kalan bölgede Roma İmparatorluğu zamanlarında Romalıların, sol tarafta kalan Fransisken Manastırı ile başlayan bölgede ise ağırlıklı olarak Hırvatların yaşadığından bahsediyordu. Hırvatistan’ın ve Dalmaçya’nın önemli kentleri arasında olan Dubrovnik 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Ragusa Cumhuriyeti olarak bilinirdi. Tam anlamıyla bir ticaret merkezi olan kent dönem dönem Venediklilerle rekabet edebilecek biçimde gelişmişti. Stradun Caddesi’nin sonunda yer alan Luza Meydanı ticaretin kalbinin attığı yerdi. Aziz Vloho Kilisesi’nin, Büyük Konsey Sarayı’nın, Ana Muhafız Binası’nın, Çan Kulesi’nin, Sponz Sarayı’nın bulunduğu meydana bakan surların ardındaki gümrük limanı hareketliliğin merkeziydi.
Günümüzde Dubrovnik’te denizaşırı ticaret yerini turizme bırakmış durumda. Luza Meydanı da tüccarların yerine kenti gezmeye gelen turistlerle dolup taşıyor. Ortaçağa özgü ızgara biçimli sokaklarda, merdivenli yokuşlarda ve kenti çevreleyen 2 km uzunluğundaki surlarda gün ortasındaki kalabalık yürümeyi bile zorlaştırabilecek çoklukta. Birbirine bitişik evler, dar sokaklar tarihte savunma ve güvenlik durumları düşünülerek yapılmış. En son 1991-1993 yılları arasında gerçekleşen Yugoslav-Sırp-Karadağ saldırıları sonrasında tahrip olan bu ortaçağ kenti savaş sonrası Unesco’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınarak geleneksel yapıya sadık kalınıp restore edilmiş. Caddeye bakan dükkânlar, sokaklarda yer alan küçük ve şirin revaklı oda görünümündeki yapılar, geçmişte evlerin girişi olma özelliğinin dışında, daha çok turistik eşyalar ve kente özel takı koleksiyonlarıyla bezenmiş.
Stradun Caddesi’ndeki kalabalıktan uzaklaşmak için kentin surlarını gözüme kestirdim. Ravelin Kalesi tarafından korunan kentin doğu kapısı Ploca Gate yönündeki girişten surlara çıkınca güneyde Adriyatik Denizi surların ardından gümüş bir tepsi gibi parlamaktaydı. Dubrovnik’e en yakın Lokrum Adası denizin ortasında yeşil bir ormanı andırıyordu. Tek yönlü sur güzergâhını takip edince panaromik bir görselliğe tanık oldum. Denize set çekilmiş gibi duran surların bitiminde kayalıklar başlıyordu. Kenti saran surların denize bakan duvarları arasındaki küçük çıkışlar da kayalıklara açılıyordu. Daha çok kent halkının bildiği bu gözden uzak sarp kayalıklarda denize giriliyor, manzaranın keyfi çıkarılıyordu.
Kenti daha yüksekten görebilmeye olanak sağlayan Srd Tepesi’ne teleferikle çıktığımda karşıma çıkan manzara karşısında donakaldım. Aşağıda bu sefer gerçekten eski bir kent maketi gibi duran Dubrovnik, karşımda ise Adriyatik Denizi kendini gösteriyordu. Batıya doğru kıyı boyunca uzayıp giden yolları, yine aynı yönde Mijet, Lastovo ve Korcula adalarıyla başlayan birbirine paralel irili ufaklı adaları seyre dalarken aklıma yazar G.Bernard Shaw’ın bu bölgeyle ilgili yaptığı ‘cennetten bir yer’ tasviri geliyordu.
Dubrovnik’ten başlayan Dalmaçya Kıyıları yolculuğuna devam ederken bir başka önemli kent Split’ten önce Makarska’da soluklandım. Kıyı kenti görünümündeki Makarska Dubrovnik’e göre daha sakin bir haldeydi. Küçük bir körfezde yer alan kent daha çok yerli turistlerin tercih ettiği bir kasaba görünümünde. Batıdan başlayan ve kenti hilal gibi içine alan yarımadanın uç yerinde bulunan heykel görülmeye değer. Elinde kentin temsili anahtarını bulunduran ihtişamlı Aziz Peter heykeli Makarska’nın koruyucu sembolü.
