İstanbul: Altın Yaldızlı Ebru

Pagan, Roma-Bizans ve Osmanlı-Türk İstanbul’unu yeniden ihtişamlı renklerine kavuşturacak ebru teknesinin suyuna, tarihi bireşimi dervişane bir edayla, usulüne uygun verilirse görülecektir ki aslında bir tane İstanbul var. Baştan beri olduğu gibi!

Yazı: İbrahim Baştuğ / Fotoğraflar: Sinan Çakmak, Tijen Burultay, Umut Kaçar

Osmanlı İstanbul’u ebruli bulutlara öykünüş serüvenidir-ebru ustasının göğe özenmesi gibi. Suya yazılmış bir öykü. Marmara’yla Karadeniz arasında bir aşağı bir yukarı, hem aşağı hem yukarı akan Boğaz ile tarihin her döneminde ilgi odağı olmuş doğal liman Haliç arasına konumlanmış bu ebru teknesinin zaman denen kâğıda emdirilmesi mimari dokunuşların yanı sıra isyanlar, yangınlar ve depremlerle de biçimlenir.

Her radikal dönüşümün çalkantılı sürecini ebru teknesinin suyunun değiştirilmesine benzetirsek, her çalkantıda bir tahtın devrilip başka bir tahtın kurulduğu İstanbul’un bahtına da birçok kez yıkılıp yeniden kurulmak düştü. Suyun yüzeyinde, görünürdeki renkli manzara görenleri albenisiyle büyülerken önceki manzaraların tortusu binyıllarca dibe çöktü-çöküyor…

© Sinan Çakmak – Deisis Sahnesi Mozaiği, Ayasofya Müzesi

Umberto Eco şöyle diyor İstanbul üzerine: “Bizans’ta mı, Konstantinopolis’te mi, yoksa İstanbul’da mı olduğumu bilemiyordum. Üç uygarlığı ve üç dönemi aynı anda kat ettiğim bir gezi yaptığımı fark ettim. Oysa üç ismi ve üç tarihi olan bu kent, aslında hâlâ aynıydı. Belki de surların arasında sakallı kilise babalarının yorgun düşene kadar teslisin sırrı, yani ‘bir şey’in nasıl hem ‘bir’ hem de ‘üç’ olabildiği üzerine tartışmalarının bir tesadüf olmadığını düşündüm.”

İstanbul’un bu üçlü kimliğini anlamak için onu var eden tarihsel sürece bir göz atmak kaçınılmaz oluyor. Osmanlı öncesi serüveninde de iki imparatorluğun başkentli olan İstanbul, başlangıçta sıradan bir Yunan kolonisiydi. Pagan kültürünün Hıristiyanlığa evrilmesine tanıklık eden kentin ilk büyük Hıristiyan imparatorluğunun ve uygarlığının merkezi olması yıldızının parlamasını ve çekim odağına dönüşmesini sağladı.

Arkeolojik araştırmalar ise İstanbul’un çok daha önceleri insanları çektiğini gösterdi. Marmaray, Metro projeleri kapsamında 2004’te başlatılan arkeolojik kazılarda Neolitik, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait mimari kalıntılarla 7 bin 600 adet taşınabilir kültür varlığı gün ışığına çıkartıldı. Kentin tarihine ışık tutan bütün bu nesneler arasında bir tanesi vardı ki İstanbul’un eski zamanlarından bir günde, bir insan tarafından yapılmış ve başka bir insana, İstanbullu bir hanımefendiye iyi dileklerle sunulmuştu. Bizans dönemine ait ahşap sandalet tabanı şu dramatik cümleyle yüzyıllar öncesinin insani duygularını günümüze taşıyordu: “Sağlıkla kullan hanımefendi, güzellikte ve mutlulukta olup giy.”

İstanbul’un 8 bin yıldır insanları kendine çekmesinde büyüleyici coğrafi konumu başat öğe olsa gerek. Byzantion’un Konstantinopolis’e; sıradan bir Yunan koloni kentinin Doğu Roma İmparatorluğu başkentine dönüşmesindeki belirleyici öğe! Septimius Severus (hd. 193-211) da 196 yılında yerle bir ettiği kentin büyüsüne kapılmış olmalı ki ona eskisinden daha görkemli bir görünüm kazandırdı. Birçok anıtsal yapıyla donattığı kente karısının adından esinle Antoninia dediyse de bu ad uzun ömürlü olamadı. Pek çoğunun kalıntıları günümüze ulaşmasa da yapımına onun döneminde başlanan Hipodrom ile Divan Yolu günümüz İstanbul’unda o günlerin anısını hâlâ yaşatıyor.

© Sinan Çakmak – Sarıyer sırtlarından Boğaziçi

Yeni Roma

Çok kısa ömürlü Antoninia adından sonra İstanbul’a tarihi boyunca en uzun süre taşıyacağı adı ve pırıltılı bahtı ise Doğu Roma İmparatoru Büyük Konstantin (I. Constantinus; hd. 306-337) verdi. Konstantin’in İstanbul’u “Yeni Roma” yapma gibi bir düşü vardı. Yeni surlarla Unkapanı’na kadar büyüttüğü kenti tıpkı Roma’daki gibi geniş meydanlar (forum) heykeller ve görkemli takların süslediği yollarla donattı. Yapımı sürse de daha sonra bitirilecek Hipodrom’un altındaki yamaçta Marmara Denizi’ne kadar uzanan “Büyük Saray”ı, “Kapitol”ü, “Senato”su, “Pretorio”su (Adalet Sarayı), “Kutlu Yol”u, “Forum”ları, “Milion”u ve yenilenen tapınaklarıyla Boğaz’ın girişinde yükselen yeni kentin adı artık Konstantinopolis’ti. Bahtıyla birlikte adı da değişmişti. İmparatorluğun her anlamda kalbi olan Konstantinopolis bundan böyle mesafelerin “sıfır noktası” sayılan Milyon Taşı’yla (Milion) da çıkılacak bütün yolların başlangıcıydı.

