4 Liman 4 Deniz
Denizlere açılan yollar limanlardan başlar. İstanbul, İzmir, Trabzon ve Mersin limanları Anadolu’yu uzak coğrafyalara bağlar.
Yazı: Delal Arya / Fotoğraf: Umut kaçar
Limana girdiğimde labirenti andıran mekanik bir ormanda buluyorum kendimi. Zapt edilmesi güç hayvanlar gibi bağlanmış gemiler, konteyner dağları, ağaçlar gibi yükselen vinç kuleleri, karınca gibi kaynaşan TIR’lar ve arka plandaki tepelerde limanın devamı gibi uzanan mahalleler… Çocukluğum gemilerde geçtiği için ben de bu mekanik ormanın parçasıydım. Bisiklete binmeyi Haydarpaşa Limanı’nda öğrendim. İskenderun Limanı’nda Sahra’dan nasıl geldiği bilinmeyen yüzü gözü dövmelerle kaplı yaşlı, sakallı Tuareg liman işçisinin anlattığı çöl hikâyelerini dinledim. Seksenli yıllarda kıç kıça veren Türk ve Yunan gemilerinin mürettebatının İzmir Limanı rıhtımlarında birlikte eğlenmelerine, Mersin’de Myanmarlı gemicilerin ambar kenarlarını orkidelerle süslemesine şahit oldum. Denizlerde dolaşırken birbirleriyle tokalaşma özlemi duyan denizciler Mersin’deki Kel Mahmut’un yerinde, İzmir’in Pasaport semtindeki liman barlarında kadeh tokuşturarak aynı denizlerin ahalisi olmanın mutluluğunu paylaşırlardı. Denizde millilik mefhumu olmadığını limanlarda öğrendim. Onlar özlerinde hiçbir zaman bulundukları ülkeye ait olmuyorlardı. Orası Hintlisi, Çinlisi, Korelisi, Avrupalısı, Amerikalısı, her milletten insanıyla denizlere ait yerlerdi.
Haydarpaşa Limanı’nın on iki numaralı konteyner rıhtımında, bir iskele babasının üzerine oturmuş, elimdeki dürbünle vinç kulelerinin bacaklarının arasından görünen Ayasofya’yı izlerken bu limanın milletler arası olduğu kadar denizler arası olduğunu da fark ediyorum.
Büyük tonajlı bir gemiyi, iki tane su böceğini andıran römorkörün yardımı ve bin bir çeşit manevrayla mendirekten geçirip rıhtıma yanaştıran kılavuz Mete Kaptan, “Marmara kalpse Haydarpaşa onun aort damarıdır. Bu can alıcı noktayı keserlerse Marmara’daki ve öteki denizlerin limanlarındaki tüm denge bozulur” diyor. Burası Akdeniz ve Karadeniz’in anlaşılması güç akıntılarla, rüzgârla ve alüvyonla birbiri içine geçtiği yer ve Marmara Denizi’nin ekosisteminin bir parçası.
İstanbul Limanı
Denizlerin karadaki ayağı olan limanlar öyle muntazam noktalarda konumlanmış ki, bir limanın gelişim sürecine, orada toplanan ve dağıtılan yüklere bakarak o coğrafi bölgenin geçmişi ve geleceği üzerine derin düşüncelere dalarsınız. Ticaretin büyük bölümünün gemilerle gerçekleştirildiği bu dünyada limanlar gelecek tahminlerinde bulunup ümitlere kapılmak için en doğru yerler. Her zaman bir aydınlık vaadi var; ya da bir tehdit.