Makarska’dan devam edince Hırvatistan’ın Zagreb’ten sonra ikinci büyük kenti Split gelir. Tarihte Diocletianus’un Kenti olarak bilinen Split, Dalmaçya’nın en önemli merkezi durumunda. Bütün ulaşım yollarının kesiştiği Split Limanı’ndan kenti gezmeye başladım. Split’in Dalmaçya’nın en önemli merkezi olmasının sebebi tarihteki misyonuyla ilgili. Split kurulmadan önce kente yakın yerde bulunan Salona Liman Kenti tarihte Dalmaçya bölgesinin yönetim yeri olarak işlev görmüş. İmparator Diocletianus yaşlandıktan sonra hayatının geri kalan zamanını geçirmek için bir saray yaptırmak isteyince liman kenti Salona’nın elverişsizliği üzerine bugünkü Split’te karar kılmış. Sarayın güney kapısında kentin tarihine ve sosyal yapıya hâkim Stjepanka Marcic’le buluşup Split’i gezmeye başladık. Yarımada üzerine kurulu kentin eski merkezi olan sarayın kuzeyde Altın Kapı (Porta Aurea), doğuda Gümüş Kapı (Porta Argentea), batıda Demir Kapı (Porta Ferrea) ve güneyde Tunç Kapı (Porta Aenea) olmak üzere dört ana kapısı bulunuyor. Saray bölgesinde Diocletianus zamanından kalma yapıların yanında Roma Dönemi sonrası ve yakın zaman mimari yapıları da mevcut. Yine Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası olarak seçilen sarayın içinde dükkânlar, evler, restoranlar ve oteller yer alıyor.
Stjepanka Marcic, sarayın içindeki yapılarda üç binden fazla insanın yaşadığından bahsediyordu. Gerçekten de tarihi yapılar, evler hatta iki üç katlı apartmanlar ve oteller iç içe geçmiş durumda. Labirentleri andıran dar sokaklarda gezinirken yeşil panjurlu evler, binaların arasında saklı kalmış küçük meydanlar, meydanlardan yükselen müzik sesleri insanı Dalmaçya havasına sokuyor. Saray bölgesi çok sayıda tarihi yapılarla bezenmiş. Sveti Duje Katedrali’in bulunduğu Peristil Avlusu çevresinde yer alan yapıların başında Jüpiter Tapınağı, gotik mimarinin temsili olan ve günümüzde Şehir Müzesi olarak kullanılan Papaliç Sarayı yer alıyor. Şehir Müzesi’nde gezerken müzede sergilenen eşyalar, sanat eserleri, gotik mimari ve ortaçağ silahları insanı skolastik dönemlere götürüyordu. Küçük meydanlarda yer alan irili ufaklı heykellerin çoğu ise Split’in ünlü heykeltıraşı İvan Mestroviç’e ait. Ünlü heykeltıraşın kendi elleriyle 1931’de inşa ettiği hem atölye hem de konak olarak kullandığı ve İtalyan istilasına kadar iki üç yıl kalabildiği yapı ise Mestroviç Galerisi olarak işlev görmekte. Kentteki mimari yapılar özellikle engebeli ve dağlık bir yapıya sahip olan Brac Adası’ndan getirilen taşlardan yapılmış. Adanın ikizler olarak bilinen Bol ve Supetar isimli iki merkezi bulunuyor. Yaz boyunca turistlerin uğrak yeri olan adada bulunan yumuşak ve parlak taşlar nesiller boyu ünlü heykeltıraşların malzemesi olmuş.
Split aynı zamanda Dalmaçya Adaları’na açılan bir deniz yolu trafiğinin de merkezi durumunda. Split Limanı’ndan Dalmaçya Adaları’na ve deniz ulaşımı olan çevre ülkelere günde iki yüzün üstünde sefer düzenleniyor. Yüzlerce adanın yer aldığı Dalmaçya Bölgesi’nin en fazla rağbet gören adalarının başında Brac ve Hırvat kültürünün hâkim olduğu tatlı şaraplarıyla, zeytinyağı, kekik, lavanta üretimiyle bilinen Hvar Adası geliyor.
Dalmaçya Bölgesi adını bölgenin bilinen ilk sakinlerinden olan İlir Kabileleri’nden gelen Dalmatlar’dan almış. İlir Kabileleri’nin M.Ö. 4.yüzyılda Ardiyev adıyla Kral Argon ve Kraliçe Teuta idaresinde gerçekleştirdiği bir ittifak sonucunda oluşan yeni krallığın merkezi bu bölge olur. Roma İmparatorluğu’nun M.Ö. 3. yüzyılda krallığa karşı başlattığı savaşla beraber bölge imparatorluğun bir eyaleti haline gelir. Dalmatların savunduğu bölge yüz yıl süren savaş sonucunda imparatorluğa bağlanır ve bölge artık Dalmaçya ismiyle anılmaya başlar. Roma İmparatorluğu’ndan sonra zaman zaman Venedik hâkimiyetine giren bölgede bir süre Osmanlıların da hâkimiyeti görülür. Karlofça ve Pasarofça antlaşmalarından sonra bölge tekrar Venediklilere bırakılır. Bölgede yer alan yerleşim yerlerinde Venedik dokusuna tanık oldum. Mimari yapılar, sokaklar, kaleler ve surlarda bu dokuyu hissetmek mümkün.
