Hakkâri; Dağlar Kenti
Bir Mîr Seraceddin, iki Mîr İzzettin, üç Mîr İmadeddin diye kırka kadar mîrlerin isimlerini saymaya başladı Dengbêj Abdülkadir Kızılkaya. Odanın penceresini gören köşesinde oturmuş, görmeyen gözleri pencerede camın ardındaki Sümbül Dağı’nı izliyordu sanki.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Yusuf Aslan
Arada bir susup Kürtçe “belé”, yani evet deyip devam ediyordu kaldığı yerden. İçinde Urartuların, Asurların, Ermenilerin, Yahudilerin ve Kürtlerin geçtiği hikâyeler, dengbêjin dilinde hayat buluyordu. Anlamasam da o kadar güzel ve melodik konuşuyordu ki, bölmemek için aklıma gelen soruları soramıyordum. Hakkâri’nin sözlü tarihini ve hikâyelerini defalarca dinlemiş yeğeni Emrah Kızılkaya bile, ilk defa dinlercesine heyecanla tercüme ediyordu amcasının anlattıklarını. Ben Zap Suyu’nun acımasız hikâyelerine, dağlar kenti Hakkâri’nin hüzünlü ve zengin tarihine bırakmıştım kendimi.
Bir yol düşünün üzerinde ilerlerken gökyüzünü görmeniz mümkün olmayan ve bir su ki akarken kurban isteyen kendisine. “Ava Zê” yani “doğan” denir burada ona. Öyle anlatıyordu Dengbêj Kızılkaya. Zap Suyu’dur bu, her baharda kurban ister. Çünkü başka bir hayrı yoktur. Besleyecek toprak bulamayınca, dağların arasında, derin vadilerde her baharda dile gelir. Bahar gelince Yüksekova’dan Nehil Çayı’nı, Berwari ve Berçelan sularını oluşturan Erzîkî’yi, Cilo Buzulları’nın köpüklü sularını da alınca koynuna, acıkmıştır artık Zap. Kurban kimi zaman dalgın bir insan ya da tekinsiz bir hayvan olur. “Hep bir başına, yalnız ve özerkti Hakkâri” diye devam ediyor Kızılkaya. Bu çetin coğrafya bura insanından başkasına geçit vermezdi. Belki de yüzlerce yıllık hikâyelerdi bu anlatılanlar. “Bu zamanda bile kolay gelmek mümkün değil ki” diyesim geldi yolculuğumu düşünerek. Demek ki gördüğüm her dağın, ortasından geçtiğim her vadinin birer hikâyesi vardı. Dengbêj Kızılkaya kulaklarıyla tanık olmuştu tüm bunlara ve dinlediklerini düşleriyle bir edip sözlü tarihe dönüştürmüştü. “Tanıştığı adamın sesini unutmaz” dedi bir yerde yeğeni Emrah. Demek, bu yüzden sormuştu tekrar adımı evlerinden çıkarken. Bir dengbêjin, sözün gerçek sahibinin kılavuzluğunda başlamıştı Hakkâri’deki hikâyem.
Dengbêj Kızılkaya’nın evinden ayrıldıktan sonra evin bulunduğu mahalleye adını veren medreseye düşüyor ilkin yolum. Medresenin yanı başındaki bakkal dükkânında soluklanıyorum. Bakımsızlıktan ve ilgisizlikten terk edilmiş gibi görünen taş yapı Meydan Medresesi nelere şahit olmamış ki! Hakkâri’nin yerlisi olan dükkân sahibi Ali Değirmenci çok eski zamanları bilmese de medresenin cezaevi olarak kullanıldığı dönemleri hatırlıyor. Yapı cumhuriyet sonrası cezaevi olmuş. Kapısındaki kitabeye göre 1701’de Hakkâri mîrlerinden İbrahim Bey tarafından yaptırılan, dönemin bilginlerini, âlimlerini, şairlerini yetiştiren yapı kapalı bir kutu misali sessizliğe bürünmüş. Önceleri medresede din, edebiyat, tarih ve İslam hukuku alanında hizmetler verilmiş; Çölemerikli Şerefhan Bey ve Hakkârili Pertev Bey gibi Kürt şiiri ve edebiyatı alanında ünlenmiş çok sayıda kişi yetişmiş.
