Kara Yazgı “Berdel”
Berdel kız kardeşlerin erkek kardeşler arasında takası olduğu için gelin almaya ya da vermeye değil, gelinleri değiştirmeye gidiyorduk. Bu yüzden iki köyden birinde değil, köylerin tam ortasında buluşulması ve oraya aynı sayıda arabayla gelinmesi gerekiyordu.
Yazı ve Fotoğraflar: Fatih Pınar
Sene 1999. Ezidi Halkı konusu çalışmak üzere Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Batman’ın Ezidi köylerini dolaşıyorum. Viranşehir’in Burç köyünde üç gün kaldıktan sonra Ceylanpınar’ın Gavurga köyüne geçtim. Burada da Ezidilerin yaşadığını, fakat Müslümanlarla aynı köyde kaldıkları için asimile olduklarını duymuştum. Asimilasyonun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu köye varır varmaz bir kez daha kavradım. Günlerdir gittiğim Ezidi köylerinde el üstünde tutulurken, Gavurga köyünde ‘gazeteci’, ‘Ezidi’ dememle köyden kovulmam bir oldu. Bunu kabul etmek ağır bir hakaret gibiydi. Uğradığım şey kişisel bir hakaretten ziyade, tarihleri boyunca Ezidilere edilen hakaretlerin bir devamı gibiydi. Kimseye bulaşmadan, köyün etrafında, tepesinde, yamacında dolaşarak akşamı ettim.
Güneş batarken ben hala köyün mezarlığında bir Ezidi mezarı arıyordum. Hava karardı ve bir kişi bile koluma girip “Gel, misafirim ol” demedi. Viranşehir’e dönüp otelde kalmak istemiyordum. Yorgun olduğum için değildi bu. Her zaman, gittiğim köyde insanlarla birlikte yaşayarak fotoğraf çektiğim, ancak o zaman insanların samimiyetini kazanıp gerçek fotoğraflar çekebileceğimi bildiğim için. Ama bu kez çaresizdim. Çorak, topraktan ağaç yerine kayaların çıktığı bir bozkırın ortasında, mezarlığın olduğu höyükte kalakalmıştım. Arabaya binip Viranşehir’e dönecek olmanın ruhumda yarattığı çaresizlik duygusunu üzerimden atamıyordum. Bu, tarihi yenilginin devamıydı, “Evet, Ezidiler asimile edildi ve onlardan geriye hiçbir iz kalmadı” demekti.
Akşam ezanı okunmaya başlayınca caminin önüne gittim (şimdi o halimi hayal edince, dilenmek için cami önünde bekleyen insanlara ne çok benzediğimi görebiliyorum). Namaz bitip insanlar dağılırken hala caminin önünde bekliyordum. Sonunda biri yanıma gelip meramımı sordu. Hikâyemi dinleyince koluma girdi, birlikte evine gittik. Üzerimdeki ağırlıktan, derin bir nefes ve tebessümle birdenbire sıyrıldığımı hatırlıyorum. Hasan’ın dört karısı ve on bir çocuğu vardı. Dikdörtgen bir avluda, köyde elektrik olmadığı için ışıktan çok kocaman gölgeler yayan gaz lambalarının altında yemeğimizi yedik. Şimdi aklımda o günden geriye, yediğim yemeğin tadından çok, ellerinde gaz lambalarıyla dolaşan küçük çocukların, fotoğrafını çekemediğim kocaman gölgelerinin kaldığını görüyorum.
Yemeğin sonunda bir hazırlık telaşı başladı. Bu akşam yarın yapılacak bir düğünün gece eğlencesi olduğunu, birazdan oraya gidileceğini öğrendim. Hemen arkasından Hasan,“Ama berdel düğünü” dedi. “Allah!” diye yerimden fırladım. İşte o an verdim “Ben neredeyim ya!” sorusunun cevabını.
