Evliya Çelebi’nin İzinde; Sivas

Bazı şehirler hayatımızda hep olmuştur. Biraz da yaşadığımız dönem itibariyle ve ait olduğumuz kuşak nedeniyle, gitmediğimiz, görmediğimiz halde, hiçbir bağlantımız olmasa bile bir şehri her zaman hayatımızın orta yerinde bulabiliriz. Sivas da böyle bir yer benim için.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin

Varlığıyla yarattığı etki, ekonomik ve sosyal hacminden çok daha kapsayıcı. Belki çocukluk çağlarından itibaren sıkça adının geçmesi nedeniyle; toplumsal tarihimizin dönüm noktalarından biri bu şehirde yaşandığı için; belki yakın geçmişte yürek çarpıntılarıyla memleket gündemine gelmesi yüzünden; Sivas daima hayatımın orta yerinde oldu. Bu nedenle galiba şehre girerken bir yabancılık hissetmediğim gibi aradığım her yeri, herkesi de elimle koymuş gibi bulabildim. Gerçi daha önce kısa da olsa çeşitli vesilelerle geliş gidişlerim olmuştu Sivas’a. Anadolu’nun diğer şehirlerindeki “modern kent” görünümünden daha değişik bir merkez dokusuna sahip olduğunu az çok biliyordum.

Sivas’ın orta yerindeki devasa meydan, neredeyse İstanbul da dâhil olmak üzere memleketteki en büyük meydanlardan biriydi. Alıştığımız şehircilik anlayışında pek de yaygın olmayan bir uygulamaydı bu. Gerçi baştan sona planlanarak, gerekli unsurları özenle yerleştirilerek kurulmuş bir şehir merkezinden ziyade, rastlantısal biçimde ortaya çıkmış gibi görünüyordu. Yaya alanları, bulvar geçişleri, kavşakları biraz rastgele yerleşmişti. Öte yandan gerek yüzölçümü itibariyle söylediklerimi haklı çıkaracak ölçülerdeydi, gerekse kademeli konumu, katmanlı yerleşimiyle insanın gözüne iyice büyük görünüyordu. Meydana şöyle bir göz atmak bile Anadolu tarihinin dönemeçlerinden arta kalan izleri görmeye yetiyordu.

Bu meydanın katmanlı yapısı ilginç bir şekilde sadece Sivas’ın merkezinde değil, tamamında kendini gösteriyordu. Şehir adeta günden güne toprağa gömülür gibiydi. Bazı bölümleri çukura çekilmiş, bazı kesimler yüksekte kalmıştı. Öyle ki bütün şehir biraz daha dişini sıksa, parmaklarının ucunda biraz daha yükselse, neredeyse bir vakitler düzlüğün ortasındaki tepeye kurulmuş olan iç kaleyle aynı seviyeye gelecekti. Bütün bunlar, Sivas Kalesi’ne sere serpe yayılmış çay bahçesinde sabah rüzgârını kesen naylon perdeler açıldıktan sonra, şehrin yorgun bir kış güneşinin altında gerinmesini seyrederken aklımdan geçti. Sivas nedendir bilmem ama kendini toprakla örtüyordu. Ulucami on on beş basamakla inilecek kadar çukurda kalmıştı.

Ulucami

Bir gece önce yatsı vakti Ulucami’ye doğru yürüyorduk. Yollar geniş, sokaklar kaldırımlıydı. Lâkin yolumuzu şaşırmamak için kerteriz aldığımız Ulucami minaresi eğri duruyordu. “Uzaktan baktığımız içindir, günün bu saatinde ışıklar göz yanılmasına yol açmıştır,” diye düşünüp üstünde durmadım. Eğri minare apartmanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Yanına ulaştığımızda eğimi daha da arttı. Üstelik bir vakitler her yerden görülebilen yüksek bir yapıyken şimdi yorgun bir yüzün çukura kaçmış gözleri gibi kendi içine çekilmişti.

Sokaklar fazla aydınlık olmadığı gibi camiin çevresi de ışıklandırılmamıştı. Cemaat alışkın adımlarla merdivenlerden inerek taş döşeme avluya giriyordu. Adımlarımızdan yabancılığımızı anlayıp yanımıza gelen Necati Özyalçın, Ulucami’nin kuytusunu köşesini gezdirdikten sonra, ilk yapılışından başlayarak sonradan ayağa kaldırılışına kadar bilgi verdi. Sohbetimiz çay eşliğinde devam edecek kıvama gelince yakındaki kahveye davet etti. Avludan şehre merdivenle çıkıp ara sokaklardan birine girdik. Kahvecinin kaldırıma çıkardığı taburelere oturduk. Ulu Camiin çatısı, eğri minaresi, Sarısözenlerin efsanevi konağından arta kalan geniş boşluk ile ağaçlandırılmış bahçesi tam karşımızdaydı.

Evliya Çelebi bu Camii anlatırken, “Bedesten yakınında uzunlamasına ve genişliğine ikişer yüz ayak eski camidir. (…) tarihinde Sultan Kılıç Arslan yapısıdır. Bir minaresi var. Tamamen toprak ile örtülü bakımlı yapıdır. Ancak cami içinde ne kadar direk vardır ve ne kadar sütun üstüne yapıldığını bilmiyorum,”diyor. O zamanlar kullanılan yapı tekniğine uygun olarak çatısı toprak örtülü olan, eğer kurşun kaplanmışsa Evliya Çelebi tarafından bilhassa belirtilen kamu binaları, günümüze gelene kadar önemli değişimlere uğruyor. Sivas Ulucami’nin tavanı da ahşap kirişleri taklit eden betonarme ile örtülmüş, çatısı bakır kaplanmış.

