Müzik Rotası
İstanbul’un tarihi ve kültürel mekânlarında gerçekleştirilen 46. İstanbul Müzik Festivali’nin dikkat çekici etkinliklerinden biri Müzik Rotası’ydı. Müziğin ve tarihin izinde İstanbul’un saklı güzelliklerini keşfetmek üzere yola çıkan Müzik Rotası, bu kez Galata’dan Karaköy’e Musevi ve Hıristiyan cemaatlerinin kutsal mekânlarına konuk oldu.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
Müzik Rotası’nın ilk durağı olan İtalyan Sinagogu’nun önündeyiz. Karaköy’ün ünlü Bankalar Caddesi’ne inen Şair Ziya Paşa Caddesi, Müzik Rotası katılımcılarıyla dolu. Avizeciler ve elektrik malzemeleri satan dükkânların sıralandığı, hafta içi yürümenin bile güç olduğu cadde hafta sonu bu kez müzik şöleni için canlılığını sürdürüyor. Ancak dikkatli bakıldığında sinagog olduğu anlaşılan yapının kapısından girip kısa bir tüneli andıran yerden içeriye geçiyoruz. Dua zamanlarında erkeklere ait olan geniş salondaki ve kadınlara ayrılan balkondaki oturaklar müzik etkinliği için bu ayrımın dışında karışık bir oturma planıyla hemen doluyor. Çok geçmeden müzisyenler duanın yapıldığı mihrap kısmındaki yerlerini alıyorlar.
Türkiye’nin saygın keman virtüözlerinden Sevil Ulucan ve günümüzün en önemli çello virtüözlerinden Hillel Zori kısa bir karşılama selamından sonra dinletiye başlıyorlar. Keman eğitimine altı yaşında başlayıp sanat yolculuğuna İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nı birincilikle tamamlayarak devam eden ve ünlü orkestralarla birlikte sahne alan Sevil Ulucan yurtiçinde ve yurtdışında solo ve oda müziği çalışmalarını sürdürüyor. Başarılı bir kariyere sahip Hillel Zori’nin yolculuğu ise Tel Aviv Rubin Müzik Akademisi’nde başladı. 1986 yılı Uluslararası Maria Canals birincilik ödülünün, Dutilleux ve Jackson gibi ünlü ödüllerin sahibi olan Zori günümüzün tanınan çello sanatçıları arasında yerini aldı. Bu iki önemli sanatçı Müzik Rotası için hazırladıkları repertuarlarına J.S.Bach’ın 4 Düet’ten seçtikleri seri ile başlıyorlar.
Sinagogun tavanından sarkan koca avizelerin altında kemanın ve çellonun birlikteliğinden yayılan müzik kısa sürede izleyicileri içine çekiyor. Sade bir mimariye sahip sinagogun geçmişi ilginç hikâyelerle dolu. 19. yüzyılda İtalyan vatandaşlığına sahip Yahudiler 1840-1850 yılları arasında “İstanbul Yabancı Yahudi Cemaati”(Comunita Israelitico-Straniera di Rito Spagnolo Portoghese di Constantinopoli) adı altında kendi cemaatlerini kurdular. Yasal bir kimlik kazanmak amacıyla İtalyan Krallığı’nın himayesine girmeyi talep eden cemaatin isteği kabul edilince Zülf-ü Arus (Zülfaris) Sokağı’nda tuttukları binada ilk sinagoglarını açtılar. Daha sonra binanın yıkılması sonucu Kuledibi Küçük Hendek Sokak’ta bir başka binaya yine kiraya çıkılıyor. Cemaatin genç üyelerinin kendilerine ait bir arsa üzerindeki sinagoga sahip olmaları isteği sonucunda şimdiki yer satın alınıyor. Galata Cemaati’nden istifa edip bu cemaate katılan Emanuel Salem ve cemaatin genel sekreteri Leone Piperno’nun katkılarıyla binanın yapımı tamamlanıyor. Osmanlılar, Avrupalıları “Frenk” diye adlandırdıkları için bu cemaatin üyesi olan Yahudilere “Los Francos” adı verilmişti. O dönemlerde cemaatin sinagogu ise “Kal de Los Francos” diye biliniyordu. 130 yıldır aralıksız hizmeti devam eden İtalyan Sinagogu, İstanbul Yahudilerinin kültür ve sanat mekânı olma özelliğini sürdürerek günümüze kadar geldi. Sinagogda geçmişte Maftirim Korosu konserler vermiş, “Minha Gedola” konferansları düzenlenmiş, Bar-Mitzvah törenleri ve düğünler yapılmıştı.