Hasan’ın ‘Reno Toros’una ben de sıkıştım. Zifiri karanlıkta uzun bir yolculuğun sonunda önce sesler, sonra solgun bir ışık göründü. Bir traktörün far ışığında debçi halayı çeken, rengârenk kiraz fistanlarıyla allı pullu Arap kızları gördüm. Müzik ise traktörün aküsünden çekilen bir kablonun ucundaki müzik setinden geliyordu. Traktörün farında bir belirip bir kaybolan yüzlerin ve söylenen Arapça türkülerin, atılan zılgıtların arasında kendimi birden bu dünyaya ait olmayan bir yerde hissettim.
Burası Türkiye haritasında gördüğünüz o kocaman ve bembeyaz boşluğun, Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nin tam orta yeri. Bu, yüzlerini tam seçemediğim insanlar ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Suriye’den kaçak gelen ve o zamandan beri bu taştan bozkırın ortasında mağaralarda ve alçak damlı toprak evlerde kaçak olarak yaşayan bir Arap aşireti. Elektrik olmaması bu yüzden, hatta sıralayacak olursak; okul, yol, devlet ve Türkçe de yok. Yani Türkiye’de olunabilecek en ‘başka’ yerdeyiz.
Ertesi günkü heyecanımı, coşkumu, şaşkınlığımı anlatabileceğimi sanmıyorum. ‘Takas’ın yapılacağı yere doğru giderken arabanın direksiyonunu Hasan’ın oğluna bırakıp fotoğraf makinemle birlikte camdan dışarı sarktım. Uçsuz bucaksız ve kupkuru bozkırın ortasında, gide gele yola dönüşmüş tozdan bir izin üzerinde korna ve havaya sıkılan silah sesleriyle son sürat gidiyorduk. Arabaların çıkardığı toz yüzünden göz gözü görmüyordu. Filmin en can alıcı sahnesinin en alakasız figüranını oynuyordum: Düğün fotoğrafçısı!
Berdel kız kardeşlerin erkek kardeşler arasında takası olduğu için gelin almaya ya da vermeye değil, gelinleri değiştirmeye gidiyorduk. Bu yüzden iki köyden birinde değil, köylerin tam ortasında buluşulması ve oraya aynı sayıda arabayla gelinmesi gerekiyordu. Çünkü taraflardan birinin diğerinden daha fazla arabayla gelmesi veya birinin diğerinden daha çok havaya ateş etmesi berdelden vazgeçilme sebebi olabilirdi. Bu ihtimallerin yüksekliğinden dolayı ortam bir savaş meydanı gibi gergindi. Öyle ki, o kadar hazırlıklı olduğum halde gelinlerin değiştirildiği anı fotoğraflayamadım. İki araba, arka kapıları yan yana gelecek şekilde duruyor, yüzleri kahverengi bir örtüyle tamamen kapalı olan gelinler birkaç saniye içinde yer değiştiriyor ve aynı süratle geri dönülüyordu.
Yol boyunca, benim gibi arabanın camından dışarı sarkanların havaya sıktıkları mermilerin sesleri içinde, tozdan adamlara dönüşmüş olarak gelin evine vardık. Bizim gelinin adı Feride’ydi. “Hadi canım, bir de gelinin adının Feride olması eksikti!” dediğinizi duyar gibiyim ama gerçekten öyleydi.
Damat, biraz önce giden kız kardeşinin yerine gelen karısını dışarıda bekliyordu. Aynı anda Feride’nin abisi de aynı şeyi yaşıyor olmalıydı. Feride’nin ilk kez girdiği bu evde doğup büyüyen kız, artık görümcesiydi. Kocası da abisinin kayını olacaktı artık.
Berdel düğünü burada bitiyor. Ama berdel hukuku tam da şimdi başlıyor. İlk kural şu: Taraflardan biri mutsuz olur ve boşanmak isterse diğer taraf da boşanmak zorunda.