Sivas Ulucami, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçaslan ülkeyi on bir oğlu arasında paylaştırdıktan sonra Sivas Aksaray arasına hükümdar olan Kutbeddin Melikşah zamanında 1197 yılında yaptırılmış. Mimarı Kul Ahi olarak biliniyor. İlk büyük onarımdan 1212 yılında geçmiş, 1955’teki onarımda ise inşa ve tamir kitabeleri bulunmuş. Üstündeki yıldırım yarasıyla birlikte neredeyse yıkılacak kadar eğri duran minare tuğladan örülmüş; gerek formu, gerek işleme tekniğiyle oldukça ender bir eser. Şehrin tarihi değerlerine özen gösteren çevreler tez zamanda minarenin güçlendirilmesi gerektiğini belirterek daha fazla eğilmesi halinde yıkılabileceğini söylüyorlar. Ulucami’nin hemen bitişiğindeki yeşil alan Sivas’ın önde gelen ailelerinden Sarısözenlerin konak bahçesiymiş. Konak yıkıldıktan sonra camiin yanında yeşil bir alan olsun diye öylece bırakmışlar.

Yavuzdan Bu Yana

Sivas’ın Sarıhatipzadeler diye bilinen köklü ailesi yakın dönemde Muzaffer Sarısözen ile namını sürdürmüş. Muzaffer Sarısözen, Sivas ve çevresi başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yörelerinden türküler derleyerek notaya almış önemli bir müzik insanı. Sarıhatipzadeler 1514’te Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sonrasında Buhara dolaylarından getirerek şehre yerleştirdiği ailelerden biriymiş. Aile Sivas’ın duygu, düşünce ve inanç dünyasında önemli bir rol oynamış. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Alim Yıldız, Sarıhatipzadeler’i şöyle anlatıyor,

“Bir yerleşim birimini, bir beldeyi şehir haline getiren, hiç şüphesiz orada yaşayan insanlardır. Tarihte İlim Şehri (Daru’l-ilm), Seyyidler Şehri (Daru’s-siyade) gibi isimlerle anılan, günümüzde ise Kültür Şehri olarak adlandırılan Sivas, doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan yol güzergâhında olması sebebiyle Anadolu’nun kadim kültür şehirlerinden biri olagelmiştir. Sürekli göçler, farklı ülke ve şehirlerden gelenlerin uğrak yeri olmasını ve dolayısıyla kültürel bir birikimin meydana gelmesini sağlarken, şehirde yetişip batıya giden değerleri de içinde barındırmıştır. Zaman içinde şehre gelip yerleşenler arasında ilim ve sanat yönüyle öne çıkan kişiler ve aileler bulunmaktadır. Sivasîler, Zaralızâdeler, Mor Ali Baba Ailesi gibi şehre damgasını vurmuş birçok aile bulunmaktadır. Bu ailelerden biri de Sarıhatipzadeler’dir.”

2011 yılında Sivas Belediyesi’nin düzenlediği sempozyumda sunulan tebliğlerle bu derin ailenin geçmişi anlatılırken son halkada yer alan Muzaffer Sarısözen için Cumhuriyet Üniversitesi GSF Müzik Bölümü Öğretim Üyesi İrfan Karaduman, “Muzaffer Sarısözen, Türk halk müziği ile geleneksel Türk sanat müziği arasındaki koşutluğu kurmuş olan bir halk bilimcidir. Derlemiş olduğu ezgilerin büyük bir bölümünü kendisi notaya almış, makam ve usul konularını büyük bir ciddiyetle incelemiştir,” diyor. Sivas deyince halk müziği, halk müziği deyince Pir Sultan Abdal ve Aşık Veysel akla geliyor. Muzaffer Sarısözen 1930’larda Ahmet Kudsi Tecer ile birlikte Âşık Veysel’in tanınmasına vesile olmuş.

Pir Sultan’dan Aşık Veysel’e

Âşık Veysel, Sivas’ın zengin müzik ve düşünce dünyasında yetişmiş bir çağdaş ozan. 16. yüzyıldan günümüze gelen ve yedi ululardan sayılan Pir Sultan Abdal gibi Âşık Veysel de Anadolu’nun kültür ikliminde önemli bir yer tutuyor. Araştırmacı Yavuz Bülent Bakiler, Sivas’ın son derece bereketli müzikal dünyasından ve zengin kültüründen söz ederken,

“Benim Sivas’ta tanıdığım ilk halk şairi Âşık Feryadî oldu. Bir sabah vakti başına toplanan kalabalığa, rüyasında pirler elinden nasıl bâde içtiğini, Çin diyarındaki bir güzele nasıl âşık olduğunu kan ter içinde anlatıyor, koşmalar okuyordu. Çocuktum Feryadî’ye bir masal dinler gibi kulak veriyordum. İlkokul yıllarımı âşık Talibî Coşkun doldurmaya başladı. Talibî Coşkun siyah fötr şapkasıyla, gümüş saplı bastonuyla, göğsü istiklal madalyasıyla süslü koyu renk elbisesiyle, hafif göbeği ve küt ensesiyle bana bir halk şairinden ziyade dolaşmaktan yorulmuş, servetini kaybetmiş bir kasaba eşrafını hatırlatırdı. Âşık Ali İzzet’i ve Âşık Veysel’i ortaokul yıllarımda tanımaya başladım. O neslin en ağırbaşlı, en vasıflı âşığı, hiç şüphesiz Veysel’di. Kelimenin gerçek anlamında arif bir halk adamıydı. Belki gözlerinin hep kapalı oluşundan, belki çiçek bozuğu olan yüzünden, hep düşünen veya sanki kendi kendisiyle konuşan kederli bir hali vardı. Durgunluğunu giderebilmek için ya sazına vurmalı veya sözün kapısını açmalıydı,” diyor.

Sivas’ın caddelerinde âşıkların sesini çoktandır bastırmış olan motor uğultuları dolaşıyor şimdi. Şehrin yakın geçmişinde Âşık Veysel ile demiryollarının Sivas Cer Atölyesi birlikte var olmuşlar. Türkiye çarpıcı bir değişim yaşarken biri geçmişin son temsilcisi olmuş, diğeri geleceğin haberciliğini yapmış. Temel besin üretiminin toprağa bağlı olduğu, toprağın bereketinin ise tabiat şartlarına ve insan emeğine koşut biçimde artıp azaldığı dönemler arkada kaldı. O dönemlerde türküleriyle hayatı irdeleyen, duygu girdaplarını açık eden saz şairlerini, halk ozanlarını, âşıkları besleyecek hayat şartları değişti. Artık insanların derdi, kaygısı, beklentisi, özlemi, sevinci başka sesler, farklı melodilerle ve değişik sözlerle anlatılıyor. Yine de eski ozanların nağmeleri derin duygu kanallarımızda gezinmeye devam ediyor. Sivas da her anlayıştan ve değişik inançlardan ozanların mekânı olmuş.

