Riga; Baltıkların İncisi

Kimine göre kuzeydeki Paris kimine göre Baltıkların incisi Riga. İlginç gelenekleri ve sürekli değişen tarihiyle türlü hikâyeleri içinde gizleyen kent…

Yazı ve Fotoğraf: Sinan Çakmak

“Peki, ama niye Baltıkların Paris’i?” diye üsteleyerek soruyorum Richard Baerug’a. Eski Kent’te parlamento binasının hemen karşısındaki Riga Kongre Bürosu’nda bulmuştum onu. Anlamaya çalışıyordum, ‘Baltıkların Paris’i Riga’ diye bahis ediliyordu her yerde. Niye daha büyük eski kentiyle Estonya’nın Tallinn’i değil veya uzun süre gerçek anlamda bağımsızlık görmüş Litvanya’nın Kaunas-Vilniüs’ü değil de Riga? Yoksa her ülke kendi başkentinin Baltıkların Paris’i olduğunu iddia ediyor mu?

İncisi! Baltıkların incisi olduğunu iddia ediyor her başkent kendisi için. Bu kesin. Ama ‘Paris’lik Riga’ya özgü. “Estonyalılar, Litvanyalılar ve hatta Ruslar bile bunu teslim ediyorlar” diyor Baerug. “Sovyetlerden ayrıldıklarında fakir, halkının karnını doyuramadıklarında bile ilk yatırımlarını en önemli gurur kaynakları opera binasının restorasyonuna ayırmıştı kent yönetimi”. Ama bu kentin eskiden beri var olan o statüsünü geri kazandırmaya yönelik bir hareketti. Yine de büyük destek görmüş olmasında kent halkının günlük yaşamlarında kültüre ayırdıkları yer, kozmopolitlikleri hakkında bir fikir veriyor. Ne de olsa bu kent dünyanın önemli baletlerinden Baryshnikov’u yetiştirmiş, Wagner’i Alman Tiyatrosu Müdürlüğü’nde görevlendirmiş, Lizst’ten Rubinstein’a zamanın en önemli müzik kişiliklerini ağırlamış. Bu saydıklarım da sadece müzik dünyasına ait ilk akla gelen önemli kişilikler, bunun diğer sanatlara tekabul eden temsilcileri de fazlasıyla mevcut olmuş.

Ülkesinin milli yazarı Anna Zigure’nin ‘Letonya’nın Toprağı ve Gökyüzü’ adlı eserinde Riga’ya gönderilen Norveçli İskandinav Konseyi Üyesinden bahis edilir. Sovyet dönemidir. İskandinav kültür temsilciliği göreviyle buradadır. Riga dışına çıkışı her yabancı gibi onun için de sınırlıdır. Hele bazı kentler tamamen yasaklanmıştır. Riga’ya 50 km. mesafede böyle bir kent olan Jelgava’ya girmeyi başarır. Bölgenin zengin tarihini merak etmekten başka bir sebebi yoktur bu maceraya atılmasında. Uğradığı kütüphanede ziyretçi defterine şu notu düşer: “Ümit ediyorum ki Jelgava’da bir Norveçlinin, Norveç’te de bir Jelgavalının özgürce dolaştığı günü göreceğiz!” Kongre binasında buluştuğum Richard Baerug’tur bu Norveçli. Riga’yı pekçok yerliden daha iyi tanıyor. Zaten şimdiki görevi de kenti ‘pazarlamak’.

Boynum tutulmuş her gördüğüm binaya ‘tamam bu işte’ diyerek bakıyorum. Biraz daha ilerledikçe ‘yok yok, bu olmalı’ diye devam ede ede Elizabetes Caddesi’nden Strelnieku Sokağı’na girip Alberta Sokağı’na varıyorum. Bu sefer şüphe götürür bir yanı yok, aradığım yer burası. Jugendstil mimarisinin kalbindeyim, etrafımdaki binalar mimari tarihinde şaşanın en gözde örnekleri.