© Sinan Çakmak – Molla Zeyrek Camii

Büyük Konstantin’in Marmara Denizi’ni Karadeniz’e bağlayan Boğaz’ın başlangıcında yükselen tepelerde yaratmayı düşlediği “Yeni Roma” yüzyıllar sonra, 1874’te yolu buraya düşecek olan bir İtalyan gezginin, Edmondo de Amicis’in kaleminde ifadesini şu satırlarla bulacaktır: “Pangaltı tepesinden inip, kurumuş, küçük bir dere yatağını geçiyor, bir başka tepeye tırmanıyor ve başka bir mahalleye varıyoruz: Aya Dimitri. Buranın halkı hemen tamamen Rum’dur. Her tarafta kara gözlerle kartal gagası şeklinde ince uzun burunlar, patriklere benzeyen ihtiyarlar, atik çevik delikanlılar, saç örgüleri omuzlarına düşmüş kadınlar, tavuklarla domuzlarla altı üstüne gelmiş sokağın ortasında oynayan ve çın çın öten seslerle bağrışıp ahenkli sözlerle konuşan hilekâr suratlı haşarı oğlanlar görülüyor. Hepsi bir ağızdan ciyak ciyak bağırarak kaydırak oynayan bu çocuklara yaklaşıyoruz. Sekiz yaşlarında gösteren ve küçük fesini durmadan havaya fırlatarak Zito! Zito! (Yaşasın) diye bağıran en şeytan suratlısı birden bir kapının önünde oturan bir çocuğa dönerek bağırıyor: ‘Cecchino! Buttami la palla! (Cecchino! Bana topu at!)’ Çocuk hırsızı Çingeneler gibi kolundan yakalayıp soruyorum: ‘Sen İtalyan mısın?” “Hayır efendim, İstanbulluyum.” “Pekiyi İtalyanca konuşmayı kim öğretti sana?” “Annem tabii!” “Annen nerede?”

“Bu sırada, kucağında ufak bir oğlanla, güleç yüzlü bir kadının yaklaştığını gördüm; Pisalıymış, Livornolu bir taşçı ile evlenmiş; sekiz senedir İstanbul’da oturuyormuş ve kolundan tuttuğum çocuk onun oğluymuş. Bu kadıncağız başında tırtıllı bir taç, sırtında bir harmaniye olsaydı ve eski Romalılara benzeseydi, İtalya’yı gözümde ve gönlümde bundan daha iyi temsil edemezdi.”

© Umut Kaçar – Yerebatan Sarnıcı

Büyük Konstantin döneminin, İstanbul tarihi açısından bir özelliği de imparatorun Hıristiyanlığı 330 yılında devlet dini olarak kabul etmesiydi. Yapımı oğlunun dönemine kalsa da birinci Ayasofya, Konstantin zamanında tasarlanıyor. Konstantin’in mezarının da bulunduğu Haghios Apostoloi’nin yapımına 324’te başlanıyorsa da 370’te Havariyun (On İki Havari) Kilisesi adıyla tamamlanıyor.

Aynı imparatorun yönetim dönemine denk düşen bu dönüşüm, dinler ve uygarlıklar değişse de kutsal mekânların tarih boyunca işlevini devredişinin tipik bir göstergesi oluyor böylece-tıpkı limanlar gibi. İnsanlığın zihin coğrafyasında kutsallık imgesi tapınaklara, coğrafyanın limanlara sağladığına benzer bir “korunma” sağlıyor olsa gerek!

Konstantin’in 11 Mayıs 330 günü Antoninia’yı (Konstantinopolis) Roma İmparatorluğu’nun ikinci başkenti ilan etmesiyle Modern tarihçilerin sonradan “Bizans İmparatorluğu” diye tanımlayacağı süreç de başlamış oluyordu. (Roma İmparatorluğu 295’te Batı ve Doğu Roma olmak üzere resmen ikiye ayrıldı.) Adeta eşzamanlı olarak yeni bir başkent, yeni bir din ve yeni bir yaşam tarzının ilan edildiği bu tarihi an Konstantin Forumu’nda 40 gün süren şenliklerle kutlandı. Konstantinopolis’in bahtı bunu izleyen 400 yıl boyunca açık oldu; gösterişli yapıları ve bunları bezeyen sayısız heykelle Roma’yı aratmayacak bir görkeme kavuştu.

© Umut Kaçar – Örme Dikilitaş, Sultanahmet Meydanı

Aynı anda on arabanın yarışabildiği Hipodrom gösterilerin yanı sıra antik kültürün devamı niteliğindeki sportif etkinliklerle de Hıristiyan Konstantinopolis’inin gündelik yaşantısındaki yerini uzun süre korudu. Konstantin her ne kadar pagan inanışın yerine Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul ettiyse de geleneksel sanat anlayışının ve toplumsal göreneklerin değişmesi kolay olmuyordu. Saraylarda ve villalarda mitolojik olayları konu alan mozaikler eskiden olduğu gibi rağbet görüyordu; yanı sıra kiliselerde de Hz. İsa, Meryem Ana ve azizleri konu alan tasvirler hızla çoğaldı. Zamanla tıpkı pagan dönemdeki gibi tasvirler ve ikonlar tapınç nesnesine dönüştü. Ta ki İmparator III. Leon’un (hd. 717-741) 730’da çıkardığı fermanla figürlü tasvirleri yasaklanmasına kadar. Figürlü tasvirlerin kapatıldığı, silindiği, daha da kötüsü değiştirilerek orijinalliğinin bozulduğu ya da hepten yok edildiği, Roma tarihine “ikonoklazm” (ikon kırıcılık) olarak geçen bu dönem sadece 12 yıl sürdüyse de Konstantinopolis’in o zamana kadarki sanatsal birikimi üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu.