Beldelerin Anası Eski Sivas

Evliya Çelebi Sivas’ı anlatırken, toprağın ve tarımın ekonomik gücünü vurguluyor. İnsan hayatında temel besin olan buğday üretiminden söz ediyor ve Sivas’ın bütün Anadolu’yla birlikte Trakya’da dâhil olmak üzere önemli bir nüfusu beslediğini anlatıyor. “Bütün tarihçiler bu Sivas şehrine ‘beldelerin anası’ demişler ve tüccarlar ve seyyahlar da ‘Rum şehri’ demişler. Acem dilinde Arpaçukuru diye isimlendirmişler. Gerçekten de beldelerin anasıdır. Bütün Arabistan’da kıtlık ve yokluk olsa dünyanın anası Mısır bütün Arz-ı Mukaddes’i, doğu illerini, batı illerini ve Irak toprağını doyurur, ama Rum diyarında, Yunanistan’da Makedonya ülkesinde buğday kıtlığı olsa bu beldelerin anası olan Sivas vilayeti o vilayetleri doyurur. Bu yüzden beldelerin anası diye isimlendirmişlerdir.”

Şehrin iki büyük ana arteri, Atatürk Caddesi ile İnönü Caddesi iki taraftan kuzeye doğru gelip Valilik Binası ile Jandarma Binası’nın arasında kalan meydanda buluşuyor. İki bulvar güneyde Hoca Ahmet Yesevi ve Arap Şeyh caddeleri tarafından kesiliyor. Bu büyük üçgenin içinde kalan bölge eski Sivas yerleşiminin merkezi olarak tanımlanabilir. Evliya Çelebi bu şehir için, “Gerçekten de bir toprakları geniş, bütün halkı mutlu, ülkesi güzel ve beğenilir, ekinlikleri bol, her tarafta pınarları ve ırmakları kaynar ve akar şenlikli bir şehirdir. Gerçi Türkmen ve Ermeni diyarıdır ama halkı gayet garip dostu olduklarından her gece hanlarda kalan garip ve kimsesizleri hanelerine davet edip ikram edip üç dört gün hizmetinde olup hayır dualarını alırlar. Her hususta tâ bu derece bolluk içinde büyük bir şehirdir,” diyor.

Sivas bugün de bakıldığında genel görünümü, çarşıları, vitrinleriyle Anadolu kentlerinin son yıllarda yaşadığı hızlı toparlanmadan nasibini almış görünüyor. Hızlı bir yapılaşma başlamış, estetik kaygılar henüz şehrin hak ettiği seviyede olmasa bile kanaat önderlerinin ve şehir entelektüellerinin gündeminde önemli bir yer tutuyor. Kentsel dönüşüm Türkiye’nin bir ucundan diğerine etkin biçimde uygulanırken yeni konut alanları açılıyor, eski yerleşimlerde tutunmaya çalışanların önüne ise radikal çözümler konuyor.

Sivas’ta neredeyse şehirle aynı seviyeye inmiş gibi görünen kalenin çevresinde kentsel dönüşüm projeleri kapsamında çalışmalar başlamış. Evler yıkılıyor, genel görünüm açılıyor. Evliya Çelebi bu kaleyi anlatırken,“…Timur’un harap ettiği kale düzde yapılmış olup fırdolayı büyüklüğü 10.500 adımdır. Gerçi haraptır, ama gayet sağlam ve dayanıklı rıhtım dolma, horasanî tuğla ve taş yapı büyük bir kaledir. Yer yer burç ve bedenleri vardır, ama nice yerleri haraptır. Yine az şey ile tamir olunması mümkündür,” diyor.
Evliya Çelebi Sivas’a geldiğinde kale yine pek iç açıcı bir görünümde değilmiş anlaşılan ama tamirinin pek de zor olmadığını söylüyor. Ancak onun kale tamirinden muradı, bizim bugünkü maksadımızdan bir hayli farklı. Çelebi, askeri bir ihtiyaçtan söz ediyor, biz tamamen sivil ve biraz da hoşça vakit geçirmemizi sağlayacak bir kamusal alan düzenlemesinden dem vuruyoruz. Onun döneminde kaleler hâlâ şehir savunmasının önemli unsurları olduğu gibi bölgesel egemenliğin de vazgeçilmez aracıydı. Günümüz Anadolu şehirlerinde “güvenlik” mevzusunun kalelerle bir bağlantısı kalmadığı gibi kaleler de egemenlik aracı değil çoktandır. Mesela Sivas Kalesi özellikle yaz akşamlarında semaverde demlenmiş çay eşliğinde ailecek hoş vakit geçirilecek güzel bir yer. Şehrin göz alabildiğine uzanan düzlükte darmadağın bir yapılaşma içindeki manzarası en güzel buradan seyrediliyor.

Sivas’a geçen yüzyıllarda gelen seyyahların yazdıklarından anladığımıza göre şehir o zamanlar da büyükmüş, buna rağmen gün ışığından en iyi istifade edilecek şekilde, komşu hakkını gözeterek ve doğadan öğrenilerek inşa edilmiş. Evliya Çelebi şehrin yerleşimiyle birlikte evlerin konumunu,“Evvela Sivas şehrinin kuzey tarafı ensesindeki dağlara Sıpnişan Dağı derler. O yüksek dağların eteğine kurulmuş, büyük bir şehirdir. Bütün evlerinin yüzleri kıbleye doğru, Sivas Sahrası’na Eğriköprü tarafına bakmaktadır,” diye anlatıyor.