Klasik sanatlara tepki olarak çıkan Art-Nouveau Almanya’da olduğu gibi Jugendstil adıyla tanınıyor Riga’da. Bu akım 19 yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında özellikle mimariyi etkilemeye başlamıştı. Sanatçılar özgürlük ihtiyaçlarını ortaya koymuş, mimarlık tarihinin ‘kreması’ binalar ortaya çıkmıştı. Bu sanatçılardan kent için en önemli olanı binaların yarısına yakınını tasarlayan Mikhail Eisenstein’dır. Oğlu Sergei Eisenstein ile ileride zıt düşecek, kendisi yaklaşan I. Dünya Savaşı’nda Berlin’e sığınacak, oğlu Jugendstil’e taban tabana zıt görülebilecek sosyalist propaganda filmleriyle büyük başarıya ulaşacak hatta kendisi Kızıl Ordu’ya katılacaktır. ‘Potemkin Zırhlısı’ film tarihinin en önemli ilklerinden biri sayılacak, baba-oğul kent tarihinin en önemli dönemecinde farklı safların temsilcileri olacaktır.

Abartılı gösterişiyle kentin her tarafında sanat kaygısı kendini mutlaka hatırlatıyor. Avrupa’nın özellikle Almanya ve Avusturya’nın pekçok yerinde de Jugendstil kasıp kavurmuş ama birinci ve ikinci dünya savaşlarından çıkamamıştı. Bu yıkıcılığı kente giren Almanlara sonra da Sovyetlere fazla direnmeyerek atlatabilmişti Riga. Merkezinin %40’ını oluşturan, 700’den fazla bina ile dünyada en fazla Jugendstil mimari örneğini burada bir arada görmek mümkün.

‘Milda’ Rigalıların kendi özgürlük anıtlarına gülümseyerek verdikleri isim. Bağımsızlık döneminde kent merkezine dikildi. Elinde üç yıldızı Letonya’nın üç bölgesini ve özgürlüklerini temsil ediyor. Çevresindeki geniş parktaki kanalda kanolarla, deniz bisikletleriyle gençler de çocuklar da eğleniyor. Aileler bebek arabalarıyla gölgeye sığınmış kitap okuyor, bebeklerini emziriyor. Depozitosu için şişe toplayarak geçinen birkaç yaşlı ellerinden torbalarını bırakmış, bankın üzerine yayılmış dertleşiyorlar. Bu arada Milda’yı koruyan iki asker saatte bir nöbet değişiyordu. Küçük bir kız elindeki çiçekleri götürüp anıtın önüne bırakıyor. “Milda’ya turizm acentecisi derdik Sovyetler Birliği zamanında” diyor yanımdaki bankta oturan kadın elimde fotoğraf makinesiyle görünce beni. “Çiçek bırakmak o zaman Sibirya’ya tek yol gidiş biletini garantiliyordu çünkü!” Özgürlük Anıtı’nın 50 yıllık Sovyet yönetimi boyunca niye kaldırılmadığı gerçekten de merak konusu. Belki de Letonyalıların bu heykele olan sevgilerinden dolayı çekiniyor, ona ‘Özgürlük Anıtı’ değil de ‘Milda’ demelerini kabul edebiliyorlardı.

Sovyetler Birliği dönemi herkesin zihninde oldukça taze hâlâ. Eski Kent merkezindeki ‘İşgal Müzesi’ de bu anıların unutulmasını önlemek amacıyla herkese ücretsiz olarak açık. Kurulduğu bina bile yeterince gönderme dolu. Binada Lenin’in fikirlerini ve devrimini koruyan kızıl muhafızların kahramanlıkları sergileniyormuş eskiden. Hâlâ önünde duran kocaman heykel de onlara adanmış. Artık Nazi ve Sovyet işgali tarihiyle, belgeleriyle ve daha ilginci tarihlerine uygun gündelik eşyalarıyla sergileniyor. Benim en ilgimi çeken kaldığım otelde daha ancak birkaç sene önce restorasyon sırasında bulunabilen KGB’nin döşediği dinleme tesisatı. Başarılı tasarımı ve sergilemesi sayesinde müze her an ziyaretçiyle dolu. İlginç olanı işgalin sorumluluğunu yüklenen Rusların da müzeyi büyük ilgiyle gezmesi.