Sümbül Dağı’nı arkama alıp gözüm yükseklerde, dik yokuştan şimdiki Hakkâri kent merkezine doğru ilerliyorum. Önüme 100-200 metre yüksekliğinde bir tepe çıkıyor. Kuzey güney doğrultusunda yayılan bu küçük tepe yöre halkı tarafından Çölemerik Kalesi olarak biliniyor. Hakkâri önceleri bu kalenin etrafındaki yerleşimlerden oluşuyormuş. Dağların ortasındaki bu yalnız kentte iki kale var. Diğeri de Zap Suyu’nun güneye doğru açtığı derin vadinin sağında ve kentin güneyinde kalan Bay Kalesi. Bu iki kalenin mimarisi ve tarihi dokusu ile ilgili fazla bilgi edinmek mümkün değil. Bu güzelim yapılar bilinmezliği ile güvenlik birimlerinin elinde. Kentin hemen hemen bütün tepeleri gözetleme kuleleriyle dolu. Yaşanan sıkıntılı dönemden önce kalan anılar dışında halktan pek bir şey öğrenilemiyor. Kentin güneyine doğru Merzan mahallesine giden yolu takip ediyorum. Solumda şehrin birçok yerinde rastlanan küçük tepelerin dibinden, kuzeydeki Karadağ yamaçlarından inen Katramas Suyu akıyor. Yukarılara çıktıkça kente hâkim olan coğrafya adeta büyülüyor insanı.
Dağların ortasında, kendisi de bir dağ gibi duran Hakkâri’nin orta yerinde küçük caddelerin ve sokakların birleştiği tek bulvarda dönüp duruyorum. Caddenin her iki tarafında köy servisleri, ilçelere giden araçlar, cadde boyu dükkânlar sıralanmışlar. Beklediğimden daha kalabalık bir kentle karşılaşıyorum. Ailesi caddenin ilk esnaflarından olan Mustafa Taş’ın konuğu oluyorum ayaküstü. “Biz çarşının en eskilerindeniz” diye söze başlıyor. “Hatta vergi dairesindeki numaramız bile üçtür” diye gülerek sürdürüyor konuşmasını. Yılların yorgunluğu ve sıkıntılarıyla köyleri boşaltılmış halk şehre göç etmiş. İşsizlik ve alt yapı yetersizlikleri de eklenince nüfus bu daracık sokaklarda ve kenar mahallelerde yer bulmaya çalışmış. Bu küçük ve daracık bulvar volta atan gençlerle doldu. Eski Hakkâri’nin özlemiyle konuşan Mustafa Taş’ın, esasen, Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu olduğunu duyunca ilkin şaşırıyorum. Ama Hakkâri’de, çevre kentlere göre eğitim seviyesinin daha yüksek olduğunu çok geçmeden öğreniyorum.
Sohbetimiz “kırtlama” içilen çayla sürüp gidiyor. “Sosyoloji bile çözümleyemez bizim buraları, bu son 30 senede o kadar çok şey değişti ki” diye iç geçiriyor Mustafa Taş. Kent merkezi denilen yer eskiden, çoğunluğunu devlet kurumlarının oluşturduğu iki adımlık çarşıdan ibaretti. Banka, sağlık ocağı, postane, valilik binası ve bunların çevresine yayılmış az sayıda dükkân kent merkezini oluşturuyordu. Aklıma Ferid Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim romanında geçen kent tasviri geliyor. Büyük bir köy görünümünde ve “Hak Kenti” diye anlatılır. Şimdilerde ise insanların sayısı artmış, çarşıya yeni sokaklar eklenmiş, düzensiz ve alt yapısı yetersiz mahallelerle dolmuş dağların ortasındaki Hakkâri. Yine de değişmeyen bir şeyler kalmış. Her kentin kendine özgü bir ruhu vardır çünkü. Kimselerin bilmediği, kıyıda, köşede, sadece dağların sahiplendiği kent imgesi, insanı dünyadan uzak olma ve yalnızlık duygusuna itiyor.
Gün doğarken ışığı yarım yamalak alır Hakkâri kenti. Çünkü güneşin önünde ondan da büyük Sümbül Dağı vardır. Güneşin önünde ilkin karanlık görünür yamaçları. Sümbül Dağı’nı izliyorum günün ilk saatlerinde. Kuzeyde Berçelan Yaylası’na giden tepedeki yol uzaklardan seçilebiliyor. Kenti gezerken karşılaştığım hemen herkesin dilinde “Çölemerik” diye bir ifadeye tanık oluyorum. Yöre halkının dilinde kent merkezi Çölemerik diye biliniyor. Bunun sebebini kime sorsam birbirinden farklı, hatta zıt yanıtlar geliyor. Hakkârililerin çoğu “İhsan Hoca’yı bul, doğruyu bilirse o bilir” diyor.