Çalkantılı Yıllar

Doğu Roma-Bizans İmparatorluğu sürecinde yüzyıllar boyu başkent olmanın görkemiyle ışıldayan, zenginlikte ve gösterişte Roma’yla yarışan şehir birkaç kez derinden sarsıldı. Bu önemli sarsılışlardan ilki 532’deki Nika Ayaklanması’ydı. On binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan ayaklanma kanlı biçimde bastırıldı ancak Büyük Saray, Ayasofya gibi birçok anıtsal yapıyla birlikte şehrin de yarısı yanmıştı. Kenti yeniden eski görkemine kavuşturan Iustinianus (hd. 527-565) ona Blakherna Sarayı, Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı gibi yeni yapılar armağan etti. II. Theodosius’un (hd. 408-450) eklemelerle uzattığı şehir surları Iustinianus döneminde daha da uzatılıp şehir büyütüldüyse de büyü bir kez bozulmuştu. Konstantinopolis izleyen beş yüzyıl boyunca görkemine neredeyse bir şey katamadığı durağan bir süreç yaşadı.

© Sinan Çakmak – Sarayburnu

Konstantinopolis’in ikinci büyük sarsılışı ise Haçlı Seferleri döneminde 1204-1261 yılları arasında yaşadığı Latin istilasıydı. Şehir bu istilayla din değilse de mezhep değiştiriyordu ama Büyük Konstantin dönemindeki gibi 40 gün süren şenliklerle değil; yağma ve katliamlarla! Şehir bütün süslerini ve zenginliğini yitirirken halkı da türlü eziyetler görüyordu. Latinlerin Konstantinopolis’te ilan ettiği Latin Katolik İmparatorluğu sürecinde şehir adeta soyuluyordu. Kiliselerden senato binalarına, saraylardan anıtlara her şey çökme noktasına gelmiş, Ayasofya başta birçok kilisedeki değerli ne varsa yağmalanmış; sokak, bina ve meydanları bezeyen anıtlarla heykellerin altın, gümüş, tunç ve başka metalleri eritilip paraya çevrilmiş ya da İtalya’ya yollanmıştı.

Konstantinopolis’in yağmalanan zenginliği, kuşatmaya katılıp savaşan Robert de Clari adlı Fransız şövalyenin anılarına şu satırlarla yansıdı: “Bütün ganimetin şehirdeki bir manastıra getirilmesi emri verildi; bu ganimeti muhafaza etmek için hacılar arasından on itibarlı şövalye ile dürüst oldukları bilinen on Venedikli seçildi. Altından gümüşten öyle fevkalade kap kacak, sırma işlemeli kumaş ve mücevher toplandı ki, şaşırtıcı bir şeydi bu. Dünya kuruldu kurulalı, ne İskender zamanında, ne Charlemagne devrinde, ne önce ne de sonra bu kadar büyük, bu kadar zarif, bu kadar fevkalade servet ne görülmüş ne alınmıştır. Kanaatimce, dünyadaki en zengin kırk şehirde Konstantinopolis’te bulunan bu servet bulunamaz. Rumlar dünya servetlerinin üçte ikisinin Konstantinopolis’te, üçte birinin de orada burada bulunduğunu öne sürüyorlar.”

© Umut Kaçar – Gotlar Sütunu, Gülhane Parkı

Bu sırada İznik’te bir Rum imparatorluğu (Nicaea İmparatorluğu) kuran Romalılar, ancak yarım yüzyıllık süreçte toparlanarak Konstantinopolis’i 1262’de kuşatıp Latin istilasına son verebildi. VIII. Mikhail Palaiologos (hd. 1259-1282) Ayasofya’da taç giyerek tekrar Roma İmparatorluğu’nu kurmuş oldu. Lakin şehir, Katolik Latinlerle Ortodoks Rumlar arasındaki bu boğazlaşmada kaybettiklerini bir daha yerine koyamadı. İlginçtir ki yaklaşık iki yüzyıl sonra Osmanlı kuşatmasına karşı Batı Roma’dan yardım isteyen İmparator XI. Konstantin’e (Constantinus Palaiologos, hd. 1449-1453) “Katolikliği kabul etmesi koşulu” öne sürülecekti.

İmparator Batı Roma’nın teklifini kabul etme eğilimindeydi ancak patrik muhtemelen Latin istilasının acı anısının etkisiyle buna şiddetle karşı çıkarak görevinden ayrıldı. Robert de Clari’nin tanıklığından biliyoruz ki Latinlerin yağmaladıkları arasında Hıristiyanlığın kutsal emanetleri de vardı: “Bu kilise (Sainte Chappelle, Nea Kilisesi) o kadar zengin, o kadar muhteşemdi ki, menteşeleri, sürgüleri ve buna benzer diğer kısımları demirden değil, gümüşten, sütunları akikten, somakiden veya fevkalade kıymetli taşlardandı. Döşemesi öyle düz, öyle parlak bir beyaz mermerdendi ki, billurdanmış gibi duruyordu. Bu kilisenin içinde fevkalade mukaddes emanetler bulundu: bacak kalınlığında ve yarım kulaç uzunluğunda hakiki salipten iki parça, Hz. İsa’nın böğrünü delen mızrağın demir ucu, elleriyle ayaklarına çakılan iki çivi, billurdan küçük bir şişe dolusu mukaddes kan, Golgotha (Calvarium) tepesine götürüldüğü zaman üstünden çıkarılan gömlek ve biz demiri kadar sivri deniz kamışlarından yapılarak başına geçirilen takdis olunmuş taç bulundu. Hz. Meryem’in elbiseleriyle Yahya Peygamber’in başı ve saymaktan aciz bulunduğum daha başka birçok mukaddes emanet buradaydı.” Hz. İsa’nın olduğuna inanılan kefenin de bu istilada kaybolduğunu yine Clari’nin anlatımından öğreniyoruz: “Blakherna’da Meryem Ana (Theotokoston Blakhernon) adında bir kilise vardı. İsa’nın kefeni muhafaza ediliyordu. Kefen her cuma günü dikeliyor ve içinde Hz. İsa’nın çehresi görülebiliyordu. Şehir zaptedildikten sonra bu kefenin ne olduğunu ne Rumlar ne de Fransızlar öğrenebildiler.”