Şimdi mart güneşi henüz yeşertmemiş ortalığı ama denizden esen rüzgâr buram buram yosun kokuyor. Vinçlerin kolları kurşun rengi göğe doğru yükselmiş, sanki arkalarındaki şehre gözcülük yapıyorlar. Yollar dar vadiler gibi konteyner dağlarının arasından geçiyor ve daha ötede onların devamı gibi görünen rengârenk apartmanlar başlıyor. Terk edilmiş ardiye binalarının önündeki martı sürülerinin etrafından dolanarak vinçlerin bir ayna gibi yansıdığı su birikintilerine bata çıka yürüyorum. İşçilerin çay içtiği camları buharlanmış barınaklar, TIR kamyonlarının bekleme sahaları, römorkör istasyonları, kılavuz kaptanların binaları. Tuhaf karmaşık görüntüsüyle ortaçağdan kalma bir manastır izlenimi bırakan tahıl silolarının önünde duruyorum. Üzeri küf ve yosunlarla kaplı bu bina şimdi büyük bir fare kolonisine ev sahipliği yapıyor. Bir terk edilmişlik çökmüş Haydarpaşa’nın üstüne. Eskiden kasım-mart arası esip duran lodosun bu sene sadece bir kez estiğini hatırlıyorum. Dalgalar mendireği en son ne zaman aşmıştı kim bilir? Marmara’yı etkileyen fırtınaların karakteri değişiyor. En önemlisi, Marmara değişiyor. Haydarpaşa’nın bu değişime karşı durması mümkün mü?
Kentsel dönüşüm adı altında proje üreten mimarların hiç yatırım yapılmadığı için bir ayağı çukura gömülen bu limanın üzerinde akbabalar gibi daire çizdiği acı bir gerçek.
Her şeye rağmen Haydarpaşa direniyor. Çünkü o, İstanbul’un şehir merkezinde yeşil alanlar kadar limana da ihtiyaç olduğunun bir kanıtı. Bu liman bu şehrin kişiliği. Gezi Parkı ve Ayasofya neyse Haydarpaşa da o. Son yıllarda gemilerin doğayı kirlettiği ve tırların trafiği tıkadığı öne sürülerek limanın kaldırılması planlanıyor. Ro-ro rıhtımındaki işçi bunların ciddiye alınacak gerekçeler olmadığını söylüyor. “Haydarpaşa kimi kirletmiş? Gemilerin ne zararı var doğaya? Kükürt yüzdesine kadar denetleniyorlar. Trafiği tıkayan da tırlar değil, Harem Otogarı’nın otobüsleri!” diye itiraz ediyor. Liman kaldırılınca, içinde bulunduğu arazi yeni projelere açılacak. Bunlar için çizimler yapan mimarların uçuk kaçık fikirlerinden biri de bir bilimkurgu filminden fırlamış gibi görünen dört adet kızaklı vincin dönüşümden sonra da birer abide gibi kıyıda durmaya devam etmesi. Çağın en önde giden mekanik aletlerinden biri olan bu kullanışlı vinçlerin ne gibi bir nostaljiye sembol olacağı ise meçhul. Haydarpaşa sadece şehrin tarihi dokusu için önemli değil, aynı zamanda limancılıktaki gelişimin öncülüğünü yapmış bir bölge. Haydarpaşa’ya girmek, Anadolu’ya girmek demek. Dar da olsa bu kapı her zaman açık kalmalı.
Limanın yapımı 1899 yılında Bağdat Demiryolları Kumpanyası tarafından gar binasıyla birlikte başlamış. Önce tahıl silolarının önündeki 1 ve 2 numaralı rıhtımlar yapılmış ve 1927’de TCDD tarafından işletilmeye başlanmış. Menderes dönemindeki yenileme faaliyetleri sırasında ise dalgakıran yapılmış. 1979’da gelişmekte olan yeni dünyaya ayak uydurmak için dökme yük tesislerinin yanına konteyner terminali ve tır taşımacılık yapan ro-ro gemileri için sahalar açılmış. Limanın karayolu ve demiryolu bağlantısı olması en önemli artısı. Karadeniz kıyısındaki bütün ülkeler arasında yapılan taşımacılıkta bir istasyon ve koca İstanbul şehrinin dışa açılan kapısı. Uzakdoğu ülkelerinden, özellikle de Çin’den yükler geliyor. Bunların bir kısmı Tahtakale’ye gidiyor. Liman terminal şefi Hasan Bey, Sirkeci’deki bütün dükkânların burada bir konteyneri olduğunu söylüyor.