Bugünkü Sivas’ta çoğu 18-19. yüzyıla tarihlenen mimari dokudan arta kalan tarihi yapılardan ve konaklardan bir kısmı onarılmış. Kaleden bakınca görünen Gök Medrese bunlardan biri. Yıllardır bitmeyen ve çeşitli teknik-estetik eleştirilere maruz kalan restorasyon çalışmalarına rağmen bu önemli yapının hiç değilse yıkılmaya terk edilmemiş olması teselli vesilesi oluyor. Asıl adı Sahibiye olan medrese 1271 yılında Sahib Ata Fahrettin Ali tarafından Konyalı mimar Kaluyan’a yaptırılmış. Uzaktan bakınca bile etkileyici bir görünüme sahip yapının taç kapısı Selçuklu mimarisinin tipik özelliklerini taşıyor. Acem illerinde ve Asya içlerinde bugün inşa edilen camilerde hâlâ kullanılan bu form Anadolu’da görmeye alışık olduğumuz dini yapılardan tamamen farklı. Gök Medrese’de olduğu gibi ihtişamlı bir taç kapının üstüne iki minare eklenerek çarpıcı bir giriş elde edilmiş.

Tokat ile birlikte Selçuklu eserlerinin en çok bulunduğu Kayseri ve Sivas, çini bezemenin önemli bir yapı öğesi olarak kullanıldığı bu tarzın mükemmel örneklerini barındırıyor. Tebriz’de aynı adla “Göğ Mescit” diye bilinen muhteşem cami, Sivas Gök Medrese’den tam iki yüz yıl sonra yapılmış. Birinin açık mekânlı, diğerinin örtük olması önemli bir fark ancak cepheleri itibariyle ikiz kardeş kadar benzeşiyorlar. Sivas Gök Medrese’nin çarpıcı özelliklerinden biri, taç kapının üst iki köşesinde içi içe girmiş hayvan figürlerinin işlenişindeki ustalık. Burçları temsil ettiği düşünülen bu figürler gök bilim konusunda oldukça ileri seviyedeki bilgilerin yansıması olarak değerlendiriliyor.

Konaklar

Gök Medrese bir zamanlar Sivas’ın geleneksel evleriyle, köşklerle çevriliymiş. Bugün apartman blokları arasında kalmış. O eski köşklerden biri, Akaylar Konağı onarılmış ancak nasıl bir işlevle şehir hayatına katılacağı belli olmadığı için, şimdilik çoluk çocuk camını çerçevesini kırmasın diye bekçilik eden, meraklılara kapısını açıp gezdiren bir görevliye teslim edilmiş. 1870 tarihinde inşa edilen konak, onarıldıktan sonra 2004 yılında Cumhuriyet Üniversitesi tarafından “sanat evi” olarak değerlendirilmek üzere devralınmış ancak bir süredir kayda değer bir faaliyet görülmüyor.

Anadolu’nun çeşitli kentlerinde restore edilerek ayağa kaldırılan tarihi yapıların çoğunda karşılaşılan problem Sivas’ta onarılan konaklar için de geçerli. Toparlanıp yıkımdan kurtarılmışlar ancak içinde insan nefesi dolaşmayanlar öylece garip kalmış. Evliya Çelebi bu konaklardan birine misafir olmuş. Kendi anlatımıyla, “Paşa Kalesi’nde saraya bitişik Çavuşzâde hanesini fakire konak olarak bağışlayıp bol bol tayinatlarımızı (maaştan ayrı olarak yiyecek ve erzak) aldık,” diyor. Çelebi’nin misafir olduğu yer Osman Ağa Konağı gibi bir mekândı muhtemelen. Gerçi Osman Ağa Konağı çok daha yeni, ancak eski tarzdan büyük farklılıklar taşımıyor olsa gerek. Mimarideki keskin değişimlerin teknolojik sıçramalar çağında gerçekleştiği düşünülürse Evliya Çelebi’den çok değil birkaç yüz yıl sonra yapılan Osman Ağa Konağı’nın pekâlâ o dönemin kimi özelliklerini taşıdığını söyleyebiliriz.

Mevzuyu bir hayli esneterek yapmaya çalıştığım bu yakıştırmanın sebebi, bizim de bir konakta misafir edilmemiz. Gerçi Çelebi’ninki gibi yatılı ve “tayinatlı” bir misafirlik değildi bizimki ancak şehrin yazı ve kültür insanlarıyla, tanışıp görüşme imkânını bulduğumuz yerlerden biri Osman Ağa Konağı oldu. Üstelik tam da kaleye bitişik konumdaydı. Küçük bir bahçe içindeki konak iki katlıydı, oldukça bakımlı görünüyordu, alt kat restoran olarak kullanılıyor üst katta ise Sivas Hizmet Vakfı çalışıyordu.

Ortasında bir sofa bulunan, Osmanlı mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan yapı, kazandığı yeni işlevle birlikte şehir hayatına katılmıştı. Vakfın yayınladığı Hayat Ağacı dergisi uzun süredir faaliyet yürüten bir ekibin kent belleğini ortaya çıkarmak ve kalıcı kılmak için sürdürdüğü çalışmaların ürünüydü.           Derginin Genel Yayın Yönetmeni Tekin Şener’in odası konağın üst katındaydı. Şener, şehri ziyarete gelen konukları ağırlarken yeni sayının hazırlıklarını sürdürüyordu. Derginin güçlü bir yazı ekibi vardı. Her sayıda belirli bir tema işleniyor ayrıca şehirden portreler yer alıyordu.
Derginin yazarlarından olan ve aynı zamanda yayın kurulunun sıkça hafızasına başvurduğu kişilerden biri Kadir Üredi’ydi. Bir süre şiirle uğraşan Kadir Üredi asıl olarak Sivas Cer Atölyesinin modelhanesinde otuz yıldan fazla çalışmış bir emekçiydi. Aldığı eğitim ve iş alanı gereği olağanüstü güzel bir el yazısı vardı. Daktilo ya da bilgisayar kullanmıyor, kurşunkalem ve çizgisiz kâğıdı tercih ediyordu. Derginin yeni sayısı için yazdığı sayfaları dizgiye verirken gördüm, olağanüstü güçlü grafikle akıp giden, inci gibi dedikleri türden bir yazıydı.