© Umut Kaçar – Galata Kulesi ve Karaköy

Büyük Konstantin’in kurduğu “Yeni Roma”, son Doğu Roma-Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in 29 Mayıs 1453 günü Fatih Sultan Mehmed’e (hd. 1444-1446 ve 1451-1481) yenilmesiyle son buldu. Ama her son bir başlangıçtı aynı zamanda; coğrafi konumunun ve doğanın ona kazandırdığı büyülü güzelliğine binyılların bilgeliğini ve kültürel birikimini eklemiş bir ece kuşkusuz yeni bir tahtın kraliçesi, başşehri olacaktı… Öte yandan günümüzde Fatih Camii’nin son cemaat yerinin duvarındaki mermer yazıtta da ifadesini bulan, İstanbul’un fethine dair hadisteki kehanet de böylece gerçekleşmiş oluyordu: “İstanbul mutlaka fethedilecek. Ne mutlu onu fethedecek askere ve o askerin emirine.”

Stin polis’ten İstanbul’a

İstanbul adı, “stin polis”i (“kentte” demek) Türklerin “istin-bolin” biçiminde söylemesinden geliyor. Ona bu adı verenler belki de fetihten sonra Anadolu’dan getirilip ağırlıklı olarak Üsküdar ve Eyüp sırtlarında iskân edilen Türklerdi. Fetihten dört yıl sonra 1457’de Osmanlı başkenti unvanını Edirne’den alan kente imparatorluğun başta Rum ve Ermeniler olmak üzere başka kavimlerden devşirip yerleştirdiği halk da zamanla kentin bu yeni adını benimsemiş olmalı. Öte yandan Anadolu ve Rumeli’den getirilen çeşitli halklardan Ermenilerin Samatya’ya, Rumların Marmara kıyılarına ve Galata’ya yerleştirilmesi bu semtlerin günümüze ulaşan kültürel karakterini çok yakın zamana kadar belirledi. Fetihten sonra Konstantinopolis’in eski sakinlerine şehre dönüp evlerine sahip çıkmaları için süre tanınması; zorunlu iskâna tabi tutulanların yanı sıra istekli göçlerin de katkısıyla, düşüşü sırasında yaklaşık 40 bin olan Konstantinopolis’in nüfusunun, Fatih dönemi sonunda tarihçilerin genel kabulüyle 100 bine yaklaştığı düşünülürse İstinbolin’in çağı başlamış oluyordu. Suraiya Faroqhi’nin, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam – Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla adıyla Türkçeye çevrilen kitabında belirttiği gibi “16. yüzyılda da Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtı, Avrupa’nın ve Akdeniz yöresinin en büyük kenti haline geldi”…

© Tijen Burultay – Çiçek Pasajı, İstiklal Caddesi

Kentin fetihten sonra iskânına dair ilginç bir ayrıntı ise terk edilmiş evlere yerleşenlerden kira alınmasıydı! Faroqhi’den aktaralım: “Fethin ve muzaffer Osmanlı ordusunun üç gün süren yağmasının hemen ardından sultan kentin yeniden iskânı için önlemler almaya girişti. Kentin daha önceki sakinlerine geri dönmeleri ve evlerini yeniden elde edebilmeleri için süre tanındı. Bundan başka Anadolu’nun birçok kentinden belirli sayıda insanın İstanbul’a gelip yerleşmesi istendi. Hali vakti daha iyi olanlardan bazıları kendilerine kısa vadede ekonomik bakımdan zarar getirecek önlemlere zaman zaman karşı durdular. Kentteki terk edilmiş evlerin ne olacağı da anlaşmazlıklara yol açtı. Bunlar ilkin yeni gelenlere devredilmiş, ama daha sonra kendilerinden Ayasofya Camisi vakfına kira ödemeleri istenmişti.”

© Umut Kaçar – Fatih Camii

Osmanlı’nın kentteki ilk mimari etkinliği, kuşatmada tahrip olan sur duvarlarını onarıp Yedikule’yle güçlendirmesiydi. Kentte asıl mimari dönüşümü simgeleyecek anıtsal yapılar ise fetihten on yıl sonra yükselmeye başlar. Gerçi kiliseler camiye çevrilmiştir ama Ayasofya’ya bile camiye çevrildikten sonra eklenen ahşap minarelerin yangınlara kurban gittiği düşünülürse, bu dönüşümün kentin mimari dokusunda belirleyici bir etkisinin olmadığı anlaşılır.