Split’ten sonra Dalmaçya Kıyıları boyunca süren yolculuğumda kıyıya çok yakın olan ve köprüyle geçilebilen Trogir Adası’nda soluklandım. Takma adı “Taş Güzeli” olan adanın romanesk yapısı ve sakinliği göze çarpan ilk özelliği. Kıyıya paralel uzanan bu küçük adanın güneyine geldiğimde yine köprüyle bağlanan başka bir ada çıkmıştı karşıma. Hangisinin ada hangisinin anakara olduğunu gezerken insan unutuyor. Anakaraya yakın, nehirlerin üzerinden değil denizin üstünden köprülerle geçilen adalar Dalmaçya’ya özgüydü. Trogir Adası’na köprüyle bağlanan Ciovo Adası’nda küçük bir yat limanı bulunuyordu. Yat limanının hemen karşısında Trogir Adası’nın güney batısında yer alan Kamerlengo Kalesi küçük bir boğazı tutan burç misali ihtişamlı bir biçimde yükseliyordu. Adriyatik’te korunmuş en iyi Romanesk-Gotik mimarinin örneklerine sahip Trogir Adası’nda büyük bir tersane de yer alır. Yine de en büyük ekonomik geliri turizmden elde ediliyor.
Dalmaçya kıyılarının diğer bir önemli kenti olan Zadar’a giderken kıyıda yer alan Sibenik’i görünce kentin yapısı içine çekti beni. Körfezin dibinde, yüksek bir tepenin üstüne kurulu kalenin yamacından denize doğru inen kent gezdiğim diğer kentlerden farklıydı. Bu sefer labirentleri andıran sokaklar yükselip birbirini keserek kaleye doğru devam ediyordu. Yorucu ama keyifli bir yürüyüşten sonra nihayet kaleye vardım. Kente ve denize hâkim kaleden görünen adaların sayısı daha fazlaydı. Körfezi oluşturan anakaranın uzantıları bir yerde kesiliyor ve körfez kıvrımlı bir boğaz ile Adriyatik Denizi’ne bağlanıyordu. Denizin başladığı yerde ise yine irili ufaklı adalar ardı ardına sıralanıyordu. Su Ante Kanalı’yla denize bağlanan Sbenik Körfezi’ni Krka Irmağı ve kanal suları oluşturmuştu. Slovenya’dan doğup Hırvatistan’da Sibenik yakınlarında Adriyatik’e dökülen Krka Irmağı’nın iç kısımları aynı zamanda Krka Milli Parkı’dır. Şelalelerin, doğal havuzların yer aldığı park flora ve fauna açısından da çok zengin.
Zadar, Hırvatistan’ın Dalmaçya Kıyıları’nda bulunan Split’ten sonraki en büyük kenti. Güneyde Dubrovnik’le başlayan, Split, Sibenik’le devam eden yolculuğumun son noktası. Diğer Dalmaçya kentlerine göre Zadar’ın kent yapısı, saray içi, kale, sur yapılarından çok Roma İmparatorluğu’nun forum denilen mimari dokusuyla oluşmuş. Kent olarak Venedik etkisini de diğer kentlerden daha çok üzerinde taşıyan Zadar, geniş bir düzlükten oluşan yarımadaya kurulmuş. Tarihi yapılar kentin forum denilen merkezine yayılmış bir durumda. Dalmaçya Bölgesinde 915 yılında kurulan ilk Hırvat krallığına 12.yüzyılda Macarlar son verince bu sefer bölgenin yeni sahipleri ve Venedikliler arasında savaşlar başlamış. Macar Kralı Ladislaus 1409’da Zadar dâhil bölgeyi 100.000 Duka altını karşılığı Venediklilere satınca, bölgede İtalyan yaşam tarzı ve eserleri hâkim olmaya başlamış.
Kentin doğusunda yer alan küçük balıkçı teknelerinin barınağı durumundaki Fosa Körfezi’nin sonunda yer alan Kara Kapısı’nın üstündeki St Mark Aslanı Venedik sembollerinin en iyi örneklerinden. Kapıdan kente girildiğinde sağda kalan meydanda büyükçe beş kuyu yer alıyor. Kentin en eski parkı da Beş Kuyular Meydanı denilen bu alanda bulunuyor. Yüksek doğu duvarları ardından başlayan kent batıya doğru uzanan sokaklar ve sokakların kesiştiği meydanlarla bezenmiş. Kentin orta yeri sayılabilecek geniş alanda Roma Dönemi’nden kalma forum alanı eski eserlerle açık hava müzesi niteliği taşıyor. Meydanda göze ilk çarpan şey yuvarlak bir yapıya sahip Sveti Donat Kilisesi. Kenti gezerken bana eşlik eden Stjepan Felber kilisenin daha önce forum alanında bulunan kalıntılarla kurulduğunu ve temelsiz bir yapıda olduğunu anlatıyordu. Kilisenin hemen yanı başındaki sütun dikkatimi çekince sütunun üzerindeki oyukların zamanla doğal yollarla aşınmadan oluştuğunu düşündüm. Oysa Felber, sütunun utanç sütunu olduğunu, geçmişte suç işleyen kişilerin bu sütuna bağlanıp halka teşhir edildiğini anlatıyordu. Doğru ya ortaçağın katı kuralları bu bölgede de geçerliydi.
