Kapıdağ Yarımadası

Kapıdağ Yarımadası’nın iç kısımlarında, sık ağaçlarla kaplı ormanlarında Kirazlı Manastır’ı arıyoruz. Burası, 1895’te inşa edilen, bugüne sadece yüksek duvarlarının kaldığı bir manastır. Yağmur sonrası kaygan ve çamurlu yolların yanı sıra hangi tarafı işaret ettiğine karar veremediğimiz tabelalar, çatallanan ve tabelasız yollar, birbirini tutmayan tarifler, çekmeyen telefonlar kaybolmamız için özenle tasarlanmış sanki.

Yazı: Alkım Doğan / Fotoğraf: Servet Dilber

Bir yerden sonra pes edip kendimizi arabadan dışarı atıyoruz. Servet, fotoğraf makinesiyle etrafta dolaşırken ben de araba motorunun susmasıyla birden iyice başkalaşan bu coğrafyanın patikalarından birine atıyorum kendimi. Ormanın sessiz görkeminde, ağaçların çatısından süzülen yumuşak güneş ışığıyla aydınlanan loş bir evrende yürüyorum. Uzun gövdeli ağaçlar, ağaçlara dolanan sarmaşıklar, yerleri kaplayan eğreltiotlarının arasında. Bir yerlerden su sesleri, yakınlardaki ince derelerin şırıltısı geliyor, kuşlar cıvıldıyor, ormanın küçük sürüngenleri bodur çalılıklarda kıpırdaşıyor. Her ormanın bir iç ezgisi olurmuş, biran Kapıdağ’ın o en mahrem seslerinin arasında gezinin benim için o anda başladığını hissediyorum.

Kapıdağ’a gelirken böyle kesif bir orman manzarası beklemiyordum oysa. Arabayla Bandırma’dan yarımadaya yaklaşırken, kıyıdaki asit fabrikasının etrafa hükmeden büyüklüğünün şaşkınlığını üzerimden attıktan sonra içimden “bir zeytin ülkesine geldik” demiştim. Erdek’e kadar, yolun iki yanında üzerinde Mayıs çiçekleriyle zeytinler sıralanıyordu. Bu gezi benim için Kapıdağ’ın Erdek ve zeytinlikler dışında sakladıklarını keşfetmek olacaktı.

Erdek: Bir Zamanların Gözdesi 

Erdek deyince çocukluk anılarından yaz rehavetiyle oturulan çay bahçeleri geliyor aklıma. “Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun,” diyor Bandırmalı yazar Mahir Ünsal Eriş. “Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi.”

Çay bahçeleri tadilatta olduğundan bunu yapamıyorum ama kıyısına küçük teknelerin yanaştığı güzel sahilinde durup 150 kulaçlık mesafesine rağmen uzak bir zamana ait gibi duran Zeytinliada’yı seyrediyorum. Burası Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi “yemek sofrası büyüklüğünde” olmasa da 170 metre uzunluğunda 50 metre genişliğinde bir adacık ve Erdek’e tarihini hatırlatan bir masal adası gibi orada öylece duruyor. 1950lerden önce üzerine ipler gerilerek uskumru çirozu kurutulan bir adayken daha sonra özel üyelere hizmet veren bir tatil merkezi olarak işlev görüyor. Ancak 2000 yılından sonra tekrar Erdek halkına açılıyor ve kazı çalışmaları başlatılıyor. Şu anda bir arkeopark olarak düzenleniyor.

Strabon Zeytinliada’dan “Kyzikosluların adasındaki güzel ormanlarla örülü Artake dağını ve hemen kıyıda aynı isimdeki dağın uzantısı denebilecek Artake adacığını işaret edelim” diye bahsediyor. Kaynaklar burada 4. yüzyıla tarihlenen bir Meryem Ana Kilisesi’nin ve şifalı sularıyla ünlü bir ayazmanın bulunduğunu gösteriyor. Kazılarda çıkarılan, mermerden oyulmuş yekpare vaftiz havuzunun, normalden büyük boyutlarından dolayı yetişkinleri vaftiz etmekte kullanıldığı düşünülüyor.

