Gümrü; Arpaçay’ın Öte Yüzü

Devasa bir yapı olan Gümrü Merkez Tren İstasyonu’nun ikinci katındaki salondan kıvrak “doli” ritimleri duyuluyor. Bu geleneksel el davulunun sesine birkaç saniye sonra insanın kanını kaynatan “tar” eşlik etmeye başlıyor. Müzik oldukça tanıdık, bizim Artvin ve Kars yörelerinden aşina olduğumuz Kafkas tınıları.

Yazı ve Fotoğraf: Ufuk Sarışen

Tren garındaki heybetli salonda iki yetenekli müzisyen, Gümrülü ünlü dansçı Agassi Şaboyan’ın öğrencilerine eşlik ediyor. Kızlı erkekli, enerji dolu, neşeli ve bir o kadar da disiplinli bu dans grubu yeni figürler öğreniyor hocalarından. Şaboyan ilerlemiş yaşına rağmen cıva gibi. En zor dönüş ve sıçrama figürlerini bizzat uygulamalı gösteriyor. İki dakika içinde herkes senkronize bir şekilde öğretilen figürü uyguluyor, hatta fazlasını da yapıyor. “Şanslı olan gençlerin işi gücü var ama çoğu işsiz” diyor Agassi, “sırf dans artık karın doyurmuyor”. Gözleri hüzünlü bakıyor: “Biliyor musun, Ararat’ı (Ağrı Dağı) Erivan’dan ilk gördüğümde o kadar heyecanlanmıştım ki gözlerimden yaşlar süzülmüştü. Şimdi de o zamanki kadar mutluyum sizi gördüğüm için.”

İçinde bulunduğumuz bu tren garı aslında Haydarpaşa’dan başlayıp 38 buçuk saat sonra Kars’ta son bulan meşhur Doğu Ekspresi hattının hemen yanı başı. Kars’tan sonraki durak Ermenistan’ın Gümrü şehri. Moskova’ya bağlanan bu hat aynı zamanda Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet Rusya yardımını Bakü üzerinden Anadolu’ya ulaştıran ana damarlardan biriydi. Ancak bu damar bir süredir tıkalı, sınır kapalı.

Dans grubundaki gençlerden birkaçı, ders sonrası soluğu Polos Muços’da alıyor. Burası ismini Gümrülü eski bir mizah ustasından alan, 1860’larda yapılmış bir bina. Başlangıçta han olarak kullanıldı, daha sonra 1982’ye kadar birahane olarak hizmet verdi. Şimdiyse tipik bir Gümrü restoranı. Perdelerle birbirinden ayrılmış masalar grupların birbirini rahatsız etmeden yemek yiyip eğlenebilmesi amacıyla tasarlanmış. Dansçıların konukseverliği ve neşesi daha önce rastlamadığımız cinsten. Türklerle karşılaştıkları için mutlu ve meraklılar. Sürekli soru soruyorlar ve ortak kelimler duyunca masada bayram havası esiyor. “Kebab, jacık, bastırma, biber, borek, küfte, lavaş…”

Yandaki perdenin arkasındaki masadan Ahmed, Azeri bir tır şoförü; 1990’ların başında bu topraklardan Azerbaycan’a göç etmiş. Masalarına oturmamız için yapılan ısrara direnmek pek olası değil. Kebapla beraber Ararat kanyağı masanın vazgeçilmezi. Türkçe olarak “kardeşim hoş geldin, senin ağzını yerim” diye kadeh kaldırıyor. Bu topraklarda, bu lafları duymak neredeyse şımartıcı. Ahmed “bizler Ermeni, Türk, Azeri, Gürcü hepimiz kardeşiz aslında, politikacılar bizleri ayıran” diyor. Ahmed, Karabağ Savaşı sebebiyle Ermenistan’dan kaçan iki yüz bin Azeri’den biri. (Karabağ’ı da eklersek evini terk etmek zorunda kalan Azerilerin sayısı yaklaşık bir milyonu buluyor.) “Her şey çok ani oldu. Burada doğduk, bu topraklar benim vatanım ama ancak ziyarete gelebiliyoruz. Buna da şükür” diyor Ahmed ve ekliyor: “Senin canını yerim.”