Sözlü tarihin üstadı Dengbêj Kızılkaya’dan sonra yazılı tarihin bilinen ismi İhsan Çölemerikli’nin izini sürüyorum. Soyadının Çölemerikli oluşu daha da heyecanlandırıyor beni. Hakkâri’de doğup büyümüş ve yakın zamana kadar da burada yaşamış İhsan Çölemerikli’nin şimdi Van’da yaşadığını öğrenince bir süreliğine Hakkâri’den ayrılıyorum.
Van Kalesi’ne yakın evinde karşılıyor beni Çölemerikli. Misafirleri ağırladığı büyük odaya girince kendimi yöre tarihini anlatan bir zaman tünelinde hissediyorum. Yerdeki halıdan duvardaki tablolara, vitrindeki objelerden heykellere tüm nesneler yöre tarihinden. Sohbete başlarken hemen soyadından açıyorum sözü. Soyadını, kente olan sevgisinin sonucu olarak 1970’lerde değiştirdiğini söylüyor. Hakkâri kentindeki “Çölemerik” meselesine bağlıyor sonra konuşmasını: “Çölemerik kelime anlamı olarak ‘kanallı mera’ demektir. Kimi yerlerde çöl-mera kelimeleri ile anlam kurulup farklı açıklamalar yapılmıştır fakat kentin coğrafi yapısı bu bilgiyi kendiliğinden çürütüyor, merkezi de dağlık olan bir yer çöl olamaz.” Farklı etimolojik açıklamalardan sonra sonuca varıyor: “Kuzeydeki Karadağ yamaçlarından inen Katramas Çayı (Qetemasî-Balıksız Su) ile Berçelan çıkışlarından inen Sekavk ve Serînk derelerinin sularının akıtıldığı kanallar ve bu kanal sularıyla her an yeşil tutulan meralar bu isimde etkili olmuştur.”
Hakkâri kelimesinin etimolojik kökeninin “her-kariyan” ifadesine dayandığını söylüyor İhsan Çölemerikli. Her-kariyan güçlü, yapabilen, muktedir anlamlarına geliyor. Esasen Herkarî (Hakkâri) coğrafi bir bölgenin adı değil, o yöredeki yerleşik boyların adı. Yörede yaptığı araştırmalarla ilgili üç de kitabı olan Çölemerikli ile Hakkâri üzerine uzun süre sohbet ediyoruz. Aktardığı her bilgi, bölgede layıkıyla bir araştırma yapılamayışından dem vurup ince bir sitemle bitiyor. “Daha yakın zamanda, 1998’de Hakkâri il merkezinde yer alan, bugünkü Dağgöl Mahallesi’nde 13 adet ünlü Hakkâri steli bulundu” diye sitemini sürdürüyor. “Hakkâri bir açık hava müzesidir, kentin batısında yer alan Gevaruk ve Tirşin yaylalarında, kayalar üzerine kazınarak çizilmiş çok sayıda kaya resmi bulunmuştur. Öyle bir uygarlık merkezi konumunda olmuştur ki Hakkâri, Zagroslardaki uygarlıkların, Urartuların, Asurilerin tam ortasında yer almıştır; bir Hakkârili o dönemde sabah atına binip Berçelan üzerinden kuzeye açıldığında akşam Tuşpa’dadır, aynı Hakkârili atına binip Çukurca’dan güneye giderse akşam Ninovada’dır, yani iki büyük uygarlığın başkentleri arasındaki tek ildir.”
Belleğimde Çölemerikli’nin anlattıkları ile Hakkâri’ye tekrar yol alıyorum. Bu sefer Zap Suyu’nun açtığı derin vadilerde geçmişte yaşamış olan Asurilerin hikayeleri canlanıyor gözlerimin önünde. Çölemerikli’nin Hakkâri Suretleri kitabına göre Asurlar, Medler tarafından İÖ 612 yılında ortadan kaldırılınca Asuriler, Ninova, Kalhu ve Şarukin kentlerinden Hakkâri’nin Tîyar, Baz, Cilo taraflarına, dağlık kesimlere yerleşti. Papaz Nasturius’un İS 5. yüzyılda kurduğu ve adını ondan alan inancı bir milli mezhep olarak benimsediler ve sonrasında Nasturiler olarak anıldılar. Bu dağlık coğrafyada 200 köye ve 139 kiliseye sahiplerdi. Birçok kaynakta Doğu Süryanileri, Keldaniler olarak da anılan Nasturilerin merkez kilisesi sayılan ünlü Koçanis Kilisesi de Berçelan Platosu’nun doğu eteklerinde bulunuyor. Bakımsızlıktan harabe halde olan kilise Nasturiler için hac yeri görevi de görüyordu. Yaşam biçimi ve kültürel öğeler bakımından bölgede yaşamış Nasturiler, Ermeniler, Yahudiler ve Kürtlerle benzer özelliklere sahipti. Aşiretleri ve beylikleri ile ünlü Hakkâri’de yaşayan tüm uygarlıklar sosyal yapının birer parçası olageldi. Surma Hanım, Ninova’nın Yakarışı isimli kitabında Asuri kültürünü anlatırken Asurilerin Tiyyari, Txuma, Jilu (Cilo), Istazın, Baz ve Dêz (Dız) aşiretlerinden oluştuğunu dile getirir.