Sovyetler Birliği, Riga’nın dâhil olduğu ikinci büyük birlikti. Her ne kadar ekonomiye dayalı olsa da Hansa birliği kentin katıldığı ilk önemli birlik sayılmalı. 1282’deki katılımı kenti baltıkların önemli ekonomi ve ticaret merkezlerinden biri olarak tescil etmiş ve gelişimine büyük katkı sağlamıştı. Psikoposlar, şövalyeler ve alman toprak ağaları tarafından yönetilen kent 1621’de İsveç’in kontrolüne geçmiş, 1700’lerin başında Büyük Kuzey Savaşları sırasında açlık ve veba salgını sonucu iyice zayıflamış ve nüfusu yarıya inmişti. Dünya savaşında Riga ön cephelerden birini oluşturuyordu bu sefer. Almanlar 1917’de kenti elegeçirmeden 200.000 işçi aileleriyle birlikte, fabrikaları da sökülerek, Rusya’nın iç kesimlerine tahliye edilmişti. Savaşın bitmesi Riga’nın çilesine son vermemiş, kent üç defa daha el değiştirmiş, ancak 1920’de bağımsız Letonya’nın başkenti olabilmişti.

Bağımsızlık 20 yıl sürdü. Stalin’in verdiği ültimatomla üç baltık cumhuriyeti de ‘kendi istekleriyle’ Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine katılmaya karar verdiler. Bu birlik 51 sene sürecekti. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Letonya tekrar bağımsızlığını elde etti. Daha sonra ise referandumla birlikte Letonya üçüncü defa bir birliğe, Avrupa Birliği’ne katılmaya karar verdi.

Milda, yüzünü Riga’nın merkezi ‘Eski kent’e dönüyor. Burası insanların alışverişe, gece eğlenmeye, müzelere, kiliselere geldikleri yer. Turistlerin Riga’sı. 1997’de UNESCO Dünya Mirası listesine dâhil edilen eski kent, Tallinn’i, Prag’ı andırıyor. Kentte ilk ziyaret edilen yer. St. Peters Kilisesi Kulesi kentin tamamının en iyi gözlenebileceği yer. 1746 yılında yapımı biten kulenin tepesindeki horoz rüzgar gülünün üzerine çıkılıp buradan aşağıya şarap şisesi atılması gerekir, böylece kırılan şişenin parçalarından kilisenin kaç sene ayakta duracağı hesaplanabilecektir. Bu zor görevi, zor çünkü yapıldığında dünyanın en yüksek ahşap kulesiydi, Johann Willburn adındaki işçi yapmayı kabul eder. Horozun üzerine çıkar şişeyi aşağıya atar, fakat şişe o sırada geçen saman dolu at arabasına düşer. Bu bir felakettir, çünkü şişe kırılmamıştır! Neyse ki bu hesap doğru çıkmaz. Kule 29 Haziran 1941 yılında St.Peter’s gününde Alman bombardımanı sonucu yanana kadar, arada bazı yangınlarla zarar görse de ayakta durur. Şimdi asansör ile çıkılabilen metal kule Sovyetler döneminde mimarlık müzesi olarak kullanıldığı için kiliseye orjinali model alınarak eklenmiş.

‘Bol bol su’ anlamına geliyor Daugava. Riga’nın ortasından geçen nehrin adı bu. Akan su boyunca kuleden izlemeye koyuluyorum: Stalinist mimarinin göz bebeği ‘Bilimler Akademisi’ binasını, Avrupa’nın en büyük pazarı Zeplin Hangarları’nı, Parlamento binasını ve geneliyle eski kentteki önemli yapıları haritadaki yerlerine oturtuyorum. Ama her tarafımdaki kiliseler yüzünden ufuk çizgisi devamlı deliniyor: Protestan, İngiliz Anglikan, Katolik, Rus Ortodoks, kentin farklı halkların buluşma noktası olduğunun göstergesi.

“Her Letonyalı şair doğar” diye yazmış Alman-Letonyalı tarihçi Johann Kohl 1841 yılında. “Burada herkes kendi başına şiirler yazıp şarkı söylüyor” diye de eklemiş. İngiliz yazar Anatol Lieven Letonyalıları kararsız bir millet olarak tasvir etmiş. Baltıklarla ilgili araştırmalarıyla bilinen Lieven’e göre “Kuzey komşularına da güney komşularına da aynı anda benziyorlar. Kendilerini hayal âleminde yaşayan ama sorunlara pratik çözümler getiren bir halk olarak görüyorlar. Komşularına sorarsanız iki zıt görüşe de aynı anda eşit şekilde inanabilme yeteneğine sahipler!”. Hatta klasik hicivli bir Letonya romanında kahraman bir kavşağa gelir ve ‘enine boyuna durumu tarttıktan sonra iki yöne birden gider’.