İkisi de Sovyetler Birliği’nin parçası olan Ermenistan ile Azerbaycan’ın arasında 1989 sonuna doğru Dağlık Karabağ bölgesi üzerinde anlaşmazlık çıktı. Aslında bu özerk bölge Azerbaycan’a aitti fakat nüfusun çoğunluğu Ermenilerden oluşuyordu. Buradaki Ermeniler Azerbaycan’a karşı ayaklandı ve iki ülke arasında çatışmalar başladı. Çatışmalar sürerken Sovyetler Birliği de dağılmak üzereydi, bunun da etkisiyle olayların yatıştırılması ve önüne geçilmesi pek mümkün olmadı. Mayıs 1990’da Sovyet ordusundan bağımsız Ermeni Ordusu kuruldu ve 23 Ağustos 1991’de Ermenistan bağımsızlığını ilan etti. Bu yeni devlet hayatına savaşla başladı ve şiddetli çatışmalar sonrası Dağlık Karabağ’daki Ermeniler de Azerbaycan’dan ayrılıp kendi yönetimlerini oluşturdu. Savaş sonunda Azerbaycan topraklarının yaklaşık yüzde 16’sı işgal edildi. Türkiye 1993’te bu işgali protesto maksadıyla Azerbaycan’ın Ermenistan’a uyguladığı ekonomik ambargoya katıldı. Aynı dönemde Ermenistan’a Kars’tan açılan Akyaka demiryolu ve Iğdır’dan açılan Alican karayolu sınır kapıları kapatıldı. Uzun yıllardır bu kapılar kapalı. Ancak başlangıçta hava yoluna da koyulmuş olan bu ulaşım engeli sessiz sedasız kırılmış durumda. Karayoluyla değil ama havayoluyla dileyen dilediği yere gidiyor. Bu durum iki ülke arasında uçakla yapılan bavul ticaretini de canlandırıyor.

Amelya Stepanyan yirmili yaşlarda, Gençlik Girişim Merkezi adlı sivil toplum kuruluşu çalışanı Gümrülü bir genç kız. Gençliği ilgilendiren projelerde çalışıyor, kendine sürekli iş çıkarıyor, bu yüzden oldukça meşgul. Ancak en büyük keyfine, arkadaşlarıyla Gümrü sokaklarında vakit harcamaya her zaman fırsat buluyor. İki yıl önce Türkiye’ye giderken birkaç kilometre ötelerindeki sınırdan geçemeyip Erivan üzerinden uçakla İstanbul’a ulaşmaları keyfini kaçırmış ama Türkiye’yi gördüğü için memnun.

Amelya Stepanyan’ın sokaklarında dolaştığı Kumayri, Gümrü’nün en eski yerleşiminin olduğu bölgeye verilen isim. Aynı zamanda şehrin tarih sahnesindeki ilk ismi. Bölgeye 1837’de gelen Rus Çarı 1. Nikolay, şehre karısının adından esinlenerek Aleksandrapol ismini veriyor, komünist dönemde şehir Leninakan’a dönüşüyor ve Sovyetler dağıldıktan sonra da eski isim Gümrü’ye dönülüyor. Kumayri bölgesinde 18. ve 19. yüzyıldan kalma yaklaşık 1000 adet bina mevcut. Amelya binalardan birinin önünde durarak kapı girişlerini gösteriyor. Girişlerde genellikle Ermeni ya da Hıristiyanlık sembolleri mevcut, kapılar oldukça heybetli. Malzemeyse yöreye özgü gri taşlar. Gösterişten uzak ama dayanıklı yapılar oldukları hissediliyor. Zira 1926 ve 1988 depremlerini atlatmayı başarmış bu binalar. Rus döneminden kalma yeni nesil sayılabilecek konutlar ise daha çok bu bölgeden dışarıya doğru açıldıkça görülüyor.