Haydarpaşa Limanı’nın 21 bağlama rıhtımı var. Şimdi ağırlıklı olarak limana ro-ro gemileri gelse de, Ukrayna ve Kırım karıştığında seferler sekteye uğramış. Rusya, Ukrayna, Kırım arasında çalışan TIR şoförlerinin, gereken dozvola belgelerini çıkartmakta sıkışıklık yaşamaları bunun nedenlerinden biri. Haziran ayında ticaretin artması bekleniyor ama kıyasıya rekabet var. Liman işletmesi ve kılavuz kaptanlar gemilerin nereye yanaşacağı konusunda adeta tetris oynuyorlar. Bu da yetmezmiş gibi Al Entizar adındaki bir gemi kaçak silah taşıdığı ihbarı alınınca getirilip limana bağlanmış. İçinden Libya’ya götürüldüğü tahmin edilen binlerce silah çıkmış.
Haydarpaşa ne kadar küçük ve doğalsa, İstanbul’un Beylikdüzü kıyılarında kurulan Ambarlı Limanı o kadar büyük ve suni. Haydarpaşa nasıl Marmara Denizi’nin küçük, narin ruhunu yansıtıyorsa Ambarlı o kadar uzağa ve büyük denizlere hitap ediyor. Ambarlı’da her şeyi devasa yapmışlar. Vinçler büyük, binalar büyük, hatta gelen gemiler bile büyük. Ben limana vardığımda Türkiye sularına giren en büyük konteyner gemisi MSC Alexandra, Marport rıhtımında yüklerini boşaltıyordu. Liman daha büyükleri için de kendini hazırlıyor. Genişliyor, derinleşiyor.
Tıngırdayan bir asansörle kızaklı vincin tepesine çıkıp etrafa bakıyorum. Limandaki işgücü bir arı kovanında olduğum hissi yaratıyor. TIR’lar polen taşıyan arılar gibi limana giriyorlar. Her yer rengârenk konteynerlerle kaplı. Kızaklı vincin operatörü Eşref Bey yaptığı iş için, “Kemençe çalmak gibi” diyor. “Bir ileri bir geri gidiyorsun. Artık parmaklarım hangi düğmeye basacağını ezberlemiş. Gözlerim kapalı bile yaparım bu işi.”
İzmir Limanı
İstanbul lodosunu kaybederken Ege’nin imbatı hâlâ sapasağlam. İzmir’de imbat rüzgârını içime çekerken her denizin kendine özgü bir rüzgârı olduğunu düşünüyorum. Akdeniz’e açılan Egeli denizcilerin, nefeslerine doladıkları bir yumak sevgiyi ailelerine yollamak için rüzgâr postasını kullandıkları aklıma geliyor. Sevgilerini kibar kibar esen Levant rüzgârlarının kanatlarına; iç gıcıklayıcı Vendevallara, haşin mistral’lara, Roma’nın uğultusu Libeccio’lara, Maltalı kızların dudaklarını çatlatan Gregale’lere ve nihayet Ege sahillerini kadifeyi okşar gibi yalayıp geçen meltem ve imbata emanet ederler. Ege’de İmbat uzaktaki denizcilerin özlemini taşır. Denizcilerin büyük çoğunluğu için dünyanın en güzel denizi olan Ege’nin küçük gümüş el aynasına benzetiyorum ben bu limanı. Zaman zaman dibi alüvyonlarla kirlenen aynayı temizlemek gerekse de, bu şehrin ve Ege’deki deniz ticaretinin, limanın etrafında genişlediğini unutmamak gerekiyor.