Meydandan uzaklaşmış kentin doğusunda bulunan Deniz Kapısı’ndan geçip uzun iskeleden sonra kıyıya varmıştık. Dalmaçya’da en fazla bilinen adalardan olan Paşman ve Ugljan adaları tam karşıda berrak bir halde seçilebiliyordu. Bu iki adayı birbirine bağlayan büyük bir köprü de uzaktan fark edilebiliyordu. Ugljan Adası’na geçerken Zadar’dan adanın bir parçası gibi görünen uzantının yine başka küçük bir ada olduğunu anladım. Kıyıya çok yakın olan adada eski bir manastır bulunuyordu. Ugljan Adası’nı Paşman Adası’na bağlayan köprü aynı zamanda seyir alanı gibiydi. Güneyde kalan Adriyatik Deniz’ini seyre dalarken ardı ardına sıralanan adalar ilizyon hissi uyandırıyordu. Adaların koyakları ve kayalıklarla çevrili korunaklı küçük plajlar dünyadan uzak cennet kıyılarını andırıyordu. Gerçekten de büyük bir alana sahip çorak bir yapıdan oluşan ve tuz üretim yeri olan Pag Adası’nı saymazsak neredeyse yüzlerce ada denizinin ortasına dağılmış ormanlar gibiydi. Akşama doğru Dalmaçya’nın bu iki önemli adasını geride bırakıp tekrar Zadar’a geçtim. Günbatımını kaçırmak olmazdı. Zadar’ın dünyada en güzel günbatımının izlendiği, denizin ve gökyüzünün tamamen kızıla boyandığı yerler arasında olduğu duymuştum.
Güneş, Dalmaçya Kıyıları’ndan geçip, Adriyatik Denizi üstünden batıya doğru yol alırken kıyıdaki insanların sayısı da giderek artıyordu. Peter Kresimir Sahili boyunca insanlar sahilin iskeleyle buluştuğu yarımadanın uç kısmına doğru ilerliyorlardı. Sahilin bu kısmında yakın zamanda yapılan iki önemli eser günbatımına ayrı bir keyif katıyordu. Kıyı zeminini oluşturan kesme taşlar bir yerde denize doğru mermer basamaklar halinde iniyordu. Deniz orguna ilk defa tanık olmanın heyecanını yaşıyordum. Basamakların altındaki ızgaralardan birbiriyle uyumlu sesler yükseliyor, dalgalar kıyıya vurdukça seslerin sayısı artıp farklı bir harmoni oluşuyordu. Hırvat mimar Nikola Basiç tarafından yapımı 2005 yılında tamamlanan eser aynı zamanda 2006 yılında Avrupa Halka Açık Mekân Tasarımı ve Şehircilik Projesi Ödülü’nü kazanmıştı. Deniz orgunun devamında ise karanlık çöktükçe etrafa ışık tayfları saçan daire biçiminde yaklaşık 30 m çapında zemini kaplayan başka bir tasarım yer alıyordu. Üç yüzden fazla cam zeminin ve ışıkların kullanıldığı ‘Greetin to the Sun’ adının verildiği bu eser yine mimar Basiç tarafından yapılmıştı.
Gün batarken güneşin geride bıraktığı mavilik giderek kızıla dönüyordu. Kızıl bir gökyüzünün altında Adriyatik Denizi daha bir sessizleşiyor Dalmaçya Kıyıları’ndaki adalar kızılın ve mavinin ortasında dalga orgundan yükselen harmoniye ayak uydurup yer değiştiriyor gibiydiler. Karanlık çöktükçe gökyüzünde kaybolan kızıllığın yerini sahilin zemininden yayılan ışık tayfları alıyordu. Bu görselliğe tanık olmak için gelen insanlar ışık tayfları üzerinde dans ediyorlardı. Geç bir gemi Dalmaçya Adaları’na yol alırken geride kalan dalgalar kıyıya vuruyor, deniz orgundan yükselen uğultular bir senfoni havasına dönüşüyordu. Romanesk bir coğrafyada başlayan yolculuğum romantik bir günbatımıyla son bulurken sahildeki ahengi geride bırakıp aslanlı kapıdan geçip Narodni Meydanı’ndaki kalabalığa karışıyordum.