Gümrü’nün bilinen tarihi, arkeolojik çalışmalara göre İÖ 400’lere dayanıyor ve ilk olarak Yunan kolonicilerin yöreye geldiği biliniyor. Gümrü ismine ise tarih kayıtlarında ilk olarak 773’te rastlanıyor. Bu tarihte Arap güçlerine direnen Artavazad Mamikonyan yönetimindeki direniş güçlerinden bahsediliyor. Gümrü Selçuklu, Pers, Osmanlı ve Rus dönemlerinde de Tiflis ve Bakü’yle beraber Kafkasların en önemli şehirleri arasındaki ticaret köprüsü olarak anılıyor.

Aşot Mirzoyan, Erivan Eyalet Teknik Üniversitesi mezunu orta yaşlarda bir şehir planlamacısı. Ama Gümrülüler onu Kent Araştırma Enstitüsü (KAE) kurucularından biri olarak tanıyor. KAE şehrin tarihsel ve kültürel öğelerini ön plana çıkarıp şehir bilincini korumaya yönelik bir sivil toplum örgütü. Başlıca enstrümanları da eğitim, modern sanat ve araştırma projeleri. Mirzoyan da sınırın kapalı tutulmasını Gümrülülerin çoğu gibi mantıksız buluyor. Politik, dini ya da kültürel sebebi ne olursa olsun iki ülke sınırının kapatılmasının ağır bir karar olduğunu düşünüyor ve son dönemdeki gelişmeler sonucu kapıların açılması ihtimalinin hayalini kuruyor. Ülkesinin ekonomik gelişimi ve sosyal refahı için kapıların açılmasının da önemli olduğunu düşünüyor. “Problemleri çözmek için en kötü yöntem kapıyı kapamaktır, Kars kapısı açılırsa belki Azerilerle bile eski günlere dönebiliriz” diyecek kadar da umutlu.

“Kapılar kapalı kaldıkça sınırın arka tarafındaki dostlarımızla iletişimimiz köreliyor, asıl problem bu” diyor Mirzoyan. Kendi kuşağının Türklere ve Türkiye’ye karşı hisleriyse oldukça ilginç. Şu sözleri belki de samimi bir itiraf: “Ermeniler hayatları boyunca Türklere değişik hisler besler. Çocukluk ve okul dönemi boyunca Türkleri barbar, Ermeni düşmanı ve bizi toprağımızdan atmış baş düşmanımız olarak görürüz. Bunu izleyen gençlik dönemlerinde de intikam hayalleri kurarız. Bu yılların hemen akabinde, olgunluk dönemi başlarında diyelim, duygular yerini dengeli bir davranış şekline bırakır; Türklerin ve Türkiye’nin iyi ilişkiler kurabileceğimiz komşumuz olduğunu düşünmeye başlarız. Özellikle Türklerle karşılaşmış insanlarda bu duvarın yıkılması çok daha kolay olur. Geçmişin yükü gerçekten ağır, ancak diyalogla mutabakat hiç de zor değil. Bugün ortak geleceğimiz için neler yapılacağının yollarını arayıp bulmalıyız. Artık birbirimizin düşmanı değiliz.”

Arpaçay Vadisi’nin oluşturduğu doğal sınırın Ermeni tarafındaki izleme noktasında bir grup Ermeni, Türkiye tarafındaki Ani harabelerini izliyor günbatımında. Rus askerlerinin koruduğu sınır bölgesindeki kontrol noktasından izin almayı başarmışlar. Uzaktan da olsa Ani’yi izlemek, geçmişle bağ kurmanın yollarından. Ani 10. yüzyılda Ermenilerin en önemli kentiydi, Anadolu’ya doğudan girişte önemli bir kapıydı. Selçukluların eline 1064’de geçti, ardından da Moğol saldırıları ve depremler sonucu tamamen terk edildi. Ani, Ermeniler için önemli sembollerden biri. Zengin kesim arasında Ani’de kullanılan volkanik taşla ev yaptırmak bir ayrıcalık. Bu izleme noktası aynı zamanda Türk-Ermeni olaylarında hayatını kaybeden Ermenilerin anıldığı, daha doğrusu Türkiye’ye hatırlatılmaya çalışıldığı bir yer. Her yıl 24 Nisan’da bir grup genç burada meşaleler yakıp yüzlerini Türk topraklarına dönüyor.

