İstanbul; Karadeniz’e Düşen Sevda
Denizleri birleştiren bir kentti İstanbul. Karadeniz’in uzak kıyılarından yola çıkan çektirmelerin, mavnaların, şileplerin hem sılası hem de gurbetiydi…
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Sinan Çakmak
İstanbul’un Karadeniz kıyılarındaki en batı ucundan boğaza doğru çıktığım yolculukta denizin sakinliği karşılamıştı beni. Bu sakinlikte sırtımı Karaburun Feneri’ne vermiş dingin denizi dinlemiştim. Karşımda ufuk çizgisini örten puslu havanın hemen altında gümüş telleri Karadeniz’in, yabancı kıyılardan kalkıp yol alan gemilerin dalgalarıyla titremişti. Genellikle İstanbul’un bu uzak Karadeniz kıyısında Varna’dan, Ukrayna’dan, Bulgaristan’dan ve Romanya’dan kalkan gemiler İstanbul Boğazı’nın yolunu tutarlarmış. Aklıma Nazım Hikmet’in Vapur şiirindeki mısraları gelmişti: “Bir vapur geçer Varna önünden/Uyy Karadeniz’in gümüş telleri/Bir vapur geçer boğaza doğru/Nazım usulcacık okşar vapuru/Yanar elleri, Yanar elleri”. Doğuyla batıyı, bir iç denizle sınırı olamayan açık denizleri birleştiren bir kentti İstanbul. Boğazın akıntıları en eski masalları uzak diyarlara taşımıştı tarih boyunca. Cenevizli korsanların, tüccar Vareglerin, Pontusluların, Don Kazakları’nın, Anadolu uygarlıklarının sınırlarının sonu, uzak diyarlara açılan yeni yolların başlangıcıydı.
Arnavutköy ilçe sınırlarından çıkar çıkmaz Kemerbugaz’da su kemerleri ağaçların birlik olup Belgrad Ormanı’na dönüşmeye başladığı yerlerde olduğu gibi duruyorlardı. Ardından kayınların, meşelerin, kadim çınarların arasından kıvrılan yol Kilyos’a uzuyordu. Yol üstünde bu kez yeşilin renksiz betona dönüştüğü yüksek duvarlı süslü siteler belirmişti. Kilyos isminin Rumcada ‘kum’ anlamına gelen ‘Kilya’ sözcüğünden türediği söylenir. Sarıyer’e bağlı Kilyos’un kaderi 1960lı yıllarda dönemin İstanbul sosyetesinin gözde yeri olmasıyla değişmiş. Rumelifeneri köyüne vardığımda fırtına daha bir sertleşmiş rüzgar boğazın en ucunda kılavuz kaptanlarla bir olup Karadeniz’den gelen gemilere rehberlik yaparcasına Marmara Denizi’ne doğru esiyordu. Nisan ayında mevsime tezat bir hava ile karşılaşmak şaşırtmıştı beni. Köy halkı geçmişte Rize’den gelip yerleşenlerden oluşuyordu. Neredeyse tamamı balıkçı olan köylüler denizi en iyi bilenlerden olsa da temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Köyün bağlı olduğu il İstanbul olsa da kıyısında oldukları deniz Karadeniz idi.
Çakaltepe ve Kabakoz koyları arasında bulunan Anadolufeneri köyü boğazın bir diğer kapısıydı. Anadolu yakasında boğazla Karadeniz’in kesiştiği yer olan Yon Burnu üzerine kurulu köyde bulunduğum vakit geçen günkü fırtınadan eser yoktu. Karşı kıyıların sırtını oluşturan orman örtüsü Anadolu kıyılarında daha seyrek görünse de tarıma el verişli alanlar iç taraflarda fazlaydı. Riva’ya kadar Anadoluluk daha çok toprakla belli etmişti kendini. Deniz yine kendi halindeydi. Balığa çıkan takalarla, yabancı kıyılardan İstanbul Boğazı’na doğru yol alan koca gemilerle süslüydü. Doğal güzellikleri ve coğrafi yapısıyla Şile daha çok Ege, Akdeniz kıyılarını andırır. Balıkçı barınağının da bulunduğu liman bölgesinde sahile çok yakın bir adacıkta yer alan Şile(Ocaklı) Kalesi Cenevizlilerden bugüne Şile’nin simgesi olmuş. Karadeniz kıyı emniyetini sağlayan iki fenerden biri olan Şile Feneri ilçenin simgesi haline gelmiş. Şile’den sonra İstanbul’un Karadeniz kıyıları Ağva’da son bulur. İki dere arasına kurulu Ağva diğer kıyı bölgelerinde olduğu gibi geçmişte Rumların yaşadığı bir balıkçı köyüydü. İzmit tarafından gelen Yeşilçay ile Gebze’den gelen Göksu derelerinin Karadeniz’e döküldüğü yerin ortasına kurulu Ağva’da yaşayanlar esasen Manav Türkmenlerinden oluşuyor.