Strabon Kyzikos’tan ada olarak bahsediyor. Kapıdağı’nı anakara ile birleştiren berzahın (tombolo) ne zaman oluştuğu kesin olarak bilinmiyor. Antik dönemde üç büyük limanı olan ender kentlerden biri olan, üçte ikisi ovada yer alan Kyzikos’un geçmişinin izlerini sürmek, yağmalanmalara maruz kalması nedeniyle kolay olmuyor. Erdek’e 1946’de kaymakam olarak atanan Reşit Mazhar Ertüzün, Erdek ve Kapıdağı’nın geleceğinde önemli bir rol oynuyor. “Kaymakamlıkta işe başladığım günlerde Bandırma’ya giden şosenin göz alıcı beyazlığına şaşıp sebebini sormuştum. ‘Belkıs’ın mermerleri ile yapılmıştır da ondan,’ demişlerdi. Belkıs eski bir Kzikos şehri idi, yolun kenarında olduğu için alınıp kullanılıveren taşlar da bu şehrin canım binalarından sökülüp kırılan işlemeli mermerlerdi, sütunlardı, heykellerdi. Hadrianus Tapınağının içinde açılmış duran kapkara çukura gelince besbelli bir kireç ocağı idi, o eşsiz anıtı yüzyıllar boyu yiyip kemiren bir yara, bir kanserdi.“ Kaymakam, hemen kolları sıvayıp bu talan edilmiş arkeolojik alanların koruma altına alınması için çalışıyor. Bir yandan da bölgedekilerde tarihi eserlerle ilgili bir farkındalık yaratması arzusuyla bazı önemli arkeolojik eserlerin sergilendiği bir açık hava müzesi yaptırıyor. Daha sonra bu eserler Bandırma Müzesi’ne alınıyor.

Yarımada Turu

Batı yakasından başlayarak yarımadayı dolaşıyoruz. Erdek’e en yakın mahalle olan Ocaklar Kapıdağı’nın turizme en fazla açılmış köyü olduğundan artık doğal dokusunu yitirmiş. Gece hayatının çok renkli olduğu, yazın çevre şehirlerden buralara insanların akın ettiği söyleniyor. Ocaklar’da seksenlerin sahil kasabalarının havasını solumamak imkânsız. Çınar ağaçlarının gerisinde denize paralel yan yana dizilmiş en fazla iki üç katlı pansiyonlar, kafeler, restoranlar… Kuzeye giderken ayağımızın altına kırışıksız bir örtü gibi serilen denizin üzerinde midye çiftliklerine rastlıyoruz. Batımızda Marmara Denizi, doğumuzda üzerine rüzgâr santralleri serpiştirilmiş Kapıdağ tepeleri, kuzeye doğru ilerliyoruz. Diğer adaların siluetleri, güneş altında suya gömülmüş su yaratıkları gibi denizde beliriyor.

Narlı köyüne varıyoruz. Topluca öğle uykusuna yatmış gibi bir sessizliği var köyün. Çatısız bir kilise harabesine giriyoruz. Rumlardan sonra bir ara cami olarak kullanılan kilisenin yerlerini otlar bürümüş. Derken çiçeklerle donatılmış bir sokak avlusunda, kadınların çay sohbetine ortak oluyoruz. 1920lerde göçlerle gelen insanlara kucak açmış bu toprakların hikâyelerini öğrenmek istiyorum. Eşi Pomak kendisi yerli olan ev sahibi Hilmiye Bulun başlıyor anlatmaya: “Ben on altı yaşımda beyime kaçtım. Biz şu incirli bahçeye kadar gelirdik. Burası huduttu adeta, geçmezdik buradan buraya. Yerli mahallesiyle Pomak mahallesi ayrılmıştı. O sıralar on iki-on üç yaşındayım. Bizim çok hayvanımız vardı, hastalanıp dururlardı. Annem bana iki yumurta verirdi, ben de onları müstakbel kayınvalideme getirip okuturdum. Sonra annem nazar gitsin diye onu ineğin alnında kırıp sırtına sürerdi.”