Fetihten sonraki iskân faaliyeti sırasında, Fatih dönemi İstanbul’unun karakteristik iki semti olarak Türklerin iskân edildiği sur dışında gelişen Eyüp ile Tarihi Yarımada’ya karşı kıyıdan bakan Üsküdar’dı. Hz. Muhammed’in sancaktarı Ebu Eyyub El Ensari’nin 677-678 yıllarındaki Arap kuşatması sırasında öldüğü yer olduğu inanışıyla yapılan Eyüp Sultan Camii ve Türbesi (1458) ile Üsküdar’da Rum Mehmed Paşa Camii’nin (1470) bu iki semtin çekirdeğini oluşturduğu anlaşılıyor. Boğaz içindeki ilk toplu Türk yerleşmeleri de kuşatma sırasında yapılan Anadolu ve Rumeli Hisarlarının içinde ve Baltalimanı’nda kuruldu.

Öte yandan kendi sosyal alışkanlıkları ve özgürce yaşadıkları dini inanışlarıyla Osmanlı’nın gayrimüslim halkları da tarih boyunca varlığını sürdürürken İstanbul’un kozmopolit yapısına renk kattı. Bunda kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettikten sonra II. Gennadios’u patrik ilan etmesiyle gayrimüslimlerde uyandırdığı güven belirleyici olmuştu.

Ancak ortada bir gerçek vardı: İstanbul artık bir İslam imparatorluğu olan Osmanlı’nın payitahtıydı ve bu kültürün mimari anıtları şehirde yükselmeye başlamıştı. Doğan Kuban’ın deyişiyle “Konstantinopolis’i İstanbul’dan ayıran en büyük strüktürel özelliklerden biri” Bayezid (1501-1506), Şehzade (1543-1548) ve Süleymaniye (1550-1559) Külliyelerinin İstanbul dokusuna eklenmesiyle 16. yüzyılda ortaya çıkmış olsa da fetihten hemen sonra Ayasofya başta birçok kilise camiye çevrilmişti. Fetihten on yıl sonra temeli atılan Fatih Külliyesi’yle (1463-1470) de bu dönüşüm başlamıştı.

© Sinan Çakmak – Eyüp Sultan Camii

İstanbul’un mimari dokusunun değişmesindeki belirleyiciliğinin yanı sıra İslam kimliği kazanmasında önemli etkisi olan yapı topluluğu olarak külliyeler şehrin yeni mimari ve toplumsal dokusunun da ana ekseni oluyordu. Külliyeler çevresinde genişleyen, ağırlıklı olarak fetihte bulunan askerlerin, dönemin tanınmış şeyh ve hocalarının adlarıyla anılan mahallelerle de kentin İslami kimliği günbegün belirginleşiyordu. Külliyelerin, anıtsal etkisinin de katkısıyla kentin yeni aksının oluşmasında belirleyici etkisinin bir göstergesi de Fatih Külliyesi’nin çevresinde yoğunlaşan konut alanının Haliç yamaçlarına yayılması olsa gerek. Yanı sıra Fatih Külliyesi’nin, Havariyun Kilisesi’nin (324-370) yerine yapılmış olması da bu dönüşümün simgesel bir göstergesi olsa gerek! Bir adı da On İki Havari Kilisesi olan bu yapının, Konstantinopolis’in kurucusu Büyük Konstantin’in mezarını barındırdığı unutulmamalı.

İstanbul’un kilise hâkimiyetinden cami hâkimiyetine geçişi Edmondo de Amicis’in kaleminde ifadesini şöyle buluyor: “Hemen hemen bütün camiler Iustinianus bazilikası örnek alınarak yapılmıştır; hepsinin büyük kubbesi, onun altına yerleşmiş yarım kubbeleri, avluları, revakları vardır; bazıları Rum haçı şeklindedir. Fakat İslam dini her şeyin üstüne kendine mahsus rengini ve ışığını yaymıştır, öyle ki, bilinen bu şekiller, bilinmeyen bir dünyaya ait ufukların görülür gibi olduğu ve başka bir Tanrı’nın nefesinin hissedildiği yeni bir yapı manzarasındadır.”

Böylece, imaret de denen külliyeler şehrin yeni mimari üslubunun yanı sıra toplumsal dokusunu da belirliyordu. Sultan ve devletin ileri gelenleri (vezir, valide) tarafından kurulan külliyelerin işleyebilmesi için devlet arazilerinin bir bölümü ve kuran kişinin özel gelirleri vakıf olarak bağlanırdı. Külliye içinde ve dışında han, çarşı, fırın, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, salhane (mezbaha), bayramlaşma alanları ve pazaryerleri bir mahalle oluşumunun çekirdeğini meydana getirirken külliyeye de gelir sağlanıyordu.

© Umut Kaçar – Karaköy’den Haliç ve Süleymaniye Camii

Amicis’in eşsiz tasviriyle, “Bir dağın eteğine toplanmış gibi büyük mabedin etrafına toplanmış dev gibi ağaçların gölgelediği misafirperver ve hayırsever küçük bir şehir” görünümündeki külliyeler Yunan agorası gibi kentin merkezini oluşturmamakla birlikte eğitimden ibadete, konaklamadan ticarete gündelik yaşamın her alanında etkisi olan kurumlardı. Yine de her külliye adeta kendine yeten, kendi yağıyla kavrulan bir dünyaydı. Parasız eğitim verilen ve devlet memurlarının yetiştiği medrese ve beş-altı yaş grubu çocuklara kuran öğretilen sübyan (sıbyan) mektebi; günde iki kez pişen yemeğin külliye çalışanlarına, medrese öğrencilerine, yoksullara ve tabhaneye gelen konuklara (Kente gelen konukların ilk üç gün tabhanede ücretsiz konaklama ve hayvanlarını barındırma hakkı vardı.) dağıtıldığı aşhane; hastaların bakıldığı ve tıp eğitiminin uygulama alanı şifahane; matbaadan önce yazmaların, sonra kitapların korunup kullanıma sunulduğu kütüphane; haftada bir ücretsiz ilaç alınabilen kârhane-i maacin (eczane); zaman belirleme işlerinin ve bu işte kullanılan araç gerecin bakım onarımının yapıldığı muvakkithane ve daha başkaları… Külliye çevresinde de çeşitli arastalar ve atölyeler konumlanırdı. Ve nihayet külliyeyi yaptıran hayır sahibi bu dünyadan göçünce külliye içindeki caminin haziresine gömülürdü.