Günümüzde “Comunita Ebraica Italiana” ismiyle bilinen İtalyan Musevi Cemaati’nin bu önemli mekânı bugün de Müzik Rotası’nın ilk durağı olarak kültür hizmetine devam ediyor. Sevil Uucan ve Hillel Zori, J.S.Bach ile başlayan repertuarlarını Béla Bartok(Macar Halk Ezgileri), Reinhold Gliére’nin “Keman ve Viyolonsel için 8 Düet” ve G.F.Handel/ Johan Halvorsen’in “Pasakalya” isimli besteleriyle sürdürüyorlar. Kemanın ve çellonun, iki yaylı çalgının uyumuyla bütün besteler, sanatın sonsuz evreninde dolanırken sinagogun gotik cephesinden Galata’nın sokaklarına yayılıyor.
Konser sonrası keman ve çellonun sarhoşluğu içinde St. Georg Kilise’sine doğru yürüyoruz. Bankalar Caddesi’nden Kart Çınar Sokağı’na sapıyoruz. Sokağın hemen girişinde solda yer alan binaya değinmek gerek. Solgun bordo duvarların uzandığı, yer yer ateş tuğlaların fark edildiği metruk bir bina görünümünde olan yapı şimdi Bereket Han ismiyle biliniyor. Esasen Ceneviz Sarayı olan binanın geçmişinde ne hikâyeler gizli. Bina, Cenevizliler döneminde 1304’te inşa edilen Cenova Sarayı(Palazzo del Comune)’nın yerine yapılmıştı. Saray 1315’te yanmış bir yıl sonra gotik üslupta yeniden inşa edilmişti. Uzun bir dönem Ceneviz cemaatinin yönetim merkezi olarak kullanılan yapının arka yüzündeki duvarlarında hâlâ saraya ait izleri görmek mümkün. Sarayın temel yapısı ise 19. yüzyılda bozuluyor. Francini Hanı olarak kullanılmaya başlanan hanın ön bölümü 1880’de bugünkü Bankalar Caddesi’nden tramvay yolu geçirilirken yıkılıyor. Daha sonra yeniden düzenlenen yapıya Bereket Han ismi veriliyor.
Sokağın sonunda yine Bankalar Caddesi’ne bağlanan ünlü Kamondo Merdivenleri yer alıyor. Kamondo Ailesi’nin sembol yapılarından olan merdivenin başında soluklanıp çevremize, birbirini kesen dar sokaklar boyu uzayıp giden binalara bakıyoruz. Zaman zaman Taksim ve Karaköy arasında kestirme diye kullandığım sakin sokaklara dikkat kesilince binaların, mekânların geçmişten bugüne taşıyarak getirdiği hikâyeleri, Levanten İstanbul’un anılarını daha iyi görebiliyorum. İşte o zaman bugünün İstanbul’u geçmişin Pera’sına dönüşüyor.
Müzik Rotası’nın 2. durağı için Kart Sokağı’nda yer alan St. Georg Kilisesi’nin önündeyiz. Kilise bu bölgede yer alan Avusturya Lisesi, Avusturya Hastanesi yapılarından oluşan büyük bir kompleksin parçası halinde. Zaten kilise lisenin alanı içinde yer alıyor. Tek katlı kilisenin mihrabında Koehne Quartet grubunu oluşturan kadın sanatçılar yine yaylı çalgılardan oluşan konsere başlıyorlar. Program W. A. Mozart’ın “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” yapıtıyla açılıyor. Grubun kurucu üyesi olan Johanna Lewis etkinlik boyunca başkemancı olarak eserleri yönetiyor. 1987 yılında kurulan Koehne Quartet klasik dönemden 21. yüzyıla kadar uzanan geniş bir repertuarla müziklerini icra ediyorlar. Hem klasik dönem eserlerini hem de yakın dönem bestelerini aynı özgünlükle sürdürmeyi hedefleyen topluluk Alban Berg Quartet, Amadeus Quartet ve Brodsky Quartet üyeleri ile çalışmış. Konserlerinde çağdaş Avusturyalı bestecilerin eserlerinin ilk seslendirilişlerine de yer veriyorlar. Almanya, Avusturya, İsviçre, İtalya, Romanya gibi Avrupa’nın birçok şehrinde verdiği konserlerden son derece olumlu eleştirilerle dönen Koehne Quartet aynı zamanda uluslararası caz müzisyenleri ile de işbirlikleri yapıyor.
