Svaneti; Taş Kuleler Diyarı


Bizi Gürcistan’ın Mestia kentine götüren eski minibüs ağır ağır, yolla birlikte döne döne ilerliyor. Ormanlarla kaplı dağlar dolduruyor manzarayı.
Yazı: Mustafa Kalaycı / Fotoğraflar: Servet Dilber
İnguri Nehri’nin sularının ovaya ulaştığı noktada nihayet ilk işaret ortaya çıkıyor. Bir taş kule! Gövdesi kalın, kafası küçük, şapkalı bir adam gibi dikiliyor. Dağlar dışında etrafta ondan daha iri bir nesne yok. Kule bize artık Yukarı Svaneti’ye girdiğimizi haber veriyor…Yol giderek daralıyor. Birkaç kilometre sonra Gürcistan’ın Rusya sınırını oluşturan yüksek dağların karlarıyla beslenen akarsuların kapatıldığı İnguri Barajı’nı görüyoruz. Yapımı neredeyse 30 yıl süren baraj, 271 metre yüksekliğindeki gövdesiyle dünyadaki sayılı örneklerden biri. İnguri Nehri’nin kuvvetli akışının ikiye ayırdığı vadi boyunca yamaçlara tutturulmuş gibi duran irili ufaklı köyler göze çarpıyor. Svaneti, eski çağlarda önce Kolha’nın, ardından Kolha’nın mirasçısı olan Lazika’nın (Egrisi) sınırları içinde bulunuyordu. İS 552’de Lazika Savaşı’nda Svanlar Perslerle karşı karşıya gelmişlerdi. Daha sonra Svaneti, Bizans ve Pers İmparatorluğu’nun Lazika topraklarını ele geçirme mücadelesine sahne oldu. İS 562’de savaşın sona ermesinin ardından tekrar Lazika’ın bir parçası olarak kaldı. Ardından Abhazya Prensliği, 11. yüzyılda da Kartli Krallığı içinde yer aldı. Svaneti, eristavi (prens) tarafından yönetilen “saeristavo” haline geldi. Gürcistan’a “altın çağı”nı yaşatan Kraliçe Tamar (1184-1213) döneminde Svaneti’de Hıristiyan kültürü hızla yayıldı. Svanlar için Tamar’ı tanrıça gibi görüyorlardı.
Gürcistan’ın kuzeyindeki dağlık Svaneti bölgesinde yaz mevsiminde olmamıza karşın sonbahar çoktan kendini hissettirmeye başlamış. Yol boyunca neredeyse hiç insana rastlamıyoruz. Sanki herkes dağların gölgesinde kısa süren yazın nimetlerini toplayabilmek için elini çabuk tutuyor. Mestia’ya yaklaşmanın heyecanı, aniden beliren Uşba Dağı’nın ikiz zirvelerini gördüğüm an sönükleşiyor. Dağcılığa başladığım yıllardan itibaren merak ettiğim 4 bin 700 metrelik Uşba bütün heybetiyle karşımda. Yaklaşık 1400 metre yükseklikteyiz. Dağ, yemyeşil çayırların ötesinden bir mızrak gibi dikiliyor. Midemde tuhaf bir sancı hissediyorum. Kıstığım gözlerimle üzerindekileri çizgileri, vadileri, kar yamaçlarını, dümdüz duvarlarını inceliyorum. Ulaşılması çok güç zirvesi ve piramidal şekli nedeniyle yüzyıllardır dağcıların önemli hedeflerinden biri olmuş Uşba…Sonunda Mestia’dayız; Svaneti’nin dağlık bölümünün, diğer bir deyişle Yukarı Svaneti’nin merkezi burası. Daracık yolların, derin vadilerin, insan görmeden yapılan uzun bir yolculuğun ardından kendimi adeta Orta Avrupa’da, Alpler’in eteklerine gelmiş gibi hissediyorum. Sokaklar sırt çantalı turistlerle dolu. Modern binalar, iyi tasarlanmış meydan, restoranlar, ana caddenin iki tarafına dizilmiş oteller ile dağ ve ormanın oluşturduğu benzersiz manzara karşılıyor bizi.
Mestia son yıllarda Kafkasya’nın en popüler turizm merkezlerinden birine dönüştü. Dünya Bankası’nın desteğiyle yapılan tesisler, havaalanı, ülkenin alçak bölgelerinden ulaşımı kolaylaştıran beton yollar, kayak merkezi, yürüyüş ve diğer doğa sporları için işaretlenen patikalar ilgiyi arttırıyor. Bir zamanlar haydut hikâyeleri ile ünlü bu dağlar o günleri çoktan geride bırakmış. Kentin her köşesi restore edilmiş, pansiyon olarak kullanılan evlerle dolu. Ama ben özellikle yüzlerce yıl öncesinden kalma, Svaneti bölgesine özgü taş kulelerden gözümü alamıyorum. Yaklaşık 20-30 metrelik gözcü kuleleri, yine aynı taştan yapılmış evlerin yanında yükseliyor. Bu mühendislik abideleri, yerleşime benzersiz bir görünüm veriyor. Bütün bu mimari çaba, insanoğlunun en derinde yatan hisleriyle ilgili: Güvenlik. Svanlar, düşmanı dışarıda tutmak, püskürtmek için böyle dikkat çekici yapılara imza atmış. Ama neden her uygarlıkta olduğu gibi herkesi içine alabilecek tek bir kale inşa etmemişler? Bu kulelere harcanan emek ve malzemenin yanında tek bir kale yapmak çok daha kolay sonuçta.