Gümrü tarih boyunca kendini Ani’yle kıyasladı ve yapılarında da Ani’yi örnek aldı. Ani’deki dev katedralin benzeri Gümrü Özgürlük Meydanı’nda yer alıyor. Surp Amenapırkiç Katedrali 1988 depreminde zarar görmüştü, tadilatına halen devam ediliyor. Katedralin karşısındaysa şu anda aktif olan ana kilise Yot Verk bulunuyor. Burası da depremden nasibini alan bir bina. Kubbesi göçmüş ve sonradan yenilenmiş. Arevik ve Areg çifti Yot Verk’in merdivenlerinde birazdan rahibin kıyacağı nikâh için giriş kapısında sıralarını bekliyor.

Sabah Sovyet zamanında kurulmuş mahallelerden birinde oturan gelinin evine, tüm imkânlar kullanılarak kiralanan limuzinle gidildi. Gelin evi de limuzinle gelen damat tarafı kadar gösterişliydi. Misafirler için hazırlanmış, sadece kuş sütünün eksik olduğu bir sofra konukları bekliyordu. Burada da Türklerin gelin alma törenleri gibi şaşalı ve gösterişli danslarla gelin alınıyor ve rahip nikâhı kıyıyor. Kilisenin önündeki kafeslerde satılan güvercinler gelin damat tarafından gökyüzüne salınarak azat ediliyor. Ancak bu güvercinler birazdan satıcılarının kafesine geri dönüp bir sonraki nikâhı beklemeye başlayacak.

Yot Verk Kilisesi aynı zamanda Şirak Piskoposluğu’nun da merkezi. Piskopos Mikayel Açapyan, Ermenistan’ın 11 bölgesinden biri olan Şirak’ın dini lideri. Bölgenin başkenti de Gümrü. Açapyan, Türkçe olarak “hava bugün tam pastırma sıcağı” diyor. Aslen Adana Ceyhanlı, ailesi 1915’te göçenlerden. Kendisi Gümrü’de doğmuş ama “Adanalıyım ben” diyor. Gözünüzü kaparsanız karşınında gerçekten Adana şivesiyle konuşan bir Türk vatandaşı var sanırsınız. Aile içerisinde Türkçe konuşulduğu için çocukluğunda öğrenmiş Türkçeyi. Din adamı olduktan sonra da ata toprakları çekmiş ve İstanbul üzerinden Ceyhan’a geçmiş. Orada kendisine “sakın Ermeni olduğunu belli etme” dediklerinde çok üzülmüş ve ister istemez tedirgin olmuş. Kimliğini gizleyerek dolaşmak zorunda kalmış Ceyhan’ı. Açapyan sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bak, Ermenistan 3 buçuk milyon, Gümrü 150 bin. Bu insanların her birinin atasını kurcala, vardır içlerinde İzmirlisi, Erzurumlusu, Trabzonlusu, İstanbullusu. Biz aynı vatanın evladıydık bir zamanlar, bir tek Hatay’ın Vakıflı köyündekiler orada kaldı.”

Kral Üçüncü Tirdat, 301’de Hıristiyanlığı kitlesel olarak kabul ettirerek Ermenistan’ın Hıristiyanlığa geçen ilk devlet olmasını sağladı. Aziz Mesrob Maşots’un 5. yüzyılda Ermeni alfabesini oluşturarak İncil’i Ermeniceye çevirdiği günden beri dine olan ilgi giderek arttı. Din günümüzde de Ermenistan’da ve ülke dışında yaşayan 9 milyonluk Ermeni nüfus arasında büyük önem taşıyor. Diaspora oluşumu 7. yüzyılın ortalarında Müslüman Arapların Ermeni topraklarını işgali sonrası Hıristiyan nüfusun Bizans’a göçüyle başlıyor ve 1915 olayları sonrasında hızlanıyor. Bugün Sidney’den Toronto’ya dünyanın hemen her yerinde Ermeni diasporası bulunuyor. Piskoposluk ve tüm Ermeni Ortodoksları Ermeni Apostolik Kilisesi’ne bağlı. Mikayel Açapyan, sadece Türkiye’yle değil tüm komşularla iyi geçinilmesi gerektiğini düşünüyor. İran’la iyi ilişkileri işaret ederek komşulukta dinin bir engel olmadığını belirtiyor ve Ermenistan’ın komşularıyla ilişkisini bir fıkrayla özetliyor: “Çocuk dedesine sorar: Biz Ermeniler uzaya neden bir araç göndermedik bugüne kadar? Dede cevaplar: Eğer Ermeniler uzaya kozmonot yollarsa Gürcüler kıskançlıktan ölür. Eğer Gürcüler ölürse Ermeniler de zevkten ölür. Gürcüler ve Ermeniler ölürse her yer Azerilere kalır. Yoksa uzay gemisi göndermek kolay.”