Konstantinopolis’i İstanbul yapan en özgün dokunuşlardan Süleymaniye Külliyesi, Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde dediği gibi sanki İstanbul’un dokuz asırlık nüfusunu bir araya getirir: “Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,/ Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi/ Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,/ Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.”

© Tijen Burultay – Sapphire AVM Seyir Terası’ndan İstanbul

Süleymaniye’nin görkeminin, modern şiirimizin bir başka değeri Nâzım Hikmet’te yarattığı etkiyi de anmadan geçmek olmaz: “Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, ‘Çarşambayı sel aldı’ türküsü, bir yağlığın kenarındaki ‘oya’, bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir. Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir.”

Mimar Sinan’ın evi, son dinlenme mekânı Süleymaniye, mimarının yer seçimindeki titizliği ve ustalığının göstergesi olarak Tarihi Yarımada’nın en yüksek tepelerinden birine, Haliç ve Boğaz’a egemen bir alana konumlanmasıyla da ayrıcalıklıdır. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi/ Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi”… Kubbeyi taşıyan dört ayağından üçünün Baalbek yıkıntılarından, Eski Saray’dan ve İskenderiye’den getirilmiş olması, dördüncüsünün ise Fatih’teki Kıztaşı olduğu rivayeti, ayrıca Hipodrom’un sütunlarını da bünyesinde barındırması onun gizli hazinelerinin yalnızca bir bölümü.

Pax turcica payitahtı

Osmanlı İstanbul’unun bu dönüşümü yaşarken pagan ve Hıristiyan geçmişinden getirdiği mirasa yüz çevirdiği düşünülmemeli. Aynı durumun Rumlar için de geçerli olduğu, İstanbul’da varlıklarını sürdürmeleri için özendirildikleri Fernand Braudel’in Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adlı kitabına şöyle yansır: “Türk fethi başlangıcında, doğal olarak boyun eğdirilen toplumların aleyhine olmak üzere gelişmiştir. Kosova savaşından sonra binlerce Sırp, Hristiyan alemine kadar uzanan pazarlarda köle olarak satılmış veya paralı asker olarak silah altına alınmış olmalıdırlar; fakat galip işin siyasal cephesini de ihmal etmemiştir. Bu, II. Mehmed’in 1453’ten itibaren İstanbul’a davet ettiği Rumlara tanıdığı ayrıcalıklarda görülmüştür. Türkiye sonunda, Yarımadanın bütün halklarının yerlerini aldıkları, galiple işbirliği yaparak ilginç bir şekilde şurada veya burada Bizans İmparatorluğu’nun ihtişamını yeniden ortaya çıkardıkları kadroları yaratmıştır. Bu fetih yeniden bir düzen, bir pax turcica kurmuştur. 1528’de ‘ülke emindir ve ne soygun haberi, ne de yol kesen haydut haberi alınmaktadır’ diye yazan bilinmeyen Fransız’a inanalım.”

© Tijen Burultay – Nostaljik Tramvay, Taksim Meydanı

Umberto Eco’nun, İstanbul’da fetihten sonra var olagelen kozmopolit kültürü “teslis” metaforuyla betimleyişini anımsayalım: “…yani ‘bir şey’in nasıl hem ‘bir’ hem de ‘üç’ olabildiği üzerine tartışmalarının bir tesadüf olmadığını”…

Şimdi Edmondo de Amicis’in İtalyanca konuşan çocukla karşılaştığı sahneye geri dönmenin tam zamanı. İtalyan seyyah, çocuğun annesine “Burada ne yapıyorsunuz” diye sorduktan sonra şunu da ekler: “İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz?” Cevabı seyyahın ifadesiyle aktaralım: “Ne mi düşünüyorum diye cevap verdi saf saf gülümseyerek! Bu öyle bir şehir ki… doğrusunu söylemem gerekirse, hep karnavalın son günüymüş gibi.”

Nedir, bu karnaval havası içindeki Osmanlı İstanbul’u, bu ebruli bulutlara öykünüş serüveni, suya yazılmış bir öyküdür. Öylesine bir suya yazılış öyküsüdür ki yangın gözetleme kulesi bile ahşaptır! O da 18. yüzyılın ortalarında yapılır. Yangın gözetleme kulesi olarak 1749’da yapılan ahşap Beyazıt (Serasker) Kulesi iki kez yanınca üçüncü kez II. Mahmud döneminde (1828) yapıldı. Bugünkü görünümüne 1990’lı yıllardaki restorasyonla kavuştu. Dar sokaklarda koşturan tulumbacıların, neredeyse ışık hızıyla yayılıp birkaç mahalleyi birden yutan yangınlar karşısındaki çaresizliği, eşine az rastlanır dramlardandır.

İstanbul seyyahlarının Galata ve Beyazıt Kulelerinden seyrine doyamadıkları İstanbul manzarası (Amicis bu seyri Paris, Madrid ve Sevilla’e üstün tutar) içindeki yapıların genel malzemesi ahşaptı. Matrakçı Nasuh’un 16. yüzyılda çizdiği minyatürüne de yansıdığı gibi sur duvarları ile anıtsal idari ya da dini yapılar dışındaki her şey tek, en fazla iki katlı ahşap yapılardan ibaretti. Bedestenler, çarşılarla birlikte yabancı elçilerin konuk edildiği han dahil hanlar ve kervansaraylar da ahşaptı. Yangının kentin en can yakıcı gerçeği oluşunun bir göstergesi de Galata Köprüsü’nden 1845’ten 1930’a kadar alınan geçiş ücretinden muaf olanlar arasında yangın söndürücülerin de bulunmasıdır.

