Gayan

Gayan, 1915 sonrasında hayatta kalabilen Ermenilerin toplandığı ve başta çadırlarda, daha sonra ise çoğunlukla teneke damlı kulübelerde hayata tutunabildikleri, zaman içinde fakir mahallelerine dönüşmüş olan kamplara verilen isim. Gayan, bu bakımdan Ermenilerin belleğinde hem 1915’i ve yaşanan büyük kayıpları, hem de hayatta kalabilme çabası ve iradesini ifade ediyor.

Yazı ve Fotoğraflar: Erhan Arık

Köklerin Ağrısı, Köklerin Çağrısı

“Nenem şu gördüğün Akhuryan’ın yanına yaklaşmazdı, balık bile yemezdi. Çünkü 1915’te bu nehirde dört çocuğunu gözlerinin önünde boğarak öldürmüşler, sonra da ‘Buraya dönmezsin artık herhalde’ demişler. Nenem sabah saatlerini hiç sevmezdi, nehrin sesi geldiği için. Nehrin sesiyle birlikte çocuklarının hırıltılarını da duyduğunu söylerdi. Şimdi nehir, aramızdaki sınır çizgisi. Ben şimdi o nehri nasıl geçeyim evladım? İnsan acılarını, ölülerini gömdüğü gibi kolayca gömemiyor ki…” 2010 yılında yaptığım iki aylık Ermenistan yolculuğu, dinlediğim bu hikâyeyle son bulmuştu. Ardahan’da doğup büyüdüğüm, Ermenilerden kalan evimizle ilgili bir rüyanın ardından çıktığım o yolculukta, hiç aşılamayacak bir çizginin, derin bir hafızanın etrafında dolandım. Hatırlamak ile unutmak arasındaki o çizgide kaldım. Birkaç yıl sonra farkına vardım ki acılar gerçekten gömülemiyordu; Ermenilerden o nehri geçmelerini beklemek haksızlıktı. Gidenleri, çocuklarıyla, torunlarıyla birlikte anabilmek için ben o tarafa geçmeliydim.

 1915 sonrasında, hafızalarını, sürgünün ilk güzergâhı olan Suriye’ye, Irak’a, Lübnan’a, Ürdün’e, Filistin’e, İsrail’e, Ermenistan’a taşıyan Ermenilerin şimdiki mahallelerinde ve yeni vatanlarında, her mekânın bir hafızası, her hafızanın da yaşayabilmek için bir mekâna ihtiyacı olduğunu gördüm, hissettim. Öyle olmasaydı, Lübnan’da doğup büyümüş olan Vazgen, babasının ölümün ardından, yanına bir kalem ve bir defter alıp, sadece ona anlatıldığı kadarıyla aşina olduğu memleketi Kayseri’yi görmek için yola düşer miydi? Oraya vardığında babasının evinden, bahçesinden geriye kalanları ve Erciyes Dağı’nı defterine resmeder, Lübnan’a döner dönmez bunları yakınlarına gösterir miydi?

Kökleriyle birlikte ortadan kaldırılmaya çalışılmış bir hafıza nasıl resmedilebilir? Ve niçin? Vazgen Lübnanlıydı gerçi, ama memleketi Türkiye’deydi. Türkçe de biliyor, Kayseri şivesiyle konuşuyordu. Dedesinin evinin bahçesindeki ağacın ayakta olduğunu görmeye, o resmi hafızasının bir yerinde taşımaya ihtiyacı vardı. Köklerin çağrısıydı bu. Zorla koparılan ve avuçta kalan haliyle, gidilen her yeni ülkede ısrarla yeşertilmeye çalışan köklerin ağrısıydı.

Peki, geçmişin peşine düşmek bu kadar kolay mıydı? Ruhlarına bir ince sızı olarak yerleşmiş olan bu hikâyede her bir Ermeni başka bir yerde duruyordu; yola düşenler ya da düşmek isteyenlerin her biri başka bir şeyin peşindeydi. Kimi ona miras kalan anahtarın kapısını arıyor, kimi duvarına astığı yazmanın kayıp sahiplerinin izlerini sürüyor, kimi huzurlu uyuyabilmek için sadece bir avuç toprağa ihtiyaç duyuyordu. Kimi içinse, bu topraklarda kendinden hiçbir iz kalmamıştı; orada geçmişin peşine düşmek, kaybedilenlerin acısını katlamaktan başka bir işe yaramazdı, hatta oraya ayak basmak ‘haram’dı. Beyrut’ta tanıştığım Jirayr Bey, “Gündüz vakti ellerinde kandil, her biri geçmişini arıyor” demişti. Bu ihtiyar adam, gözleri dolu dolu, kendi hikâyesini bana niçin anlatmıştı? Çünkü “annesi zulüm yollarına düştüğünde onlar için ağıtlarla saçlarını yolan da, onların canına kıyan da” ‘biz’dik ona göre…

***

İsfahan’da, Ermenilerin kaldığı bir huzurevinde 20 yıldır kardeşiyle birlikte yaşayan Jenik’in odasındayım. Kardeşi çok hasta.

– Yarın gidiyorsun artık, değil mi?

– Evet. Niçin sordunuz?

– Annemle bir fotoğrafımızı çeker misin?

– Annenizle mi?

– Evet, yani fotoğrafıyla.

– Olur tabii. Babanızın fotoğrafı yok mu?

– Yok. Annemle çek.

– Tamam.