Narlı, Kapıdağ’da göçle gelenlerle yerlilerin karıştığı ender köylerden biri. Oturan hanımlardan biri annesinin Giritli babasının Pomak olduğunu söylüyor. Yemeklerini, adetlerini öğrenmek istesem de akıllarına o anda pek bir şey gelmiyor. Derken köyde hala gelenekselliğini koruyan düğünleri anlatmaya başlıyorlar: “Köyün delikanlıları gelin alıcı olarak gelini karşılarlar, evin girişinde bayraklarla dikilip gelini beklerler, gelini oynatırlar. Ellerinde bira kasaları içe oynaya köyü dolaşırlar, bir de delikanlı parası alırlar.”

Narlı’nın sahilindeki sakinliği teknelerine bakım yapanların sesleri bölüyor. Balıkçı barınağında teknelerin pası dökülüyor, ağlar onarılıyor, boya yapılıyor. Etrafta tek tük oltayla balık tutanlar var. Deniz kıyısındaki işletmenin tabelasındaki “Aile çay bahçesi” ibaresi gözüme ilişiyor. Sahilde koşturan çocukları, çay bahçesi sandalyelerinde uzayan yaz ikindilerini hayal ediyorum.

Güneş alçalmaya başlarken İlhan köyüne doğru ilerliyoruz. Köy kahvesinin serinliğinde oturup oradakilerle laflıyoruz. Domuz avı hikâyeleri anlatılıyor bir süre. Ardından Yavuz Baycan yarımadaya 1923’te gelen ailesinden bahsediyor. “Erdek’i beğenmemişler, küçük bulmuşlar o vakitte, o yüzden buraya gelmişler.” Kendisinin Rumca, Pomakca, Yugoslavca bildiğini söylüyor. Balıkçılıktan konuşuyoruz biraz. “Burada 60lara kadar sinarit vardı, şimdi nadiren çıkıyor. Levrek, karagöz de boldu. Pancar motoru herkesi balıkçı yaptı. Kabuklu midye alıp Avrupa’ya ihraç ettiler, teşvik almak için. Şimdi mesela deniz patlıcanı var. Burada çok çıkar, iyi bir gelir kapısıdır. Türkiye’de yenmediğinden Japonya’ya Çin’e ihraç ediliyor.”

İlhan’dan çıkıp bereketli ve sulak Büyükova’nın yanından geçerek kuzeye doğru ilerliyoruz. Yamaçlar dikleşiyor, ormanlar sıklaşıyor. Doğanlar köyü sırtını Kapıdağ’ın kuzey yamaçlarına yaslamış, ıssız ve korunaklı bir koyu var. Aynı öğle uykusu sessizliği bu köyde de bizi buluyor. Yarımada’nın en çok yapılaşmış olduğunu düşündüğüm Turanlar Köyü’nden geçerek dağların arasındaki yoldan tekrar Erdek’e dönüyoruz. Tepelerden inerken yukarıdan sahil şeridi boyunca yanan ışıklarıyla Ocaklar içinde dolaşırken hissettiğimizden daha büyük bir kent gibi görünüyor. Erdek’in günbatımı sonrasındaki mavi saatlerini yakalıyoruz. Gökyüzünün değişen renkleriyle Erdek bu vakitlerde bambaşka bir yere dönüşüyor.

Ertesi gün yarımadanın doğu kıyısını geziyoruz. Sol yanımızda Kapıdağ’ın doğu sahilini göre göre Yukarıyapıcı’ya çıkıyoruz. Bandırma tarafında asit fabrikasının dumanları yükseliyor. Fabrika bu sakin coğrafyada yurdunu bulamamış tuhaf bir yaratık gibi görünüyor. Yol kenarında durup zeytinlikler arasındaki amfi tiyatro kalıntılarına yürüyoruz. Burası doğal bir yürüyüş patikası değil, tarlaların, zeytinliklerin arasından geçerek kendi kendimize bir yol bulmaya çalışıyoruz. Alt kısmı işlenmiş iri bazalt bloklardan, üst kısmı küçük taşlarla örülmüş amfi tiyatro ayağına varıyoruz en sonunda. Unutulmamak için direnen bir tarih var bu zeytinliklerin arasında.