Dönem dönem yaşanan çatışmalar, siyasi değişimler ve göç yüzünden 1915’lerden sonra Nasturilerin, Ermenilerin ve Yahudilerin sayıları gittikçe azaldı. Kültürel zenginliğin yok olmasını düşününce Çölemerikli’nin sitemini daha iyi anlıyorum. Şimdi bu kültürlerden Kürtler yaşamakta Hakkâri’de. İki ana aşiret Ertuşîler ve Pinyanişîleri oluşturan irili ufaklı aşiretler varlığını hâlâ sürdürüyor. Bir zamanlar sürüleri on binlerle ölçülen köyler kayboluyor. Yöre halkı son dönemlerde yaşanan sıkıntılardan dolayı kendine özgü yaşam biçimlerinden giderek kopuyor.
Zap Suyu’nu bir daha geride bırakıp akşama doğru dağların ortasına, Hakkâri’ye kavuşuyorum. Kentin bilinen sessizliğini bozan müzik sesleri geliyor bir yerlerden. Sesi takip ediyorum bu sefer. Çevre yoluna doğru Sağlık Meslek Lisesi’nin yanındaki boş alana düğün kurmuşlar. Bir tarafta rengârenk fistanlarıyla kadınlar, diğer tarafta yerel kıyafetlerini, “Şal û Şepik”leri kuşanmış yaşlılar ve gençler yerleri dövesiye halay çekiyor. Damadın amcası Arif Özek “Buyur beyim, hoş geldin” deyip halaydan ayrılıp soluk alanların yanına götürüyor beni. Ardından ısrarla aç olup olmadığımı soruyor. Israrını çaya bağlayıp düğünü izliyorum. “Düğünler hep böyle mi olur burada” diye, soruyorum. “Daha bu bir şey değil beyim, sen son akşama yetiştin. Bizde düğünler üç gün sürer ve hep bu şekilde coşkulu geçer. Meydan hiçbir zaman boşalmaz, halay bitmez bizde. Yorulan çekilir başkası girer; kimi zaman da kimse yerini terk etmez ama halayın ritmi yavaşlar.”
Ardından aceleyle kalkıyor Arif Özek. Okul binasının yanındakilere Kürtçe bir şeyler söyleyip tekrar geliyor. Ardından müzik kesiliyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Meğer düğünler Hakkâri’de müziksiz olurmuş. Halay da dengbêjlere eşlik eden herkesin söylediği şarkılarla yapılırmış. “Asıl şimdi izle beyim düğünü, bak bizim gerçek düğünümüz budur” diyerek yanıma oturuyor Özek. Önce yaşlıların sonra da gençlerin düzen tutmasıyla başlıyor halay; 80-100 kişilik halayın bir tarafında yaşlılar başlıyor şarkıya, ardından diğer taraftakiler söylenenleri tekrarlıyor. Bölgeye özgü “Şêxanî” (Şeyhani) dedikleri halk oyunu oynanıyor. Ben, şaşkınlık içinde halayı izliyorum, bir taraftan da anlamaya çalışıyorum figürleri. Diğerlerinden farklı olarak bu halay sağdan sola, yani bilinenin tersine devam ediyor. Şêxanî, “şeyhlerce-şeyhlerin raksı, dansı” demek. Bilinenin tersine sağdan sola oynanmasının da ilginç bir sebebi var. Bölgede yaşamış olan Yezidiliğin kurucusu Şeyh Adi’nin (Hadi El-Hakkar) sandukası, Cizre ve Hasankeyf’ten gelen beylerin desteğiyle Hakkâri’de Yezidilere yapılan katliamın sonunda yakılır. Sağdan sola oynamanın da Yezidi müritleri tarafından bir tepki olarak doğduğu söylenir. Bu yüzden Şêxanî’de direnişçi bir ruh sergilenir, figürler de bir o kadar serttir.
