Aborijinler; Hikayesiz kalmamak için

Yeryüzünün en eski kıtası Avustralya’daki dört aylık yolculuğum boyunca Aborijin bilge Bill Neidjie’nin sözleri hiç aklımdan çıkmadı… 

Yazı: Reyan Tuvi  / Fotoğraf: Sinan Çakmak

Daha önce gezdiğim gördüğüm başka hiçbir yere benzemeyen bu dev kıtada, doğaya ve insana bakışım tamamıyla değişmiş, Avustralya yerlileri Aborijinler’in yaşamı ve bilgenin sözleri bana hiçbir zaman unutamayacağım bir hayat dersi vermişti. Siz de dinleyin onu; çok uzaklardaki bir kültürün ve mirasın sesi olabilir belki ama bir taraftan da sözleri evrenselliğini yitirmeyeceğe benziyor. “Ancak biz size bu hikayeyi anlatabiliriz/ Bu yüzden dinle!/ Hikayene sahip çık/ Mala mülke aldırma/ Bu senin gerçek hikayendir/ Şimdi öğrenmezsen, 20 yıl sonra ağlarsın/ Çünkü hikayesiz kalırsın./ O zaman artık çok geçtir/ Biz de gitmiş oluruz.”

Neidjie’nin sözleri genç Aborijinlere’ydi. Doğanın bozulan dengesinden bahsediyor ve genç nesilleri uyarıyordu. Aborijinler için doğanın ne ifade ettiğini anlamam fazla uzun sürmedi; nefes almak gibi bir şeydi.

26 saatlik bir uçak yolculuğunun ardından, nevi şahsına münhasır bir ülkede buldum kendimi. Evet, duyduklarınız doğru; bu topraklarda timsahlar insanları yiyor, ölümcül yılanlar ve örümcekler kol geziyor, çöller geçit vermiyor, arabaların torpido gözlerinden ‘hayatta kalmanın yolları’ konulu kitaplar eksik olmuyor, ‘Uçan Doktorlar’ kıtanın en ücra köşelerine yetişip hayat kurtarıyor, kovboyların sahip oldukları toprağın büyüklüğünden bihaber olması yadırganmıyor…

Avustralya’nın önemli bir karakteristiği daha var; insanlık tarihinin şahit olduğu en uzun ve kesintisiz varolabilmiş tek kültürün varislerinin bu topraklarda yaşıyor olması… Onlar Aborijinler, bu toprakların ilk sahipleri, ilk Avustralyalılar… 50 bin yıl boyunca doğanın sesine kulak veren, toprak ve onun yaşam verdiği her şeyin koruyucusu olan Aborijinler’in felsefesi bu kıtayla ilgili birçok şeyi anlatıyor aslında. Onlara göre, tüm canlılar- insan, bitki, kaya, hayvan- tek bir yaşam gücünün parçaları. Bu eşsiz dengeyi koruyabilmek için topraklarına sahip çıkmaları gerektiğini biliyor ve insanın doğayla kusursuz bir uyum içinde yaşayabileceğine inanıyorlar.

“Böylesine köklü bir kültürün ardından Aborijinler bugüne ne bıraktılar?” diye bir soru geçiyorsa aklınızdan, cevabı, elle gösterilecek sayısız görkemli anıtta değil doğaya duydukları saygıda.

Günümüzden sadece 200 küsur yıl kadar önce, bu topraklarda yalnız Aborijinler yaşıyordu. Özgür yaşam ve canlı kabile hayatı, her şey yolunda demekti. Sonra yelkenlilerle ‘balanda’ yani beyaz adam geldi… Giysileri, silahları vardı. Aborijin, İngiliz gemisinin kaptanına ‘’warra, warra’’ (geri git) dedi. Zaten kim burada yaşamak isterdi ki? Sekiz aylık, tehlikelerle dolu bir deniz yolculuğunun ardından varılan bu sert toprak, çıplak yabaniler ve kat edilmesi güç mesafelerden başka bir şey vaadetmiyordu. Avrupalı kaşifler buraya ‘’Terra Australis Incognita’’ yani ‘’Güneyin bilinmeyen toprakları’’ dediler. Coğrafya onlara hiç de kucak açmamıştı.

Çok geçmeden İngilizler gözden çıkardıkları suçluları, isyankârları ve fahişeleri buraya gönderdiler. Avrupa’nın reddettikleri burada sürgündeyken, Avrupa’yı reddedenler de şanslarını burada aradılar. İkinci sınıf hissedenler, hayalperestler, hızlı zengin olmak isteyenler, yeryüzünün en ücra köşesindeki bu zindan adada direndiler. Vahşi doğa ve sert toprak ehlileştirildi, kıta göçmenlerin umudu oldu. Artık Avustralya, ‘Güneşin altındaki şanslı ülke’ydi. Bugün Avustralyalılar, her yıl, bu yeni hayatı ne büyük fedakârlıklarla kurduklarını, kutlamalarla anarlar. Bu toprakların ilk sahipleri Aborijinler içinse o zamanlar olup biten ‘istila’dan başka bir şey değildir.

Aborijinler için hiçbir şey o günden sonra eskisi gibi olmadı. 2008’in Şubat ayında, Avustralya Başbakanı Kevin Rudd’ın kıtanın yerlilerinden ve dolayısıyla atalarından özür dilemesi, uzun süredir beklenen bir adım olmasına rağmen, büyük acılar çekmiş, katliamlara maruz kalmış ve toprakları ellerinden alınmış Aborijinler’den pek tezahürat görmedi. Yaşanan trajediler derin izler bırakmıştı. 19. yüzyıldan 1960’lara kadar, küçük yaşlardaki Aborijin çocuklar ailelerinden koparılıp beyazların yanlarında çalıştırılmışlardı. Bunlara ‘’Çalınmış Nesiller’’ deniyor. Bu çocuklar yıllar sonra serbest kalıp aileleriyle tanışmak istediklerinde, ana dillerini bilmedikleri için, anne ve babalarıyla tek bir kelime bile konuşamadılar. Ayrıca Aborijinler’in 200 civarındaki dilinden bugün yarısından fazlası yok olmuş durumda. Büyük kentlerde düzgün işlerde çalışan Aborijine pek sık rastlanmıyor. Kentlerde ya da kırsalda Aborijinler arasında alkol bağımlılığı oldukça yüksek oranda. Kırsalda derme çatma kulübelerde yaşıyorlar. Bir zamanlar Aborijinler’de hiç görülmeyen diabet, kalp krizi, kilo fazlalığı gibi sağlık sorunlarına artık çok sık rastlanıyor.

Bill Neidjie, 2002 yılında öldü. Aborijin kültürüne kim sahip çıkacak? Kim bu yazılı olmayan mirası yeniden toparlayacak bilinmez. Neidjie gibi bilgeler hep bir iz bırakmak gerektiğine inandılar. Çünkü izi olmayanın hikâyesi yoktur. Hikâyen yoksa hiçbir değerin arkasında duramazsın ve bu da bir Aborijin’in başına gelebilecek en kötü şeydir.

Yollar hikâyelerle dolu, hiçbirini atlamamak gerek…