Sahil köylerinden farklı bir yayla havasının gezindiği Yukarıyapıcı, komşusu Hamamlı gibi doğal malzemelerden yapılmış evleriyle hala köy karakterini yansıtıyor. Kahvesine oturuyoruz. Köydeki sessizlik ağıllardan gelen hayvan sesleriyle bölünüyor. Arada köyün daracık sokaklarından güdülen inekler, koyunlar geçiyor. Bir kamyonetin arkasına istiflenmiş süt güğümlerini görüyorum. Bu koca güğümleri taşıyan kamyonetler yarımadanın dört bir yanında sık sık karşımıza çıkıyor.

“Zeytinin işi bitmez,” diyor köyün esnaflarından Mehmet Yanar. Gübreyle başlar, ilaçlama, budama, sulama. Eylülde Ekimde alt zeytine (üstten düşen zeytinler) başlanır. On iki ay işi vardır.” Burada zeytinciliğin yanı sıra besi tavukçuluğu da yapılıyor. “Haziranda ıhlamur, ekim ayında kestane, aralık ocak arası fıstık çamı işine girilir.” Orada öğreniyorum ıhlamur ağacına çıkmanın büyük bir maharet gerektirdiğini. Uzun gövdeli, yüksek bir ağaç olduğundan herkes kolay kolay ıhlamur toplayamıyormuş. Kahvede oturanlardan 60lı yaşlarında bir beyi göstererek, “bak o iyi çıkar ıhlamura” diyorlar. “Yok, o eskidendi,” diyor. Ihlamur çayına ayva, elma, hatta muşmula yaprağı konularak hazırlanan bir içecekten bahsediyor Mehmet Yanar. “Domuz sıkısı deriz biz, vitamin deposu anlamında.” Derken asit fabrikasından laf açılıyor. “O büyük derdimiz bizim. Kimi zaman rüzgârla kötü kokuları buraya kadar geliyor. Kapasitesi artırıldı fabrikanın, bir yıl içinde ek yapılar yapıldı. Erdek Körfezi yok ediliyor.”

Yukarıyapıcı’dan orman yollarına sapıyoruz. Kestane ve fındık ağaçlarının çatısı altında ilerliyoruz. Ballıpınar köyüne yaklaşırken tarlalar başlıyor. Burası kırmızı soğanıyla bilinen bir köy. Soğan fideleri başlarını uzatmış, daldaki kirazların rengi kırmızıya dönmüş. Bir patates tarlasında çalışan Nezahat ve Necati Çakır çiftine rastlıyoruz. Necati Bey, geçen yıl Ağustos ayında Kirazlı Manastır’da ayin yapan Fener Rum Patriği Bartholomeos’un korumalığını üstlenmiş. Şimdi tarlasıyla uğraşıyor, arada 30 kişilik balıkçı teknelerinde aşçılık yapıyor. Göçle gelenlerin buralara getirdiği bitki kültürüne ait bir şeyler öğrenmek umuduyla ona bölgedeki otları soruyorum. “Iştır otu, ısırgan otu, labada, gelincik otu (gelinciğin kışın çiçek açmamış hali) gibi otlarla börek yapılır. Soğanla kavrulup ıspanak gibi yemekte de kullanılır. Derenin içinde büyüyen bazı otlar vardır, onlardan çok güzel salata olur. Aslında hiç görmeden elinizle şöyle bir tutam ot yolsanız ondan bile yemek olur. Zehirli ot yok burada.”