Mozart’ın yapıtıyla başlayıp Antonin Dvorak’ın “Vals de Majör” ile devam eden konser sırasında gözlerim St. Georg Kilisesi’nin içyapısında geziniyor. Düz ve ihtişamlı olmayan duvarlarda modern üsluba sahip tablolar yer alıyor. St. Georg Kilise de Galata’daki diğer bütün inanç yerleri gibi tarih boyunca dönüşüm geçirmiş yapılar arasında. Kilisenin tarihi bazı kaynaklara göre 14. yüzyıla kadar uzanıyor. V. İoannes Paleilogos ile Cenevizlilerin yaptığı anlaşma sonucunda kilise Cenevizlilerin elinde kalmıştı. Osmanlılarla birlikte ibadete açık olarak varlığını sürdürse de 16. yüzyılda bazı özel törenler dışında kapalı kaldı. 17. yüzyılda Osmanlılar ile Fransızlar arasındaki yakın ilişkilerin etkisiyle kilise Fransiskenlerin eline geçti. 1660’daki Galata yangını sonrasında yıkılan kilisenin yenisi ancak 1675 yılında yapılabildi. 1809’da Fransızlar burayı askeri hastane olarak kullanmaya başlasalar da 1831’de çıkan bir yangınla bina tekrar büyük zarar gördü. Yapı 1853’de tekrar Fransisken rahipleri tarafından satın alınsa da bir süre sonra onlar da burayı 1908’de Avusturyalı Lazarist rahiplere satarlar. Lazaristler kiliseyi restore ederken tamamen bir Avrupa mimari tarzını yerleştirmişlerdi. 1963 yılında mabedin içindeki aşırı süslemeler kaldırılarak yeni bir iç dekorasyona gidildi ve Viyana ekolüne bağlı Ressam Anton Lehmden ve Oıtzinger beraberce çalışarak yeni bir dekorasyon uyguladılar.
Yakın dönem uygulanan dekorasyonun sadeliği içinde müzik devam ediyor. Ürkütücü, gotik mimarinin dışında kilise müzikle birlikte özel bir konser salonunu andırıyor. Koehne Quartet topluluğunun Avusturyalı besteci ve kemancı Fritz Kreisler’in “Üç Eski Viyana Dansı” besteleriyle bitirdiği program sonrası kilise bestecinin “Liebesleid ve Liebesfreud” yani “Aşkın Hazzı” ve “Aşkın Kederi” temalarının yarattığı atmosferle doluyor.
Sen Piyer Kilisesi’nde devam edecek Müzik Rotası’nın 3. programına kadar ara veriliyor. Galata’nın dik sokaklarında geziniyorum. Birbirini kesen sokakların boşluklarında Galata Kulesi bir görünüp bir kayboluyor. Kuledibi ismiyle anılan kulenin çevresi kuleye açılan kapılar misali kıvrımlı, sivri köşeli sokaklardan ve Levanten kültürün izlerini üzerinde taşıyan yapılardan oluşuyor. Semt 1990’lardan sonra Levanten kültüre dönüş anlamında birçok gelişmeye tanıklık ediyor. Bu dönüşü başlatan en büyük gelişme son yıllarda yazarların, sanatçıların ve yabancıların Kuledibi’ni mesken olarak seçmeleri. Şişhane tarafından kuleye açılan Büyük Hendek Caddesi üzerinde, İstanbul’daki sinagoglar arasında en fazla bilinen Neve Şalom sinagogu yer alıyor. Tarihte de Galata her zaman çeşitli etnik unsurların mozaiği durumunda olmuştur. Bizanslıların Megalos Pyrgos (Büyük Burç), Cenevizlilerin Torre di Cristo (İsa Kulesi) diye adlandırdıkları Galata Kulesi çevresi, tarih boyunca Rumlar, Ermeniler, Frenkler, Yahudiler ve Türklerin yerleşim yeriydi. Karaköy taraflarından Avusturya Lisesi’ne ve Galata’ya çıkan ünlü