Letonyalılar arasında kadınların gücü şüphe götürmez. Ülke ve kent yönetimi kadınların kontrolü altında. Devlet başkanı, parlamento başkanı, hükümet sözcüsü, en önemli günlük gazetenin yayın yönetmeni, en büyük bankanın, petrol firmasının yöneticileri kadın.

Riga’nın gece hayatı diğer ülkelerden gençleri de çekiyor. Ama her şey 1510 noel gecesi başladı. Eğlence toplantı binaları “House of Blackheads”ten dışarı taşmış, ‘bekar tüccar ve zanaatkarlar’(blackheads) meydandaki çam ağacının etrafında dans etmeye başlamışlardı. Ellerine geçen süsleri ağaca atmaya başlamış en sonunda da koca ağacı yakmışlardı. Bu süslenen ilk noel ağacı olarak kabul edilir. Geleneğe dönüşen bu hareketi Martin Luther ağacı eve sokarak, ateşe vermek yerine mum asarak şimdi uygulandığı haline kavuşturacaktı. Gece yaklaştıkça Riga’daki bu eğlence potansiyeli hissedilmeye başlıyor, Riga şekil değiştiriyor. Şık erkekler, güzel giyimleriyle cüretkâr genç kadınlar gündüz yeterince hareketli Riga’nın temposunu bir kaç kat daha arttırıyorlar. Eski Kent merkezinden ayrılırken kullanılan yolun adının ‘günahkârlar yolu’ olması tesadüf olmasa gerek!

800 binlik nüfusunda Beyaz Rus, Ukrayna, Musevi, Tatar, Ermeni, Azeri ve daha pek çok azınlık bulunuyor. Ama Rusların yeri başka. Hatta öyle ki azınlık listesine Rusları değil Letonları koymak daha doğru olabilir. Ana dili Rusça olanlar kent nüfusunun 55%’ini oluşturuyorlar. Zaten sokaklarda hâkim dil bu. Rusça tabela ise hiç yok denecek kadar az. Ayrıca her türlü organizasyona, Ruslar ağırlıkta da olsa mutlaka Letoncada kullanılıyor.

Jurmala otoyolunda süratle uzayan lüks otomobiller şüphe uyandırıcı yine de. Özellikle bu otoyol fazlasıyla anlam katıyor bu şüpheye. ‘Yedi dakikada Amerika’da’ deniyormuş onun için. Jurmala Sovyetler Birliği’nin en önemli tatil kentlerinden biriydi. Özellikle acil durumda hemen ulaşılabilecek Riga gibi çok önemli bir kente bu kadar yakın oluşuyla baltıkların en güzel kumsalı daha da değerlenmiş. Dolayısıyla Moskova’dan Jurmala’ya direk giden bir ekspres tren konulması yetmemiş, Sovyetler Birliği’nin bu ilk otoyolu da Riga Jurmala arasına yapılmış. Bu durumda otoyolda hızla giden Volga’ları ve taşıdıkları parti liderlerini (bu arada Caeusescu ve Hoenecker gibi konukları) mercedesler ve taşıdıkları iş adamlarının almış olmasının eski şüphe dolu hisleri çağrıştırması doğal olsa gerek. Gerçi otele dönüşütürülmüş haldeki eski evlerine tekrar kavuşan Jurmalalılar için bir teselli söz konusu olsa gerek: mercedesliler artık ödeme yapmak zorunda.