Kadir Üredi’nin yayınlanmış iki kitabı bulunuyor. Her ikisi de Sivas’ın yakın geçmişinin tanıklığı mahiyetinde. Üredi kitapları için: “Son senelerde bildiklerimi, yaşadıklarımı, çocukluğumdan itibaren büyüklerimden öğrendiğim eski zamanlara dair bilgileri gelecek nesillere aktarma çabasına girdim. Radyonun, telefonun, televizyonun olmadığı, gazetelerin haftada, ayda bir okunabildiği uzun ve soğuk kış gecelerinde, konakların selamlık odalarında yapılan uzun sohbetlerden dinlediklerimi anlatmayı, naçizane yazmayı bir vazife bildim,” diyor. Yazar şehrin bu günkü halini tanımlarken insanların birbirine saygısının ve sevgisinin azalmış olmasından yakınarak, “şehir kültürü yok edildiği gibi sanayi de gelişemedi,” diyor.

Üredi’nin kitaplarında anlattığı Sivas bugün yok. Gerçi Evliya Çelebi de kendi gördüğü Sivas’ın bir zamanlar anlatılan Sivas’tan çok başka olduğunu belirtiyor, o eski ve şenlikli Sivas şehrinden geriye kalıntılar kaldığını söylüyor, “Sivas’ı Gahhâk-ı Mârî inşa etti derler, ama Geyümers Sivas’da gömülüdür,” dedikten sonra, “Bunun zamanında Sivas şehri o kadar bakımlı idi ki Sivas Ovası’nda aslâ ziraat olunur ekim yeri yok idi. Tâ Kızılırmak Nehri kenarına dek bakımlı ve şenlikli yerler idi. Hâlâ kalıntıları açık seçik bellidir,” diyerek geçmiş zaman hallerinden dem vuruyor. Eski zamanların idealize edilmiş yaşantılarını biraz da hasretle yâd etmek galiba bu günü yaşanılır kılmanın yollarından biri; belki biraz da geleceğin daha güzel olacağına dair umudu taze tutmanın aracı.

Üredi ile Çelebi’de Hanlar

Şehrin yakın dönem hafızasını kaydeden Kadir Üredi, Sivas’ta birkaç tane kalmış olan hanlar konusunda yaptığı çalışmadan söz ederken, “Yakın tarihlere kadar varlığını sürdüren, yolculara, çarşı esnafıyla şehir halkına hizmet sunan, ne yazık ki 1980’li yıllarda iki, üç hanın haricinde tamamen yok edilen Sivas’taki hanların 70-80 yıl evvelki hallerini araştırdık,” diyor. Üredi, “Bilge dostlarla, bizzat han işletenlerle, hanlarda çalışıp yolculara hizmet sunanlarla yaptığımız sohbetlerde bilgilerinden yararlandığımız yaşlı dostlarımızın anlattıklarına göre Sivas’taki hanlar; Dikilitaş, Kepçeli, Nalbantlarbaşı ile Mahkeme Çarşısı’nda toplanmış,” diye devam ediyor ve bu hanlardan yirmi bir tanesinin adını sayıyor.

Evliya Çelebi’de “Tüccar konuk saraylarının anlatılması” başlığıyla hanlardan söz ederken, “Tamamı küçük ve büyük 18 handır. Evvelâ saraçhane içinde Behram Ağa Hanı yeni yapı güzel handır ki tamamı 50 ocaktır. Ve ona karşılık Kapan Hanı ve Hasan Paşa Hanı; niceleri Muhtesib Hanı derler, zira muhtesib ağa orada işlerini yürütür. Kaşıkcızade Hanı, Şeyh Efendi Hanı, Nalbantlar Hanı, İbrahim Efendi Hanı ve Taşhan. (…)Meşhur hanlar bunlardır,” diyor. Şimdi sözün tam burasında şöyle bir açıklama yapmam gerek sanırım. Bir devrin ekonomisine ve o dönem tüccarlarının ihtiyaçlarına cevap veren vazgeçilmez yapıların hanlar olduklarını biliyorum; tıpkı o üretim tarzı ile o ticari ilişkilerin geçerli olmadığını bildiğim gibi. Hal böyle olunca, Sivas üstüne yazarken hanlar konusunda kalem oynatmanın ham bir nostaljik tavırla ilgisi olmadığını eklemeliyim. Gezi yazılarında sıkça görülen ve geçmişten kalmış iki parça esere övgüler düzmekte sınır tanımayan tutumla alakası yok söylediklerimin. Meramım, bir kültür ve tarih takibiyle, toplumsal hafızayla ilişkili.

Taş Han

Taş Han mesela; şimdi bu hanın ikinci katını çepeçevre dolaşan balkonda oturmuş okkalı kahve höpürdetirken aşağıdaki küçük oval havuzun yanağı kırık aslan kafalı fıskiyesini seyrediyorum. Kadir Üredi oldukça güzel işlenmiş bu fıskiye aslanın kırılma hikâyesini bir dostunun ağzından aktarıyor, “Rahmetli Yılmaz Ada, Taş Han’ın ortasındaki aslanlı çeşmeyle ilgili şunları anlatmıştı,” diyor: “Hanın ortasındaki çift başlı aslanın ağzından akan suyu avuç avuç içmenin tadı başkaydı. Yıllar önce, dondurucu bir kış sabahı hanın kapılarını açıp içeri girdiğimizde, elips şeklindeki aslan başlı havuzun yekpare bir buzla kaplandığını gördük. Esnaftan birkaç arkadaşımız, keser ve nacakla buzları kırmaya çalışırken dikkatsizce vurulan bir nacak darbesi aslanın kafasının bir bölümünü kopardı. Bu kazaya çok üzüldük. Ne zaman bu pınardan su içsem arkadaşlarımın hoyratça buz kırmaları gelir aklıma, üzülürüm…”

Şehirli olmak böyle bir şey. Eğer kamusal bir mekânda, kırılmış bir havuz fıskiyesinin hikâyesi birkaç kuşak sonra bile hafızalarda kalıyorsa yerleşik bir kültürden söz edebiliriz demektir. Ancak o zaman yaşadığımız yerin gerçekten sahibi oluyoruz ve kimliğimizi, kişiliğimizi kent dokusuyla birlikte inşa etmeye başladık demektir. Bu nedenle Kadir Üredi’nin ve Hayat Ağacı’nın tuttuğu bellek kaydının Sivas’ta hayatı zenginleştirdiğini düşünüyorum. Tıpkı Evliya Çelebi’nin bir hayli erozyona uğramış olsa bile anlattıklarının o dönemin kaydı olması itibariyle önem taşıması gibi.