Ballıpınar’ın girişinde ahşap direklerden yapılmış soğan çardakları dizilmiş. Topraktan çıkarılan kırmızı soğanlar buraya seriliyor, sapları kupkuru olana bekletiliyor. Ardından bağ yapılıyor. Ballıpınar’daki kilise kalıntısı da çatısız, metruk haliyle Narlı’daki kilise gibi boynu bükük. Bir ara cami olarak ardından da samanlık olarak kullanılmış, daha sonra koruma altına alınmış. Bir zamanlar çatıyı taşıyan büyük, ahşap hatıllar sahipsiz duruyorlar kilise içinde. “Bunları hep baltayla yontmuşlar nasıl yapmışlarsa. O zamanlarda makine filan yok. Bunlar da dövme çivi,” diyor Necati Bey. Papazın torunları kiliseyi ziyaret ediyorlarmış. Geldikleri gün oruç tutup giderken de bir parça toprak götürüyorlarmış yanlarında. Köyde gezerken çamaşır iplerine asılmış rengârenk patikler görüyoruz. “Meştine deriz biz,” diyor Necati Bey. Yazın evlenecek bir kızın çeyizine konulacağından yıkanıyormuş tek tek.

Yarımadanın doğusuna doğru ilerliyoruz. Batı yakasına göre daha alçak, yeşil tepeler, yumuşak eğimlerle denize iniyor, arada göz alıcı bakir koylar görünüyor. Esen rüzgarla burnumuza tepelerin üzerindeki sapsarı katırtırnağı (burada katırkuyruğu diyorlar) öbeklerinden güzel kokular geliyor. Eski adı Şahinburgaz olan Çayağzı yerleşimine varıyoruz. Köylerin eski isimleri kullanılıyor daha çok. Bir tek, çetin orman yolundan dolayı Şeytanköy ismini alan Ormanlı’nın yeni adı tercih ediliyor. Şahinburgaz’da, sahil kenarında, iğde ağaçlarının altında ağ onaran balıkçı Rıza Acar, “Çiftçilik bitti, yeni nesil hep balıkçı,” diyor. Eskiden köyün daha yukarıda olduğunu söylüyor. Tekneler asırlık bir çınar ağacına bağlanıyormuş. Rıza Acar’dan oranın bir türküsünü mırıldanıyor:

Şahinburgaz yurdumuzun en güzel bir yeridir

Yaşanacak yerleri çamlık tepeleridir

Köyümüzden görünür yüksek Çavlıtepesi

Bize umutlar verir akar Murat deresi.

Çavlı, Kapıdağ coğrafyasında dolaşırken panoramaya hâkim, yüksekliği 600 ila 800 metre arasında değişen tepelerinden biri. Yarımadanın en yüksek tepesi olan Dedebayırı (Kurtkaya) Tepesi. Ademkaya (Damkaya) ve Klapsi de diğer önemli tepelerinden. Hem bu yükselti farkları hem de Akdeniz ve Karadeniz iklim özelliklerinin görülmesi yarımadadaki bitki çeşitliliğine hizmet ediyor.

Yarımadanın doğu yakasındaki Çakıl’a girerken bir klarnet ve davul sesi duyuyoruz, ardından kendimizi bir düğünün içinde buluveriyoruz. Kadınlar geleneksel kıyafetlerini giymiş. Kadife şalvarlar, üzerinde cepkene benzeyen, kol uçları dantelli siyah “saya”lar (ferece) ve başlarında kenarları oyalı çemberler. Burası Selanik göçmenlerinin yerleştiği bir balıkçı köyü. Diğer köylerdekilere sorarsanız “Kapıdağ’ın, hatta Türkiye’nin en zengin köyü.” Aslında bunu bir tek kıyıya yanaşmış onlarca gırgır teknesinden, büyük teknelerden anlamak mümkün. Geline bir ara “varlıklı bir köymüş burası, öyle mi” diye soruyorum. İki kolunda dirseğine kadar sıralanmış altın bilezikleri göstererek “belli olmuyor mu?” diyor.

Yarımada turumuzun son köyü, yine balıkçılıkla geçinen Karşıyaka oluyor. Güzel sahiline rağmen çarpık yapılaşmadan mustarip bir yer. Kat yüksekliklerinin birbirini tutmadığı yoğun yerleşim insanda biraz klostrofobi hissi uyandırıyor. Bu yüksek duvarlardan birinde “Elveda mahallemin güzel insanları/ Sizleri çok seviyorum,” yazıyor. Bütün Kapıdağ köyleri askere gidenlerin içini döktüğü duvar yazılarıyla dolu.