İzmir insanının denizle bağı köklü ve mitolojik. Eski adı Symrna olan kent İÖ 7’inci yüzyılda Anadolu’nun Ege’ye açılan kapısıydı. Yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler burasının antik çağlarda bütün Akdeniz’deki deniz ticaretinin gözbebeği olduğunu gösteriyor. Daha sonraları kentin birçok kereler el değiştirmesi limanı zayıflatmış olsa da 17’nci yüzyılda yeniden tüm Ege’nin en canlı limanı halini almış. Bunun en büyük nedeni, gemilerin demirlemesi ve yüklerini boşaltması için yeterli büyüklükte ve korunaklı olması. İzmir çok uysal bir liman. Meddücezir yok, akıntı yok, rüzgâr yok. Körfez demir atmaya çok müsait. Kılavuzlardan Muttalip Kaptan’ın tabiriyle denizin dibi tutkal gibi. Demiri öyle güçlü tutuyor ki, fırtınada dahi demir taraması olmuyor.
Günümüzde limanın en büyük eksikliği, yeni gemiler için yeterince derin olmaması. Alüvyonlarla dolan liman ağzı devamlı tarak gemileriyle derinleştirilmek zorunda. Hazırlanmakta olan bir projeye göre rıhtımların etrafı daha fazla taranacak ve derinlik 14 metreye ulaşacak. Böylece büyük tonajlı yeni nesil gemilerin limana girmesi sağlanacak.
İzmir Limanı demek Ege’nin verimli ovalarının ürünleri demek. Ege’nin tütünü, üzümü, inciri ve pamuğu yüzyıllar boyunca bu limandan dünyaya dağılmış. Şimdi tütün bitmiş, yerini zeytin almış. Son dönemde ihraç edilen yeni mallardan biri de rüzgârgülleri. İthal edilense jeotermal enerji malzemeleri. Esnaf en çok Libya’dan gemi geldiğinde mutlu oluyor. Çünkü Libyalı denizcilerin iyi alışveriş yapmak gibi bir ünü var.
Özellikle de beyaz eşyaya ilgi duyuyorlar. Bu durum limanın köşesindeki pastanenin sahibini durdurur mu? Pastacı Hilmi, Libya gemisinin geleceği haberini alır almaz bir gecede dükkânını beyaz eşyayla doldurmuş. Sabah çayını içmek, poğaçasını yemek için pastaneye giren liman işçileri üzerinde küçük bir şok etkisi yaratmış bu durum tabii ama liman çevresinin yanaşan gemilere göre çehresini nasıl değiştirdiğine güzel bir örnek oluşturuyor.
Haydarpaşa gibi İzmir Limanı için de şehri kirlettiği ve trafiği tıkadığı bahaneleri öne sürülerek kaldırma planları yapılıyor. Son dönemde İzmir’e yolcu gemilerinin de gelmeye başlamasıyla burasının sadece kruvaziyer gemilere ayrılacağı, yük gemilerinin Çandarlı’da yapılan büyük limana yönlendirileceği söyleniyor. Fakat sabahları flamingoların konduğu, Dingin ve uysal bir karaktere sahip bu korunaklı liman, etrafındaki Ephesos ve Klaros antik limanları gibi yüzyıllar boyunca denizci medeniyetler yaratmış. Bu limanın kaldırılması hem Ege’nin bu kıyılara verdiği en büyük hediyeyi geri çevirmek olacak, hem de şehrin binlerce yıldır devam eden liman kenti karakterini değiştirecek.