© Umut Kaçar – Fatih Camii’nden İstanbul panoraması

İsyanlarda çıkan yangınlar da eklendiğinde İstanbul’da yaşamanın gerçekten de bir kazayla ansızın kıyametin kopacağı bir karnavalda yaşamaktan farkı yoktu. Bugün İstanbul’da eskiyi yad eden imgeleriyle ilk göze çarpan yapıların büyük bölümünün 19. yüzyıla tarihlenmesinde belirleyici öğe bazen aynı yıl içinde birkaçının yaşandığı yangınlardır. İstanbul’da eskiyi yad eden anıtsal yapıların önemli bir kümesi ise I. Dünya Savaşı’ndan önce gelişen yeni-klasik ve art-nouveau akımlarının etkisinde yapılan Arkeoloji Müzeleri, İstanbul Erkek Lisesi (Düyun-ı Umumiye Binası), Sağlık Bilimleri Üniversitesi (Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane); Büyük Postane, Defterhane, Vakıf Hanları’na ek olarak Akaretler, Bankalar Caddesi ve İstiklal Caddesi’ndeki 19. yüzyıl apartmanları…

Dervişin Düşü

Ünlü Fransız şair ve seyyah Gerard de Nerval Doğu’ya Yolculuk adlı kitabının İstanbul’u anlattığı bölümünde, İstanbul’un Avrupa başkentlerinden düzen ve temizlik bakımından henüz uzak oluşuna değindikten sonra, yol düzenlemesi ve yapı malzemesinin değiştirilmesine dair yakıcı gereksinime dikkat çeker: “İstanbul’un dağları ve Pera ile Üsküdar’ın yüksek tepelerinde düzgün sokaklar kurmak, her halde çok zor olsa gerek; ama, daha uygun bir yapı ve sokak döşemesi sistemi uygulanarak bu amaca varılabilir. Renkli evler, kurşun kubbeler, uzun minareler, şiir bakımından her zaman harika güzelliktedir. Ama yangının sık sık ziyaret ettiği bu yirmi bin ahşap ev; kumruların ağaçlar üzerinde dem çektiği, ama büyük fırtınaların toprağı yumuşattığı zamanlarda çakalların ölüleri mezardan çıkardıkları mezarlıklar, bütün bunlar Bizans madalyonunun tersidir ki, Lady Montague’nün o ustalıklı ve zarif anlatışlarından sonra bile, temizlenmek, parlatılmak ister.”

“Yangın var” nidasının, İstanbul’un gündelik yaşamından taşıp efsanesini kahvehanelerde kuşaktan kuşağa aktarılan halk hikâyelerinden kantolara, Karagöz oyunlarına taşıması da gösteriyor ki özellikle oryantalist Batılıların bir “düş perdesi” olarak tasavvur ettikleri, Doğu’nun yeni “Binbir Gece” mekânı İstanbul, tarihi boyunca alevin yakıcı dilinin tehdidiyle yaşadı.

Yeniçerilerden kurulma tulumbacıların yangınlar karşısındaki yetersizliği 19. yüzyılın ortalarında görülebildi ancak! “İstanbul’un bütün İslam kentleri gibi önemli bir özelliği ve zaafı, kent yönetiminin birkaç bürokrata dayanması, bağımsız olmamasıydı” der Doğan Kuban ve ekler: “Şehremaneti adı altında ilk kez 1855’te daha kapsamlı bir kent yönetimi kurulmuş ve İstanbul 14 belediye dairesine bölünmüştü.” Gerçi sokaklar dar olduğu için 1826’da yeniçerilerin yerini alan belediye tulumbacılarının da işi kolay değildi. Belki bunun da etkisiyle şehir sur dışına taşınıyor; yanan mahalleler terk ediliyordu. İstanbul’un renkleri gözle görülür biçimde solmaya başlamıştır artık!

“Osmanlı İstanbul’u imparatorlukla birlikte çökmüştür” diyen Doğan Kuban, bu yargısını sur içinin terk edilişine dayandırır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşama gücünün tükendiği yıllarda kentin Batı dünyasıyla ilişkiler kuran bölümlerinin gelişmesine karşın, tarihi çekirdeğin ve eski yerleşme bölgelerinin terk edilmiş bir görüntüsü vardır.”

© Sinan Çakmak – Karaköy Tüneli

Şu da var ki çağını yakalamak isteyen imparatorluğun ve başkentin ulaşım gereksinimi Topkapı Sarayı’nı bile etkilemiş; 1874’te açılan Edirne-İstanbul Demiryolu’na, sarayın yakın zaman önce büyük bir yangından etkilenen bölümleriyle birlikte Sirkeci ile Ahırkapı arasındaki sahil surları, kimi köşkler ve kasırlarla birlikte İncili Köşk kurban edilmişti. İlk buharlı geminin 1829’da bizzat padişah tarafından alınması, 1838’de buharlı gemi yapımına başlanması da ulaşıma deniz üzerinden çözüm aranmasının sonuçlarıydı. Karaköy ile Beyoğlu arasında 1871-74 yılları arasında açılan tünelle birlikte, kentin Sultan Abdülaziz (hd. 1861-1876) dönemindeki “çağını yakalama” hamlesinin ilk adımları atılmış oluyordu. Ancak devamını getirecek projelere onay verilmedi. Fransız mühendis Eugene Henry Gavand’ın Kumkapı-Beyazıt-Eminönü-Karaköy-Tophane-Dolmabahçe-Beşiktaş-Ortaköy güzergâhında planladığı raylı sisteme bir de Haliç’i köprüyle geçecek tünel projesi entegre edilmişti. Gavand’ın önerdiği ikinci bir hat daha vardı; bu da Haliç’i köprüyle geçerek Kilyos’a uzanıyordu.