Kamondo Merdivenleri’ni ve birçok binayı inşa ettirmiş olan Kamondo Ailesi, Osmanlı döneminde yaşayan Yahudi ailelerdendi. Kuledibi sokaklarındaki birçok yapıda farklı mimari tekniklerin kullanıldığını görmek mümkün. Yılların ve el değiştirmelerin yorgunluğuyla tozlanmış, sararmış, mermer basamaklı, yüksek tavanlı, cumbalı, avlulu, 200 yıllık binalarda restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Kuledibi’nin geçmiş zaman izlerine daha fazla sürüklenmeden Galata Kulesi Sokağı’nda yer alan Sen Piyer Kilisesi’ne geçiyorum. Dıştan gösterişsiz bir yapı görünümünde olan kilisenin içi ise göz kamaştırıyor. Müzik Rotası’nın 3. programında bu kez Filiz Ali’nin girişimiyle kurulan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin orkestrasıyla birlikte soprano Katrin Targo ve mezzosoprano Tuuri Dede, Orhun Orhon’un şefliğinde sahne alıyor. Estonyalı soprano Katrin Targo hem Viyana’da hem de dünyanın farklı şehirlerinde oratoryo ve eski müzik konserlerinin aranan isimlerinden. Onun gibi Estonyalı olan Tuuri Dede ise çeşitli şan yarışmalarında çok sayıda ödül kazanmış olan bir sanatçı. Bu ünlü iki soprano sanatçısına eşlik ederek orkestrayı yöneten Orhun Orhon ise modern oda müziği eserlerinden geniş kapsamlı orkestra eserlerine dek uzanan repertuarlarıyla dikkat çekiyor. Sanatçıların bu muhteşem buluşmasına olanak sağlayan Müzik Rotası’nın programı Sen Piyer Kilisesi’nin üstündeki bezemelerle renkli bir geceyi andıran kubbesinin altında ünlü besteci Giovanni Battista Pergolesi’nin “Staber Mater” bestesiyle açılıyor. Besteyi oluşturan farklı minör, majör, düet ve aryalar bir yaz gecesi rüyası gibi akarken kilisenin mimari güzelliğine kapılıyorum.
1841 yılında Dominiken Cemaati tarafından inşa edildi. 13.yüzyıldan beri İstanbul’da yaşayan cemaatin ilk kilisesi ise bugünkü Perşembe Pazarı’nda yer alan Arap Cami’ydi. Kilise camiye çevrilince bu bölgede yeni bir kilise yapımına izin verildi. İlk yapılan ahşap kilise yanınca şimdiki yapı 19. yüzyılda inşa edildi. Binanın yapımını da ünlü mimar Gaspare Fossati üstlenmişti. Dış cephesi son derece yalın düzenlenen kilisenin iç mekânı ise cephelere göre daha dinamiktir. Doğu ve Batı eksenindeki yapının dış cephesi son derece yalın düzenlenmiştir. İç mekân dış cephelere kıyasla çok hareketli ve dinamiktir. Dikdörtgen planlı kilisenin nartekse açılan giriş kapısının sağında heykeltıraş Cenovalı Drago tarafından yapılmış renkli mermerden bir kapı bulunuyor. Dominiken tarikatının arması, küçük melek başları ve çiçeklerle bezeli kapının üst ucuna papanın işareti ve tacı işlenmiştir. Kuzey ve güney duvarlara paralel, kemerlerle birleştirilmiş Corinzie tipi sütunların yer aldığı ibadet alanındaki düzenleme son derece dikkat çekicidir. Bu bölümün arkasındaki duvar ise Cenevizlilerden kalan Galata suru kalıntıları ile yapılmış. Duvarın üzerinde ise Dominiken Serafino Guidotti’nin yaptığı Sen Paul ve Sen Piyer’in karşılaşmasını gösteren bir tablo yer alıyor.