Trabzon Limanı
Limanların sınırları gemilerdir. Oraya bağlı çalışan gemiler ne kadar uzağa giderlerse limanların sınırları da o kadar genişler. Liman şehirlerinin, içlerinde bulunduğu denizin ve o sularda seyir yapan gemilerin çehresini kazandığı bir gerçek. Trabzon bunun çarpıcı bir örneği. Gemiler yaşlı, rotaları Rusya ve Gürcistan’la sınırlı. Trabzon-Soçi arası TIR ve yolcu taşıyan Avrasya gemisi limana yanaşırken bunu daha iyi görüyorum. Ufuk ansızın kocaman bulutlarla kaplanıyor. Deniz kükremeye başlıyor ve dalga serpintileri havayı bulandırıyor. Karadeniz soğuk bir kazan gibi tütmekte. Dalgalar bir kırbaç gibi şaklıyorlar geminin etrafında. Demir yerindeki bütün gemiler yaşlı. Belli ki hepsi iki üç seneye ıskartaya çıkacak ya da batacak. Genelde ro-ro veya yolcu taşıyorlar. Birkaç tane Rus yolcu gemisi var ama ufak tefekler. Kararlılıkla umutsuzluk arasında lirik bir noktada duruyorlar. Onların metanetinde Karadeniz’in ilkel güzelliklerini ve kasvetli yüreğini görebiliyorum. Bir yönünü kaybetmişlik ve gerçeküstü bir çarpıklık var bu limanda. Etrafındaki mahalleler dalga yemiş gibi yana, arkaya, öne yaslanmışlar. Bu liman deniz tutmasını andırıyor.
Hava kararmadan dışarı çıkıp şehri gezmek istiyorum. Gemi kıçtankara yanaşıp rampalarını iskeleye indiriyor. Önce Türkiye’de çalışmaya gelmiş Rus kadınlar iniyor. Ardından İran’a, Azerbaycan’a yük taşıyan TIR’lar. Ömer Kaptan Trabzonspor’un maçı olmadığı için mutlu. Yoksa tüm limanda işler duruyor, çünkü işçiler barınaklarda toplanıp maç izliyorlar, rıhtımlar tezahürat sesleriyle yankılanıyor. Limanın hemen arkasındaki Çömlekçi, iki yanında loş otel pencerelerinin uzandığı bir mahalle. Çömlekçi’nin civarı sanki limanın dumanı, güneşi engelliyormuşçasına hep gölgeli. Bu mahallenin sakinlerinin aşağıdaki limanla ilintili bir geçmişi var. Burası zamanında bavul ticaretine sahne olmuş. Gemicilerin eğlenip ev hasretini gidermeleri için meyhaneler açılmış. Çömlekçi Mahallesi, Karadeniz’in kıyıda pıhtılaşıp kalmış hali gibi. Ben yaklaştıkça martı sürüleri ani ve gürültülü kanat çırpışlarıyla havalanıyorlar. Bu beyaz alevin ardından gürültü kesiliyor ve yerini cansız, hüzünlü kurşuni bir enginliğe bırakıyor.
Trabzon’un Soçi, Poti ve Batum limanlarıyla trafiği var. Gürcistan’a beyaz eşya, otomobil gibi ticari eşyalar, Rusya’ya Akdeniz bölgelerinden tırlarla gelen meyve ve sebzeler gidiyor. Az da olsa Azerbaycan e İran’a gidecek yükler burada boşaltılıyor.
Akşam olduğunda yaşlı Avrasya gemisi limandan ayrılıyor. Hava kararınca üşüyerek yemek salonuna iniyorum ve buram buram gemi kokan pastırmalı kuru fasulye ve lahana yemeğini yiyorum. Lombozlardan görünen uzaktaki Trabzon Limanı’nı boğuk top seslerini andıran bir uğultu sarıyor. Denizle rüzgâr arasında bir gece muharebesi başlamış. Burası içinde çok fazla ton barındıran tek renkli bir suluboya.
Mersin Limanı
Deniz ticaret endüstrisinde ülke lafının hiç manası yoktur. Aynı şekilde limanlar da bulundukları ülkeden çok erişebildikleri menzillere hizmet ederler. Millilik mefhumunun neredeyse tamamen yok olduğu ve o nispette de küreselleştiği bir dünya varsa o da deniz ticaret dünyasıdır. Bu açıdan bakıldığında Mersin Limanı çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Şöyle ki Mersin Limanı’nın menzili ülke bazında Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu, uluslararası ölçekte İran, Irak, Suriye ve Süveyş Kanalı’nın ötesindeki ülkelerdir. Bölgedeki ticareti doğru anlayabilmek için limanın 2005’ten beri PSA (Port of Singapore Authority) adlı Singapurlu liman otoritesi tarafından işletildiğinin altını çizmek gerekiyor.