Annesinin fotoğrafını çıkarıyor dolabından. İki kız kardeşi, o fotoğrafla, anneleriyle birlikte görüntülüyorum. Öte dünya ile bu dünyayı buluşturan, deklanşöre bastığımda, belki bir göz kırpımlık süre için de olsa, ruhları huzura kavuşturan bir ‘aile fotoğrafı’…

***

Beyrut’tayım.

– Peki bu fotoğrafı nerede çektin?

– İsfahan’da.

– Arkadaki kadının üzerindeki örtünün hikâyesini biliyor musun?

– Hayır.

– Nenelerimiz buraya, Lübnan’a geldiklerinde hiçbir şeyleri yokmuş. Kıyafetlerini kamplarda buldukları bez parçalarından dikerlermiş. Bu renkli battaniyeleri de öyle örmüşler. Bize onlardan miras bunlar, o günlerin hatırası.

Anlıyorum ki, hatıra olsun diye çektiğim fotoğrafla aslında bir hafızayı kaydetmiştim mekânından çok uzakta, başka bir ülkede kendi sarmalını tamamlayan bir hafızayı…

Dokunamayacağımızı düşündüğümüz geçmiş, geçmiş bir zaman değildi; bir şekilde, benim ‘şimdi’mde karşıma çıkıyordu. 1915’in ardından hayatta kalan, ailelerini kaybetmiş çocukların Lübnan’da yerleştirildikleri ilk yer olan, Cübeyl’deki ‘Birds’ Nest’ (Kuşların Yuvası)Yetimhanesi, karşıma çıkan bu hafıza mekânlarından biri. Bugün hâlâ öksüz-yetimlerin ve fakir ailelerin çocuklarının barındığı, eğitim gördüğü bir yer. Okul müdürü karşılıyor beni. Öğle yemeği zamanı. Çocuklarla beraber yemek yedikten sonra, onların toplu fotoğrafını çekebileceğim bir yer bulmak için etrafı gezmeye başlıyoruz. Yemekhanenin hemen arkasında yer alan salona giriyoruz. Duvara büyük harflerle ‘Birds’ Nest’ yazılmış, büyükçe bir sahne… Salonun bir şapelle birleştiği yerdeki kapıdan dışarı çıkıyoruz. Karışımızda, tıpkı bir kuş yuvası gibi, köşeleri yuvarlanarak duvarla buluşan, geniş bir taş merdiven…

– Çocukların fotoğrafını burada çekebilir miyim?

– ‘Birds’ Nest’ yazısının önünde çekmeyecek miydin?

– Öyle düşünmüştüm ama burası daha iyi.

– Neden?

– Bilmem, çocukluğumu hatırlattı bana burası.

– Ama bu senin hikâyen değil, bizim hikâyemiz [gülümsüyor]… Olur. Sonra sana bir şey göstereceğim. İşin bitince odama gelir misin?

– Tabii. Ne göstereceksiniz?

– Gelince görürsün.

Çocukların fotoğrafını çektikten sonra müdürün odasına çıkıyorum. Masasında duran fotoğrafı bana uzatıyor. Çocukların fotoğrafını çektiğim merdivenlerde çekilmiş. Onlarca yıl buradaki yetimlere annelik eden Maria Jacobsen, 1950’lerde, çocuklarla birlikte…

‘Kılıç artığı’ çocuklardan bazıları sürgün yollarında yakalandıkları hastalıklar nedeniyle, bu ‘yuva’ya vardıktan kısa süre sonra hayatını kaybetmişti. Mezarlarının başucunda duran kayanın üzerinde şöyle yazıyordu “Hatırla! Hayat kısa, ölüm gerçek, sonsuzluk ölümsüzdür.”

***

Beyrut’ta, Soykırım’ın yüzüncü yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bir anma etkinliğinde, sahne arkasında, yine çocukların yanındayım. Başında fesi, elinde kılıcıyla 12 yaşlarında bir çocuk; yanındaki, ondan daha küçük olan çocuğun üzerinde, kırmızı boyalar serpiştirilerek hazırlanmış bir ‘kanlı’ tişört. Birlikte, birazdan sahneleyecekleri gösteriye hazırlanıyorlar.

– Nerelisin?

Duraksıyorum, cevap vermek istemiyorum.

– Amerikalı, Fransız?

– Türkiye.

Bütün çocuklar bir anda bana dönüyor.

– Aaa, Türk müsün?

– Değilim…!

Cevabım ortamı sakinleştiriyor.

***

Ortam sakin, ben değilim. İçimde nereye koyacağımı bilemediğim hikâyeler. Çıktığım yola, uğradığım duraklara bakıyorum tek tek.

1915’te Anadolu’dan gönderildiklerinde evlerini nereye kuracaklarını bilemeyenlerin hikâyesi bu. Lübnan’da, ismi ‘Karantina’ olan bir kampa yerleştirilip, gidenlerin üzerinde yeşeren bir ağacın hikâyesi. Çektiğimse, büyük bir ailenin bütün Ortadoğu’ya yayılmış fotoğrafı; geriye kalanların, sağ ama hep eksik kalanların fotoğrafı.

Ancak o fotoğrafı çektikten, ona baktıktan sonra başlıyor benim hikâyem. Sağlarla birlikte, eksik kalan kendi küçük hikâyem. Mezarsız ölenlerin yarı kalmış hayatlarını fotoğrafında bir nebze olsun tamamlanıyorum. Dağıla dağıla…