Muhtemelen Evliya Çelebi’nin tam 363 yıl önce gelip gördüğü ve Sivas’ın dikkat çeken hanları arasında adını andığı Taş Han burası değil. 18. yüzyıla tarihlenen ve gayet sanatlı, üstün bir estetik yapıya sahip bina belki de çok daha eski bir Taş Han’ın yerine inşa edilmiş olabilir. Sivas’ta dört asra yaklaşan bir “Taş Han” mevzusu var ve bu hanın Kadir Üredi’nin kalemindeki macerası bile Sivas’ın çok önemli tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik kaydı mahiyetinde. Yani 80’lerde ortadan kaldırılan hanların her biri aslında Sivas tarihinin bir kanadına tanıklık eden tarih kayıtlarını tutuyordu, kaybolmalarına “vah”lanmam sadece bu yüzden.

İçtiğim sade kahvenin yaldızlı fincandaki telvesi soğuduktan sonra ağzımdaki kıvamlı tadı akide şekeri gibi sedefli yaldızlar çaktırarak kaybolup gidene kadar etrafı seyrettim. Taş Han’ın duvarlarında gölgeler gezinmedi, ben hayallere dalıp merdivenlerin yorgun basamaklarından geçmiş zamanlara inmedim. Sadece Kadir Üredi’nin Taş Han hakkında anlattıklarını dinledim: “Yıllar önce içerisindeki dükkânların tamamına yakınında ipekli ve kıymetli kumaşların satıldığı Taş Han’ın üzerinde bulunduğu Atatürk Caddesi 1928 senesine kadar daracık bir yoldu. Bu yol genişletilinceye kadar tarihi Taş Han’ın yol üzerindeki dükkânlarının bazılarında leblebi kavrulup satıldığı için buraya ‘’Leblebiciler Çarşısı’’ da denilirmiş.

Bir dönem sessiz, bakımsız ve kiracısız kalan hanın dükkanlarını Eyüp Zifiryemez, İbrahim Gedikli, Yılmaz Ada, Halis Başara, Emin Yılmaz, Etem Efendi, Emin Tümay, Konyalı Osman, Halim Çerçil, Fahri Çamlıbel gibi girişimciler kiraladı. Zamanla bina, çorapların, şapkaların, valizlerin, ayakkabıların, halı ve mobilyaların, yılbaşlarında duvar takvimlerinin, bez ve kumaşların, gazyağı ve benzinin satıldığı, Çaycı Bayburtlu Cemal Ağa’nın demlediği çayların yudumlandığı çok amaçlı bir iş merkezine dönüştü. Bu yüzden Sivaslılar buraya ‘Sivas’ın Mahmutpaşası’ demeye başladı’’ diye anlatırdı merhum dostum Yılmaz Ada.

Yanlış hatırlamıyorsam, Tayyare Cemiyeti de bu hanın ikinci katında Sivas şubesini açmıştı. 1868 tarihli salnamede bu hanın ıslahhane olarak da kullanıldığını anlatıyor. Seferberlik senelerinde Sivaslı kunduracı ve saraç ustalarının hiçbir ücret talep etmeden bu handa askeriyenin atları ve arabaları ile cephede savaşan askerler için aylarca çalışarak malzeme hazırladıklarını da eskinin kunduracı ustalarından dinlemiştim.

O zamanların Sivas’ında bu hanlar şehrin nabzının attığı mekânlar olarak bilinirdi. Uzak diyarlardan gelenlerin anlattıkları havadisler, verdikleri bilgiler, kulaktan kulağa aktarılarak Sivas’ın en ücra bölgelerine kadar yayılırdı. Bu hanlarda çay ocakları vardı. Ahali bu çay ocaklarında oturur, birbirleriyle kah yarenlik kah münakaşa ederdi. Çok zaman da müşkül meselelerin halli için müşavere edilirdi,” diyor.

Behrampaşa Hanı

Sivas’ta kaldığım günlerde oteldeki odamın penceresinden yarısını görebildiğim Behrampaşa Hanı, Taş Han’dan çok daha büyük ve şehrin çok farklı ihtiyaçlarını bir arada karşılayacak imkânlara sahip bir yermiş. Kadir Üredi’nin anlattıklarına kulak verecek olursak:

“Ahi Emir Caddesi’ndeki Behram Paşa Hanı, bazı kaynaklarca Purut Han olarak isimlendirilir. Bir zamanlar deve kervanlarının, at arabalarının oluşturduğu nakliye araçlarını, at üstünde yorgun argın gelen tüccarları konuk eden bu han daha sonraları süvari kışlasına dönüştürüldü. 1960’lı yıllara kadar ordunun atlı araç bakım onarım merkezi oldu. Atların sağlık hizmetlerinin görüldüğü hayvan hastanesi olarak kullanılırken acemi askerler at sağlığı, nalbantlık hususunda eğitim alarak yetiştirildi. Zaman zaman pehlivan güreşleri bu handa yapıldığı için güreş izlemeye gelen meraklılarla hınca hınç dolduğunu da anlatırdı büyüklerimiz. 1967 senesinde Vakıflara devredilen han bir zamanlar da Sağlık Bakanlığının bölge ecza deposu olarak kullanıldı. Sonraki yıllarda Fakir Talebeleri Koruma Derneği tarafından talebe yurdu olarak kullanıldı. Daha sonraları birileri tarafından çay bahçesi, otopark olarak kullanılmak üzere kiralanan han 1988 senesinden sonra mermer atölyesine dönüştürüldü. Geçtiğimiz yıllarda tekrar vakıflara geçen hanı Sivas Belediyesi devralarak yeni bir restorasyon çalışması başlattı.”

Bütün bu özetlenmiş toplumsal tarih belki kuru bilgiler toplamı olarak görünebilir ancak pekâlâ bu mekânlardan her biri bir romana, bir filme, bir senfoniye konu olacak zenginlikte hikâyeler barındırıyor. Bugün kuru bilgi gibi görünen bu tarih notlarını kaydeden toplumsal bellek, incelmiş bir kültürel evrede her birini sanatın konusu yapacaktır muhtemelen. İşte o zaman yaşadığımız kasabalar, şehirler kendi varlığımızı içinde hissederek, anlamlandırdığımız ve koruyarak geliştirdiğimiz yerler olur.