Hadrianus Tapınağı’nda Günbatımı 

Akşam üzeri Hadrianus Tapınağı’nın kalıntılarının olduğu yere uğruyoruz. Günün son ışıkları, kim bilir kaçıncı kez bir zamanların göz alıcı tapınağının geride kalan mermer parçaları üzerine vuruyor. “Evvelce gemiciler dağların şekillerine bakarak adaları birbirinden ayırıyorlardı. Şimdi tapınağınız dağların yerine geçti. Şehriniz fenerlere ve işaret bayraklarına gerek kalmadan gemicilere yol gösteren tek şehirdir.” M.S.167 yılında filozof Aristeides tapınağın açılışında yaptığı konuşmada böyle der.

Etrafa saçılmış devasa sütun başları, akantus bezemeleri, aslan başları arasında gelincikler, kır çiçekleri yükseliyor. Eski Erdek kaymakamının anlattıklarına bakılacak olursa Hadrianus Tapınağı’ndaki kireç ocağını son işletenler arasında bulunan birisi: “Ocakta öyle heykeller yaktım ki çıplak kadınlar kireç olunca bile hala bana güler dururlardı,” der. Bu topraklardaki görkemli tarih yine de kaybolmamak için direniyor. Ormanlı’daki köy kilisesinde bulunan ve daha sonra Bergama Müzesi’ne kaldırılan 3 Kharitler kabartmasının altındaki yazıyı belki o zamanlardan asırlar sonrasına iletilen bir dilek gibi yorumlamak da mümkün: “Yolun Açık Olsun ve Beni Hatırla.”

Kapıdağ’daki bitki çeşitliliğini, biyolog Soner Oruç’un yürütücülüğünde “Geleneksel Bitki Bilgeliği” adı altında bir belgesel hazırlayarak sunmak isteyen, bunun için bir fon arayışında olan bir grupla tanışıyorum. Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Makedonya’dan gelen insanların bitki ve bitki toplayıcılığı bilgisini bir kültürel zenginlik olarak görüp belgelemek istiyorlar. Aşırı yapılaşmanın, kimyevi gübre ve bor ve sülfürik asit fabrikalarının, tarım ilaçlarının, tek tipe dayalı (fıstık çamı) dikimlerin bölgenin doğal ekosistemini tehdit ettiğini vurguluyorlar. Kapıdağ’ın geniş yapraklı orman topluluklarından Batı Anadolu meşelerini, kayın, ıhlamur ve kestane ağaçlarını ve doğal pırnal meşeleri maki topluluklarını barındıran; Akdeniz, Avrupa-Sibirya ve İran-Turan bitki coğrafyalarının her üçünü de içeren Türkiye’nin yegâne doğal alanlarından biri olduğunu öğreniyorum.

Kapıdağ Yarımadası’ndaki gezinin sonunda sadece çay bahçelerinin sıralandığı Erdek’ten ve bakir koyları olan bir zeytin ülkesinden ayrılmadığımı biliyorum. Kirazlı Manastır’ı ararken kucağına düşüverdiğim o büyülü ormanları; bitkilerle yazılmış bir kültür mirasını; bir zamanlar yok sayılmış olsa da asırlar öncesinin görkemli tarihini de arkamda bırakıyorum. Aklımda en çok zeytinliklerin, fundalıkların ve etrafını sarmış otların arasında, aldığı yaralara rağmen köklerini derinlere salmış yüce bir çınar gibi yaşamaya devam eden amfi tiyatro ayağı kalıyor.

-Yazıda Bergama Müzesi kütüphanesinden alınan Reşit Mazhar Ertüzün’ün “Kapıdağ Yarımadası ve Çevresindeki Adalar” ve Arkeolojisi ve Yakın Geçmişi ile Erdek” adlı kitaplarından faydalanılmıştır.