Kaymak tabakadan olmayan Ruslar Vermanes Parkı’nda sahne önündeki banklarda oturmuş, bir kısmı satranç saatini banka bağlamış oynayacak birini bekliyor, çoğu ise tepelerine üşüşmüş bir sürü seyirci arasında oturaklı küfürler eşliğinde at gerçekten piyonu öldürecekmişçesine savaş ederek satranç oynuyorlar. Kollarındaki dövmeler zamanında hapiste yattıklarının işareti genelde. Karşılaşmalardan birinde oyuncu fazla düşünmesine sinirlendiği rakibine bağırıp çağırıyor, saçını başını yoluyor, sonunda hamlesini yaptığında onun yerine saate kıracakmışçasına basıyor, kendi hamlesini yapıyor, yine diğerine kızmaya başlıyor. Son birkaç hamleyi de rakibinin elinden kapıp kendi yapıyor. Şah Mat! Sunturlu bir küfür. Hadi bir daha… Bu maçtan sonra saatini bağlamış yalnız bekleyen o birkaç kişiyi tekrar görünce nedense üzülüyorum. Diğer taraftan bankların etrafındaki duvarlar punkçı gençlerle dolu. Satranç oynayanlar sanki onların enerjisini bitirmişçesine sessiz, durağanlar. Hiçbiri birbiriyle konuşmuyor. Koyu renkli kalın makyajları altında ne kadar genç olduklarını fark ediyorum. Çoğu 16’sında bile değil. Oturdukları duvarın gerisinde bir başka grup daha var. Satranç oynayanların eşleri olduğunu tahmin ettiğim babuşkalar da günlük dedikoduları ile meşguller.

Yanımdaki genç kızın çantasındaki telefon bildik bir melodiyle çalıyor. Çıkaramıyorum bir türlü. Etrafımdaki bağrış çağırışta unutuyorum zaten ne düşündüğümü. Riga’nın (ve tabii Avrupa’nın) en büyük pazarındayım. Burası hangar gibi olmaktan öte zaten zeplin hangarı olarak inşa edilmiş. I. Dünya Savaşı’ndan sonra kent yönetimine verilen yapılar pazara dönüştürülmüş. Zaten sanki bu düşünülerek yapılmış gibi: Dördü paralel biri de bunlara göre dikey inşa edilmiş, depo olarak kullanılan geniş bodrum katları tünellerle kanala bağlanmış, bu şekilde malların rahatça getirilmesi sağlanmış. Her bölüm belli ürünlere ayrılmış: birinci hangarda sadece balık ürünleri, diğerinde kasaplar, üçüncüsünde taze yeşillik ve meyveler… Bu arada hangar olarak düşünülmüşse de estetik kaygı atlanmamış; Neoklasizm etkisi görülen kontrüksyona Art Deco’ya kayan detaylar serpiştirilmiş.

Devasa binaların arkasında açık havada tezgâhlar devam ediyor. Arada kaybolduğumu aynı yerden geçişlerimde farkediyorum, bir kulübe her seferinde eşofman altı-deri ceket-çıplak göbeğini kaşıyan- bir Rus ‘sigara, sigara’ diye içerisini gösteriyor. Kaçak sigara satanlara farklı yerlerde de rastlıyorum, hepsi de birbirine benziyor. Bir kasetçiye takılıyorum, hep Rusça kasetler. Kadın müziği değiştiriyor ve o biraz önce duyduğum telefon melodisinin müziğini bangır bangır çalmaya başlıyor, “Oy şıkıdım, şıkıdım…A-acaipsin…”

Riga’da bilmeniz gereken üç cümle var! Hayatınızı kurtarabilecek cümleler. Bunlardan ikincisi en önemlisi: “Tris biletes uz Tallinu, ludzu”, “Tallinn’e üç bilet lütfen!”. Sıkışırsanız otobüs garına gidip bu cümleyi söylemeniz gerekiyor. Bu Riga Guide’ında yazıyor! Riga’da hayatta kalmanın yolu Tallinn’e kaçmak. Bu durumda Paris’te tehlike altında kalırsanız, hemen Londra’ya bir bilet almanız gerekiyor olmalı.

Ama bilmeniz gereken önemli bir ayrıntı daha var. Tallinn’e kaçmanız size iki kenti de bekleyen ortak tehlikeden korumuyor. Riga baltıkların Paris’i belki ama efsanelerinin Kuzey Avrupa-İskandinavya geleneğinden geldiği kesin. Bazen yılda bir bazen 50-100 yılda bir görüldüğü söylenen ve kılıktan kılığa giren yaratık yada dev kente gelerek bekçiye sorar “Kentin inşaası tamam mı?” Bekçi vereceği cevabı biliyordur. “Hayır, bitmedi” demelidir çünkü inşa tamamlandığı zaman canavar Daugava’yı (ya da Tallinn’de Ülemiste Gölü’nü) taşırıp Baltıkların incisi, güzel Paris’ini sular altında bırakacaktır.