Çarşılar

Sivas çarşıları küreselleşen dünyada Anadolu’nun herhangi bir yerindeki çarşılardan farklı bir görünüm sergilemiyor. Gerek üretilenler, gerek vitrinlerde sunulan her şey herhangi başka bir şehirde göreceklerimizden farklı değil. Büyük oranda turistik mahiyette kalmış çakı bıçak yapımı, ibrişim sarmayla üstü yazılan ağızlık imalatı, kemik tarak ve halı dışında özgün bir üretimden söz edemiyoruz. Şehrin çarşısı da eskiden olduğu gibi tek merkezde toplanmamış, eski ve yeni yerleşimlerde irili ufaklı çarşılar kurulmuş.

Evliya Çelebi “Sultan Çarşısının Özellikleri” başlığında anlatırken, “Tamamı 1000 adet süslü dükkânlardır. Ulucami yakınında bedesteni bakımlıdır. Sipahipazarı meşhurdur ve saraçhanesini Sultan Murad vâlidesi, Behram Ağa yeniden kârgir yapı olarak yaptırmıştır. Ana yol üzerinde bir tertip dizilmiş, üstleri kapalı bakımlı saraçhanedir. Debbağhanesi, haffafhanesi (ayakkabı terlik ve saire yapan ve satan) ve kuyumcular işliği başka güzellikler çarşısı, süslü dükkânlardır,”diyor.

Bugünkü görünümü içinde Sivas’ın çarşıları ana meydana açılan iki cadde üstünde yoğunlaşmış. Caddelerden biri belediyenin önünden geçerek Taş Han’ı sağda, Paşa Camii’ni solda bırakarak yumuşak bir inişle devam ediyor. Diğer eski yapılar gibi çukurda kalmış Meydan Camii’ne yaklaşırken, sol yanda şenlikli bir sebze haline kavuşmadan önce Ziya Bey Kütüphanesi’ne bir yol ayrılıyor. Bu kütüphane özel bir yer. Hele taş binasına bakıp içeri girer girmez karşınıza çıkan kabul salonundaki camlı ahşap dolaplar dolusu kitapların arasına girince bir güzel atmosfere düşüyor insan. Kütüphanelerin kendine özgü sessizliğini sadece kitap okuyanların suskun ve durgun hallerine bağlamamak lazım. Kütüphaneler kitapların yaydığı o büyük enerjiyle, sessizliğin sesiyle doludur. Ziyabey Kütüphanesi estetik bir taş yapının içinde 1908’den beri yaşadığı için özel bir atmosfere sahip.

Mütevellioğlu Yusuf Ziya Başara geç Osmanlı mimarisine sahip binayı özel kütüphanesi olarak yaptırmış. İri kesme taşlarla işlenen bina oldukça etkileyici bir görünüme sahip. Yusuf Ziya Bey tuzla hisselerinden gelen parayı kütüphane yapımına harcamış Ayrıca binanın altındaki altı dükkânı yeni kitap alımı ve hizmetlerin sürdürülmesi için gelir kaynağı olarak yaptırmış. Kültür bakanlığına devredilmiş olan kütüphane birkaç kez bakım ve onarım için kapatılmış. Kütüphanede el yazması eserlerin yanı sıra nadir baskı kitaplar da bulunuyor. Güncel eserlerle birlikte toplam kitap sayısı 18.365 olarak belirlenmiş.

Kütüphanenin alt katındaki dükkânlar güzel sanatlar galerisi olarak düzenlenmiş, üst kat ise ihtisas kütüphanesi olarak tasnif edilmiş. Ziya Bey Kütüphanesi devasa bir salonda sıra sıra dizilmiş masalarla alışıldık bir kütüphane görüntüsü yerine çok daha sıcak bir atmosfere sahip. Makul büyüklükteki odalarda zarif kitaplık dolapları arasında rahat bir çalışma ortamı sunuyor. Kütüphaneden çıkınca zengin bir sebze halinin giriş kapısıyla karşılaşılıyor.

Şehirde tarımsal ürünlerin ve geleneksel yöntemle işlenmiş yiyeceklerin kolayca bulunduğu bu çarşıda özellikle peynir çeşitlerine dikkat etmek gerekiyor. Anadolu’nun gizli hazinelerinden biri olan yerel peynirler Sivas’ta da geniş bir çeşitliliğe sahip. Bizim dolaştığımız günlerde küflü çeçil peynirinin mevsimiydi ve her tulumdan farklı lezzetler çıksa bile her biri zengin bir damak kültürünü yansıtıyor.

Şehirdeki günlerimiz boyunca bu caddeden aşağı yukarı defalarca gidip geldim. Ziya Bey kütüphanesi gibi kültür merkezleri ve zengin kitapçıların çoğu bu civardaydı. Bütün memleketle birlikte Sivaslıları da derinden üzen Madımak Oteli bu caddenin üstündeydi ve siyah camlarıyla yüzünü kapamış öylece duruyordu. Az ilerideki Vilayet Merkezi, Belediye Binası, Askeri tesis meydanının çevresine dizilmişti. “Sivas Tarihi’nin derinliklerindeki dönemeçleri barındırıyor,” dediğim bu meydanda Buruciye Medresesi, Çifte Minare ve Şifahiye Medresesi ile birlikte Kale Camii bulunuyor.

Medreseler ile Camiler

Bu meydan Sivaslıların zaman geçirdikleri, çevredeki çayhanelerle birlikte medreselerin avlusuna kurulmuş kafelerde buluştukları önemli bir kamusal alan. Özellikle hafta sonları ve yaz akşamları bir hayli hareketli oluyor. Buruciye Medresesi meydanın en göz alıcı yerinde duruyor. Taç kapısı sarı taşlardan oyulmuş, Selçuklu sanatının inceliklerini yansıtıyor.