“Edipler Diyarı” olarak da bilinen Hakkâri yöresinin medreselerinde, 14. ve 19. yüzyıllar arasında, bağımsız yaşamın ve özerkliğin de etkisiyle saygın kişilikler yetişti. Klasik Kürt Edebiyatı’nın merkezi de sayılan bölgede Ali Teremoki, Herirli Ali, Tayranlı Fakı, Bateli Mela, Şerefhan, Siyapuş, Abdulsamed Babi, ünlü aşk destanı ‘Mem û Zin’in yazarı Ehmedê Xanî gibi birçok önemli şahsiyet gelip geçti. Hakkâri’nin ilçesi Şemdinli’ye 17 kilometre uzaklıkta bulunan Nehrî köyü, 20. yüzyılın başlarına kadar ilim merkezi olarak bilinir. Hakkâri’ye göre daha yeşil ve ormanlık olan Şemdinli’de bu mistik hava şimdi bile fark edilebiliyor. Efkâr Dağları’nın çevresinden dolanan yolun devamında, yeşiller içinde bir coğrafyanın kenarından, kıyısından akan Pesan Çayı’nı izleyerek varılıyor Nehrî’ye. Çevreye göre daha düz olan köye girince, dönemin mîrlerinin, âlimlerinin, şeyhlerinin kaldığı ünlü Nehrî Kelatı (sarayı) gözüme ilişiyor. Yöredeki birçok eski yapı gibi Nehrî Kelatı da yarı harabe durumda. Köyün kuzeyindeki mezarlığa girip çıkan insanlar görüyorum. Yöre halkı tarafından sıkça ziyaret edilen mezarlıkta, dönemin bilinen âlimleri Seyyid Tâhâ-i Hakkâri, Seyyid Abdullah-ı Şemdini’ye ait türbeler de yer alıyor.
Hakkâri’nin üç ilçesi var: Yüksekova, Çukurca ve Şemdinli. Çukurca, kentin daha güneyinde. Şemdinli gibi biraz daha yeşil ve çukurluk. Bu yüksek coğrafyanın tek büyük düzlüğü Yüksekova. Düz olsa bile denizden yüksekliği 1950 metre olan ilçenin batısında, buzul gölleriyle bilinen Cilo Dağı ve Sat Dağları yükseliyor.
Nereye gitsem dağların heybeti ve dağları kesen vadiler boyunca akan suların sesiyle huşu buluyorum. Dağlar ve dağları saran yaylalar, meralar bu sularla hayat buluyor. Aynı zamanda zengin maden yatakları ile dolu dağlar. Balıyla, kilimiyle, ceviziyle meşhur Hakkâri, son zamanlarda gelişmeye başlayan kış sporları, yayla sporları, dağcılık, rafting için de çok elverişli. En nadide bitkiler ve çiçekler de dağları saran karların altında filizleniyor. Bunlardan en fazla bilineni dünyaca ünlü ters lale. Hakkâri’de ters lale çiçek açmaya başlarsa bahar gelmiş demektir. Ömrü kısa olan bu bitki 1500-2500 metre rakımda, karların arasından filizlenir; sarıya, kırmızıya, turuncuya döner ve kadife yumuşaklılığında olur. Her dalında bir çan gibi ters duran üç-sekiz arasında lale bulunur. Eskiler “ağlayan gelin”, “ağlayan lale” diye bilirlermiş onu. Genç kızların, kadınların ellerinde yüzyıllarca kilimlere desen olmuş.
Bir özlem biçimidir Hakkâri. Her yanında dilden dile aktarılan ve sonsuza dek sürecek mesellerin diyarıdır. Dengbêj Kızılkaya “Sen gerçek olmayan, hayali hikâyelere inanıyor musun” diye sormuştu bir yerde. Susmuştum önce. Sonra bu dağlar, vadiler, Zap Suyu gelince aklıma “inanıyorum” demiştim. Yeryüzünde, başka bir yerdeydim, masalların içinde. Hüzünlü bir ruhta, bilinmezlikte ve acılardan, sıkıntılardan bıkmış insanların sıcaklığında, misafirperverliğinde. Keşfedilme isteğinde, beklentisinde olan insanların özleminde geçen bir düş içindeydim…