Gümrü alternatif kültür oluşumu “5. Kat”ın üyelerinden, yeni nesil ressamlardan Arman Tadevosyan ailesiyle beraber yaşadığı evde konuklarını ağırlıyor. Ev oldukça sade, abartılı hiçbir eşya yok, her şey işlevsel. Sofraysa globalleşmiş memleketlerin standart yiyeceklerinden uzak; bölgeye özgü sebzelerden yapılmış organik yiyecekler ve tabi ki kanyak var. Evde belki de en dikkat çeken nesneler, çoğu Gümrü evinde olduğu gibi piyano ve duvardaki değerli tablolar. Gümrü Sanat Akademisi Görsel Sanatlar Bölümü mezunu Arman Tadevosyan kendini ressam değil, görsel sanatçı olarak tanımlıyor. Yaptıkları sadece klasik resimlerden ibaret değil. Vücudunu boyayıp tuval üzerinde hareket ederek yaptığı çalışmalara, çeşitli materyallerle oluşturduğu resimlere ilave olarak fotoğraf ve film de çekiyor. Kars’la ilgili kısa filmi Cannes Festivali’ne katılmış. Kapının açılmasını, sanatını Kars üzerinden de paylaşabilmeyi umut ediyor.

Ermenistan’ı 1988’de vuran deprem hayatın her alanını derinden etkilediği gibi kültür, sanat ve spora da darbe vurdu. Ancak ülkenin yüzde 99 gibi yüksek okuma yazma oranı en kolay bu dalların toparlanmasına imkân verdi. Yirmi beş bin kişinin hayatını kaybettiği deprem sonrası sadece konutlar değil, birçok iş yeri ve fabrika da yok olunca ekonomik hayat dibe vurdu. Enerji kesintileri de soğuğuyla ünlü ülkenin zor bir dönemden geçmesine neden oldu. Ekonomik sıkıntılar halen birçok kişinin belini büküyor ama bu sosyal hayatın canlılığına ve sanata olan ilgiye zarar vermiyor. Arman gibi genç ve aydın sanatçılar yetişiyor, tiyatrolar da hınca hınç dolu. Klasik müzik, halk müziği ve dans okullarında okuyan birçok Gümrülü genç var. Sinema salonlarında yapılan satranç müsabakalarını bile takip eden ciddi bir izleyici kitlesi var, zaten ulusal satranç takımı dünya şampiyonu. Deprem sonrası devletin yaptırdığı spor komplekslerinde sporcular yetişiyor, Gümrülü halterci Tigran Martirosyan, Avrupa Şampiyonası’ndan altınla dönüyor. Belki de Gümrü’nün en önemli özelliği bu: Hayat her şeye rağmen gürül gürül akıyor.

Arman evdeki konuklarını piyanonun başına topluyor, piyano hüzünlü ve ağır ezgilerle tınlamaya başlıyor ve genç ressam kendi dilinde mırıldanıyor bildiğimiz ezgiyi: “Ambela para para neynim aman, neynim aman, sari galin yes im siradzin çara ah, merıt merni sari galin sari galin, sari galin nardod yarim.” Devamını konuklar Türkçe söylüyor. Zaten nakaratlar hep aynı; “sarı gelin ya da sari galin” fark eder mi?