1271 yılında Anadolu Selçukluları döneminde III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında inşa edilen binanın Buruciye adını alması yapıcısıyla ilişkilendiriliyor. İran’da Burucerdi’den gelme Muzafferiddin tarafından yapılan Medrese gerçek bir başyapıt. Burucerdi adının köşklerle, konaklarla, medreselerle anılması sadece Sivas’a özgü değil. İran’da Kaşan’daki Burucerdi Evi, olağanüstü bir sivil mimari, kent kültürü ve süsleme sanatının şaheser örneği olarak günümüze kadar gelmiş. Bu meydan bir Selçuklu eserleri müzesi. Şifahiye Medresesi az ötesindeki Buruciye’den daha eski bir yapı. 1217 yılında I. İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılmış. Sultanın kabri de külliyenin içinde. Türbe kitabesinde,

“Biz ki dünyayı terk edip göçtük,

Gönül derdi ettik matemler biçtik,

Şimdiden sonra nöbet sizdedir,

Biz sıramızı savdık da geçtik” yazıyor.

Uzun süredir restorasyon çalışmaları süren yapıda çalışmalar tamamlanmış. Şifaiye Selçukluların en eski ve en büyük tıp merkezi olarak biliniyor. Darüşşifa olarak yapılmış 1768 yılında medrese olarak kullanılmaya başlamış. Avlunun ortasında büyükçe bir havuz bulunuyor. Giriş eyvanındaki mekânlar ve avlu çevresindeki hücreler dükkân olacak şekilde düzenlenmiş. Sivas’ta bulunduğumuz günlerde Şifaiye Medresesi bambaşka bir işlevle Sivas’ın günlük hayatına yeniden katılmaya hazırlanıyordu. Hediyelik eşya satan dükkânlar son hazırlıklarını tamamlıyor, avludaki kafe işlemeye hazır bekliyordu. Şifaiye’nin tam karşısındaki Çifte Minareli Medrese ise sadece ön cepheden ibaret. İhtişamlı yapıdan geriye sadece giriş porteli kalmış. 1271 yılında İlhanlı Veziri Şemsedin Cüveyni tarafından yaptırılan medresenin iç kısmı çocukların zevkle top koşturdukları bir alan olmuş. Böylece tarihle iç içe yaşayan Sivas’ın bu geniş meydanında geleceği temsil eden çocuklar kendileri için bir alan yaratmayı başarmışlar.

SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN

Evliya Çelebi’de 300 yıl önce 

İbn Batuta, 1350’ler

“Bu şehir de Irak’a bağlıdır; hatta Irak (İlhanlı) ülkesinin en mamur şehirlerindendir. Tahsildarlar ile büyük hükümdarlar burada otururlar. Şehir pek düzenli ve bakımlı olup geniş caddelere sahiptir. Çarşıları fevç fevç insanla dolup taşıyor.Burada medrese tarzında inşa edilmiş “Dâru’s-siyade” (Seyyidler Konağı) adlı büyük bir bina var ki sadece peygamber soyundan gelen misafirler ağırlanıyor; yani “Nakibüleşrâf” bu konakta oturmaktadır. Misafir kalan şerife konakladığı sürece yiyeceği, içeceği, mumu ve kullanacağı diğer eşya bu müessese tarafından verilir; yola çıkarken de yol harçlığı gönderilir.”

 

SİVAS KAYNAKÇA

-BAKİLER, Yavuz Bülent, “Âşık Veysel”, Burûciye Yayınları, 2011 Sivas.

-ÇINAR, Fatih, “Mor-Mûr Ali Baba”, Burûciye Yayınları, 2012 Sivas.

KARAKOÇ, Halit (Koordinatör), “Sivas Gezi Rehberi”, Sivas Valiliği Yayınları, 2012 Sivas.

-KALENDER, Murat (Yayına Hazırlayan) “Posta Şiir Yarışması Sivas Postası Şiirler”.

-KAYA, Doğan, Çöm Çöm Çömbelek, Kitabevi, Sivas

-MUTLU,N.Yücel, “Sivas İli İdari Birimlerine Ait Eski ve Yeni Yer Adları”, Burûciye Yayınları, 2011 Ankara.

-ÖZEN, Kutlu, Sivas Yöresi Geleneksel El Sanatları, Kitabevi

-SAYDAM, Mustafa (Ed.), “Sultanşehir Sivas 2010”, Sivas Belediyesi Yayınları

-SUBAŞI, İbrahim (Ed.) 1. Ulusal Sivas Sempozyumu Sivas’ın Dünü Bugünü ve Geleceği”, Tebliğler Kitabı, 2010 İstanbul.

-SUBAŞI, İbrahim (Ed.) “Birlikte Yaşama Kültürü 2. Ulusal Sivas Sempozyumu Tebliğler Kitabı” Sivas Platformu Yayınları, 2010 İstanbul.

-TOPARLI, Recep (Haz.), Sivas Kongresi’nin Tutanakları”, sivas 2010

-TOPCU, Necaattin, “Âşık İsmetî”,Burûciye Yayınları, 2012 Sivas.

-TUNÇ, Erdoğan, “Buruciye Şiir Antolojisi 2010”, Asitan, 2010 Sivas.

-UZUNÇARŞILI, İ.Hakkı; NAFİZ, Rıdvan;TOPARLI, Recep; “Sivas Şehri”, Sivas Ticaret Od. Yay. 1997

-ÜÇER, Müjgân “Anamın Aşı Tandırın Başı Sivas Mutfağı”, Kitabevi, 2006 İstanbul.

-ÜREDİ, Kadir, “Şehrin Ahşap Zamanı”, Ötüken yayınları, 2009 İstanbul.

-ÜREDİ, Kadir, “Bir Şehrin Bei Hali”, Ötüken Yayınları, 2009 İstanbul.

-YILDIZ, Alim(Ed), “Kültür Tarihimizde Sivaslı Bir Aile Sarıhatipzadeler”, Buruciye Yayınları, Sivas 2011.

-YILDIZ, Alim (Ed), “Sivaslı Sûfî Şair Ahmed Suzî ve Dönemi”, Buruciye Yayınları, 2012 Sivas.

-“Lezzetler Diyarı Sivas”, Broşür, Sivas Valiliği Yayını.

“-Bir Bulut Bin Damla Şiir Antolojisi” Vilayet Yayınevi 2010 Sivas.

-“Sivas Kültür ve Sanat Dergisi Hayat Ağacı”, Yayın Koordinatörü Şener Tekin Sayı 1-20