Dünyanın en büyük limanlarında söz sahibi olan PSA ve Akfen’in ortaklığına geçtikten sonra Mersin Limanı büyük bir atak yapmış. Limanın işletme mantığı değişmiş, hızlanmış, vinçler yenilenmiş, bütün sahası yeniden elden geçirilmiş. Daha şimdiden Uzakdoğu, Akdeniz, Kuzey Afrika, Karadeniz ve Amerika arasında kilit rol oynuyor. Aynı zamanda Doğu Akdeniz’in son büyük kapısı olduğu için burası tüm ticari malların aktığı yer, bir sınır noktası ve her şeyden önemlisi günümüz ticaretinin altın kalbi. Uzun zaman denizlerde kaptanlık yapan babamın sözünü hatırlıyorum: “Deniz yoksa hayat yoktur. Daha da önemlisi limanları inşa eden toplumlar kazanır, sadece denizlere kıyısı olanlar değil.” Mersin Limanı sana ne anlattı diye sorduklarında bu cevabı verebilirim. Bir toplum güçlenmek istiyorsa limanlarına yatırım yapar. Çünkü liman demek uzaklara ulaşmak demektir.
Mersin Akdeniz’in en büyük transit limanı olmayı hedefliyor. Süveyş’ten geçecek yüklerin bu bölgede toplanması ve dağıtılması planlanıyor. Nakliyeciler arasında agresif rekabet İskenderun Limanı yerine daha yakın ve ulaşımı daha kolay olan Mersin’e yönlendirmiş gemileri. Nakliyeciler dahil herkes burada üslenmiş. Hareketlilik baş döndürücü. Buna rağmen Mısır’da darbe nedeniyle Süveyş kapandığında limanda işler durmuş. Kanal tekrar açıldığındaysa büyük bir gemi akınıyla dolup taşmış. Bir buçuk sene içinde rıhtımın uzatılması tamamlanacak ve liman derinleştirilecek. Böylece dünyanın en büyük gemileri bu limana girebilecek. Haftada iki üç tane transit yük taşıyan geminin gelmesi mümkün olacak. Bütün bu anlattıklarım Mersin’in, Türkiye’nin en büyük liman sahasına sahip olmasına rağmen hâlâ genişlemek istediğini gösteriyor. Her yıl araç sayısı ve yük artıyor, ama ne yazık ki liman büyüyemiyor. Etrafına dikilen şehrin siluetiyle uyumsuz gökdelenler hem limanın görüntüsünü bozuyor, hem de genişlemesini engelliyor. Karaya doğru büyüyemeyen liman, denize doğru uzamaya çalışıyor, ama bu nereye kadar böyle devam edebilir? Kimse bu sorunun cevabını veremiyor.
Mersin Deniz Ticaret Odası’ndan Mesut Kaptan, “30-40 sene önce limanların yeri doğruydu. Artık Haydarpaşa ve İzmir talebi karşılamıyor. Daha büyük ve modern limanlara ihtiyaç var” diyor. Dünya artık doğal limanlarla iş yapamıyor. Özellikle konteyner piyasasının büyümesi ve gemilerin hacminin artmasıyla daha büyük limanlara ihtiyaç başladı. Bu ne demek? Denizler bize denizciliği öğrenelim diye karaları oyarak limanlar yapmış. Biz gemileri büyüterek ve o limanlara sığmaz hale getirerek denizle kara arasındaki tevazuya dayalı çok eski bir anlaşmayı bozuyor olabilir miyiz? Maalesef dünyanın gidişatı Mesut Kaptan’ı doğruluyor. Doğal limanlar da bu hüznün içinde kaybolup gidiyor.