Bunlardan başka 19. yüzyıl sonunda gerçekleşmemiş üç büyük ulaşım projesi daha dikkate değerdir: Yine bir Fransız mühendis olan Anodin’in 1900’de önerdiği Kandilli-Rumelihisarı ya da Sarayburnu-Üsküdar arasından geçerek Rumeli ve Anadolu demiryollarını birbirine bağlayacak köprüsü; aynı yıl hisarlar arasında yapılması düşünülen, “Hamidiye Köprüsü” adı verilecek köprü; ve bir Alman firmasının 1913’teki, Beyazıt’ı Şişli’ye bağlayacak tünel önerisi.

© Sinan Çakmak – Salacak’tan Kız Kulesi

Değişen dünyaya uyum çabası olarak Tanzimat’ın ilanıyla birlikte yeni bir yasa kabul edilerek statüsü değişen saray idaresinin Topkapı’dan Beşiktaş Sarayı’na taşınması da bu yıllara rastlar. Bu belki de antik dönemden beri şehrin ticaretini belirleyen limanlarının ve Haliç kıyılarının sanayileşme atılımı için de belirleyici olmasıyla ilgilidir. Beşiktaş hem Boğaz sahili boyunca, hem karada yükselen sırtlara doğru daha bakir ve yeşildir henüz.

İstanbul’un “kentsoylu” nabzının atmaya başladığı Galata yakası hızla gelişirken tarihi boyunca gayrimüslimleri ağırlayan Beyoğlu’yla birlikte artık “Batılılaşan” Türkleri de ağırlamaya başlıyordu. Toplumun üst tabakalarının sur içinden çekilmeye başlamasıyla Kadıköy, Harbiye, Şişli gibi semtlerin gözdeleşmesi Tarihi Yarımada’yı uzun bir terk edilmişliğe mahkûm ediyordu.

Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul; üç isim, üç imparatorluk başkenti… Doğu Roma kutsalı, İslam peygamberinin ümmetine müjdelediği mücevher, tarihinde görmediği ölçüde düşmüştü gözden. Kent 20. yüzyıl biterken şiirlere, şarkılara geçen “yedi tepe”siyle Tarihi Yarımada’yı talihiyle baş başa bırakıp kuzeye çekildi. Borsasıyla, bankalarıyla, basınıyla, sanayisiyle… Gösterişli gökdelenler, ışıltılı alışveriş merkezleri, akıllı evleriyle elektronik donanımlı siteler yeni bir yaşam biçimini öneriyor. Hatta peşi peşine ulaşım seçenekleri; metrolar, asma köprüler, sualtı tünelleriyle yeni İstanbul’un bir ayağı Anadolu yakasındaysa bir başka ayağı Trakya’ya doğru uzanıyor. İstanbul engellenemeyen nüfus artışına cevap verebilmek için “mega kent” tanımına da sığmayacak biçimde zorluyor sınırlarını.

Dünyanın iki büyük savaşla sarsılıp yeniden kurulduğu 20. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun da tarih sahnesinden çekilmesiyle başkentlik unvanını kaybedip kaderine terk edilen şehir, yoğun nüfus baskısının da etkisiyle denetimsiz yapılaşmanın gecekondularıyla kuşatıldı. Yüzyılın sonuna doğru tarihsel anıtlarının tozu alınmaya başladıysa da henüz görkemli tarihine yaraşır biçimde elden geçirildiği söylenemez. Ama başlamak bitirmenin yarısıdır.

İstanbul 1985’te UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dört ana bölüm olarak dahil edildi. Bunlar Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camii ve Topkapı Sarayı’nı içine alan Arkeolojik Park; Süleymaniye Camii ve çevresini içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camii ve çevresini içine alan Zeyrek Koruma Alanı ve Tarihi Surlar Koruma Alanı’nı kapsıyor.

© Sinan Çakmak – Sultan Ahmet Camii’nden Ayasofya

Gerard de Nerval “Türklerin bugün uyguladıkları evrensel hoşgörünün büyüklüğünü kavradım” dedikten sonra şu hikâyeyi aktarır: “Türklerin bildiğim en güzellerinden biri olan bir hikayesi var: Biri Türk, biri Arap, biri İranlı biri de Rum dört yol arkadaşı, birlikte ikindi kahvaltısı yapmak istemişler. Her biri on para vermiş. Ama ne satın alınacağını bilmek gerekiyormuş. Türk ‘Üzüm’ demiş; Arap ‘İneb’ demiş; İranlı ‘Engür’ demiş; Rum da ‘Stafilion’ demiş. Her biri, kendi zevkini ötekilerden üstün tutmak istediği için, neredeyse dövüşüyorlarmış; o sırada, bu dört dili de bilen bir derviş, bir üzüm satıcısını çağırmış ve o zaman, hepsi, istediklerinin üzüm olduğunu anlamışlar.”

Pagan, Roma-Bizans ve Osmanlı-Türk İstanbul’unu yeniden ihtişamlı renklerine kavuşturacak ebru teknesinin suyuna, tarihi bireşimi dervişane bir edayla, usulüne uygun verilirse görülecektir ki aslında bir tane İstanbul var. Baştan beri olduğu gibi! Belki Latin istilasında kaybettiği süsleri de ait oldukları yere döner. Kim bilir!