39 Basamak: Bir Anadolu Polisiyesi
Bir edebiyat yapıtını bir başka türe dönüştürmek kulaktan kulağa oynamaya benzemez mi? Bir romanın sinemaya uyarlanması, bir öykünün tiyatroda sahnelenmesi, bir nehir şiirden senaryo çalışması… İlk söylenen bir upuzun kulaklar ve ağızlar zincirinde anlaşıldığı ve anlatıldığınca yeniden var edilmesi.
Yazı: Melike Belkıs Aydın / Fotoğraf: Umut Kaçar
Kulaklar ve ağızlar arasındaki bu yolculukta ilk metin aslından bir şeyleri illa yitirmiştir, hatta belki ortada bir asıl da kalmaz olur. Çünkü nasıl işittiysek öyle anlar, nasıl anladıysak öyle yorumlar, aktarırız. Yitirilenin yerine yenisi koyulduğunda karşımızdaki yeni bir yapıt, kendine dönük yeni bir asıldır. Bir suret olmakla yetinmez. Bazen iyi ki de öyle olur. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nın ilk temsilinin 2017’de yapıldığı “39 Basamak” oyununda olduğu gibi. İzleyici bir İskoç romanının yalın bir uyarlamasından, yansımasından çok bir Anadolu polisiyesiyle karşılaştığında ağız dolusu gülerek yaslanıyor arkasına. Sahnede izlediğimiz oyun, romanın ya da filmin yansılanmasının hepten ötesine geçiyor. Biraz eğlenmek için tiyatroya giden Richard Hanay bir ajan kadın ile tanışıyor, peşindeki adamlardan korumak için bir gecelik ağırlamak niyetindeyken de kendisini bir komplo yumağının içinde buluveriyor.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği “39 Basamak”ın oyun yönetmeni Oğuz Utku Güneş, oyunu “küresel bir kurmacayı yaşadığımız coğrafyadan anlatma” gayretinin bir ürünü olduğuna değiniyor. Böyle olunca özgün metindeki profesör bir fenni sünnetçiye, İskoçya toprakları İç Anadolu ovalarına, bir yaş günü partisi toplu sünnete, kâhin bir şeyhe, korse tüccarları iç çamaşırı satan pazarcılara, radyoda çalan şarkılar halk türkülerine dönüşebiliyor. Romanda Rus ajana evinde balık tuzlama ikram ederken sahnede karınlar bazlama ile doyuruluyor. İzleyici yerini yadırgamıyor. Polisiye geleneğinin klişeleri eğer metnin kendi kültüründe kalınsa bu denli aşina gelmezdi bize. Büyük bir istihbarat örgütünün önderi bir fenni sünnetçinin çevirdiği dolapların peşindeki Richard Hanay bize hiç de yabancı gelmiyor. Çünkü radyodan bir bozlak yükseliyor ya da sokaklarda bozacılar dolaşabiliyor.
Oyunun tarihine gelirsek, aslında İskoç Baron John Buchan’ın “The 39 Steps” adıyla 1915 yılında yayınlanan polisiye romanını ilk kez Alfred Hitchock 1935’te sinemaya uyarlamış. 2005 yılında da Patrick Barlow tiyatroya uyarlıyor. Barlow, romanı tiyatroya uyarlarken güldürüyü iyice öne çıkarıyor. Oyun, polisiye klişelerinin bir fotoğrafını çekmekle kalmıyor, onları yerlerinden de ediyor. Yani yapıyı çözmekle yetinilmiyor, yapı bozulup güldürü nesnesi haline getiriliyor. İzleyici de her klişe gibi polisiye klişelerine de gülebileceğini ayrımsıyor.
Bütün bir oyunu Gonca Yakut, Ali Eyidoğan, Hakkı Kuş, Mehmet Alp Sunaoğlu sahneliyor. Dört oyuncu bol paltolarının içinde gizlenen iki ajanı, buzdolabını, “geh bili bili” diye ısrarla çalan telefonu ya da terk edilmiş ürkütücü bir otelin işletmecisi tuhaf kadını peşpeşe sahneye koyuyorlar. Karakter bolluğunu karşılayan oyuncu ekonomisi oyunun asıl ayrıcalığı. Oyuncular hem dekor hem de roller, ya da roller hem dekor hem de karakterler, ya da karakterler hem dekor hem de oyuncular. Hem hepsi hem de içlerinden biri. Minimal dekor ve oyuncu sayısı sayesinde oyuncular müthiş yeteneklerini ortaya koyabilecekleri bir olanak bulabiliyorlar. Çünkü inandırıcılığı sağlayacak başkaca bir dayanağımız yok. Birkaç basamaktan ibaret dekor kâh Hanay’ın evinin içi kâh otel kâh tiyatro salonu kâh fenni sünnetçinin konağı. Bunun asıl nedeni Barlow’un tiyatro oyunu sırasında yaşadığı mali sıkıntı ve oyuncuların oyundan ayrılması. Oyun kendi kendini tamamlamak zorunda kalıyor. Künyeyi de atlamadan sayalım, Işık tasarımı; Ayşe Ayter, kostüm tasarımı; Tülay Kale, koreograf; Ezgi Coşkun, ses tasarımı; Ali Eyidoğan, dekor tasarımı; Oğuz Utku Güneş, yönetmen yardımcısı; Gamze Demirer, reji asistanı; İpek Sözen. Oyun, ayrıca İstanbul, Çorum, Erzurum, Gaziantep, Kahramanmaraş, Ordu, Samsun Devlet Tiyatroları’nca da sahnelenmiş.
“39 Basamak”ın polisiye geleneğinde de özel bir yeri var. Romandaki ve filmdeki Richard Hanay polisiye kahramanlarının bir prototipi aslında. Gözü pek, iş bitirici, kıvrak zekâlı ve iyi niyetli bir beyefendi. Karşısına çıkan güçlükleri zekâsıyla atlatabiliyor. Ama tiyatro sahnesinde güldürü ögesinin öne çıkması Hanay’ın başına gelenleri gülünçleştirdiğinden bir güzel polisiye yapı çözümü ile karşılaşıyoruz. Polisiye klişeleri yerle bir ediliyor. İzleyici soluğunu tuttuğu bir macera yerine gülmeye davet edildiği bir oyunu izliyor.
Oyun bir oyun olduğunu unutturmadan, tam da izleyicinin bir şeyi sadece “izlediği”nin farkında olması sağlanıyor. Oyun, izleyene kendi konumunu anımsatırken Hanay’ında izlemekle yetinebilen bencil burjuva bireyi olduğunu işaret ediyor. Dünyanın koca koca sorunlarıyla ve planlarıyla o güne dek hiç ilgilenmek zorunda kalmayan Hanay bu ayrıcalıklı konumundan kapı dışarı edildiğinde kendisini uçsuz bucaksız Anadolu bozkırında buluveriyor. Kendisi hiç de önceden hesaplamadığı bir savaşın tarafı olmaya zorlanıyor. O güne dek dünya için kendisinden bir şey katmak zorunda kalmayan Hanay’ın rahatı ajanın öldürülmesiyle kaçıyor, dünyaya ve memleketine karşı bir sorumluluk almaya kalkıyor. Hanay ne bu komployu kuranlardan ne de işletenlerden biri, üstelik haberi bile yok ama bir seçim yapmaya zorlanıyor. Belki de Hanay’ın başına gelen bunca tuhaf işlere böyle içten gülerken bu denli yakınımızda duyumsamamızın bir nedeni de budur. Kim bilir…