Daha saymakla bitmeyen mimari özelliklere ve üsluplara sahip Sen Piyer Kilisesi’nde müzik şöleni devam ederken diğer dinleyicilerin de benim gibi hem müziğe hem de kilisenin güzelliklerine kapıldığını fark ediyorum. Sopranolar ve orkestra besteyi “Amen…Presto assai, Fa minör” ile sonlandırırken kilise bestede olduğu gibi ruhani bir coşku yaşıyor…
Bu kez Kuledibi’nin meşhur Yüksekkaldırım Caddesi üzerinde yer alan Aşkenaz Sinagogu’ndayız. Sinagog’un görkemli ahşap mihrabında Bester Quartet sahne alıyor. Aynı zamanda grubun kurucusu olan akordeoncu Jaroslaw Bester’in yönetiminde Bester Quartet, Doğu Avrupalı Aşkenaz Yahudilerinin geleneksel müziği Klezmer’i çağdaş yorumlarıyla seslendirmeye başlıyor. Aşkenaz müziğinin Aşkenaz Sinagogu’nda seslendirilmesi bu önemli Yahudi topluluğunun kültürel geçmişinin, geleneklerinin bilinmesi açısından da değerli bir etkinlik haline geliyor. Yahudi cemaati içinde küçük bir azınlık olmalarına rağmen Aşkenazlar, yüz yıllar boyunca genellikle İstanbul ve İzmir’de yaşadılar. Önceleri Bizans hâkimiyeti altında, o dönemlerde Yahudi toplumunun çoğunluğunu oluşturan Romaniyot Yahudileri ve 1492-1497 yıllarında İspanya ve Portekiz’den kovularak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Sefarad Yahudileri ile birlikte yaşadılar.
Günümüzdeki Yüksekkaldırım Aşkenaz Sinagogu’nun temeli ise 19. yüzyılın sonlarına doğru Rusya ve Doğu Avrupa’dan buraya göç eden Yahudilere dayanıyor. Sinagogun inşası ise dönemin önemli mimarlarından Venedikli G. J. Cornaro tarafından tasarlanmış, kutsal Tora rulolarının yerleştirileceği dolabı barındıran “Ehal Akodeş” ünlü yontu ustası Fogelstein tarafından yapılmıştı. Kadınların oturabilecekleri iki balkon ve 400 kişilik sıralarıyla bu ibadethanenin Osmanlı toprakları içinde yer alan dönemin en büyük sinagogu olduğu söyleniyor. Yakın mesafede, Felek Sokak’ta yer alan Terziler Sinagogu’ndan da söz etmek gerek; Büyük Aşkenaz Sinagogu dönemin avukat, doktor, tüccar gibi sınıflarından olan varlıklı Aşkenazlara hitap ederken, İbranicede terzilerin aralarında konuştukları Yidiş halk dilinde “Schneidertempel” tanımıyla “Terziler Sinagogu” ise daha çok zanaatkârlara hitap ediyordu.
Bester Quartet’in seslendirdiği ezgiler Aşkenazların yıllar önce yaşadığı zorunlu ve zorlu yolculukları hatırlatıyor. Hareketli ezgiler ise Doğu Avrupa’ya özgü eğlenceli karnavalları, festivalleri, kutlamaları yansıtıyor. Bester Quartet grubunun nostalji yüklü dinletisinden sonra sinagogun çıkışında bir başka Klezmer müziği bu kez caddeye ve sokaklara yayılarak devam ediyor.
Müzik Rotası, Büyük Aşkenaz Sinagogu’nun hemen karşısında yer alan açık alandaki merdivenlerde son buluyor. Esasen 20. yüzyılın başlarında sinagogdaki düğünlerin, bayram kutlamalarının ve törenlerin çıkışlarında yapılan yaygın bir gelenek canlandırılıyor. Ünlü kemancı Ergün Bora Gürel ve akordeoncu Yuri Ryadchenko’dan oluşan “Klez-mez” grubu yine Klezmer müziğinin hareketli ezgilerini çalıyorlar. Yüksekkaldırım Caddesi ile Hacı Ali Sokak’ı birleştiren merdivenler tıka basa doluyor. Keman ve akordeon birer eski dost gibi, az da olsa hüzünlü tınılarla ama daha çok hareketli ezgilerle, zamandan, geçmişten konuşurcasına, aile bağları içinde arada bir de birbirlerine takılır gibi müziğin diliyle anlaşıyorlar. Merdivenlerde herkese açık olarak yapılan dinleti ile Klezmer müziği Galata’nın sokaklarından bütün Pera’ya yayılıyor…