Pamuk; Yerdeki Bulut

İnsanın yeryüzüne gelişini ve gidişini Karacaoğlan’ın türküsünden daha güzel hangi söz özetler bilmiyorum: “Üryan geldim yine üryan giderim.” Genlerinde taşıdıkları dışında her bakımdan çıplak gelir insan dünyaya, sevapsız, günahsız, önyargısız, her bakımdan işlenesi, giydirilip kuşatılası bir “tabula rasa” boş bir levhadır.

Yazı: Tevfik Taş / Fotoğraf: Yusuf Aslan

Ama dünyaya gelişiyle, gidişi arasındaki süreçte giyinmeyi öğrenir insan, ister, giyinme tarzları seçer, şekillendirir… Ve giydiği şey bir süre sonra insanı şekillendirir, insan giydiğinin şekli şemailiyle, renkleriyle özdeş olur. Bütün bu süreçte, insanlığın en eski dostudur pamuk.

Çoğunluğun “hafiflik” sembollerinden biri saydığı pamuk hakikaten öyle midir? Pek çok insanın çocukluğundan kalma o muzip soruyu anımsayalım: “Bir kilo demir mi ağır, bir kilo pamuk mu?” Bu basit ironinin tarihte de bir yeri var. İşgalci müşkülpesentliğiyle Colomb ve adamları Amerika Kıtası’na ayak bastıklarında, Bahama Adaları’nda pamuk, kim bilir kaç yüz yıldır üretiliyordu. Tarihi kılıçla, demir prangayla, vurdu kırdıyla başlatanlarla, pamukla başlatanlar arasındaki o yaman çelişki bugün de yeryüzünü derin, ağır bir ironi olarak belirliyor demek abartı olmasa gerek. Biri yeryüzünün evlerini, yataklarını, bebeklerini, sevmelerini eşi menendi bulunmaz bir biçimde giydiriyor, diğeri kazanç hırsının terörüyle soyuyor.

Bilim insanlarının Meksika’daki kimi mağaralarda yaptıkları araştırmalarda buldukları pamuk kozası kalıntılarının ve pamuklu kumaş parçalarının yaklaşık 7 bin yaşında olduğu ortaya çıktığında, pamuk üretenleri, “tarihsiz” sayan Avrupalı bakış açısı, pamuğun o bulutsu ağırlığınca bir darbe daha yedi. Dahası paleontologların buldukları bu pamuğun bugün Amerika’da yetiştirilen türlerden birine benzediği de anlaşıldı.

Pakistan’da bir masalcı demişti ki: “İnsan pamuğu yetiştirmeye başladığında, milat henüz saptanmamıştı, zira İsa Peygamber’in doğması için 3 bin yıl daha gerekiyordu.” Araştırmacılar, pamuğun İÖ 3000’lerde Hindistan’da yetiştirildiği, ip haline getirilip giysiye dönüştürüldüğü konusunda neredeyse hemfikir… Arkeolojik verileri değerlendirenlerin ortaklaştığı bir nokta daha var: Hindistan ve Pakistan’la Güney Amerika 6 bin ila 7 bin yıl önce birbirlerinden habersizce pamuğun değişik türlerinin tarımını yapmış, giyimde kullanmışlar. Ve pamuk Harappa’dan (İndus Vadisi Uygarlığı) başlayarak Mezopotamya’dan Eski Mısır’a geçmiştir.

Mezopotamya’nın kapılarından biri olan Çukurova düzünde, geceyle günün eşiğindeyiz. Kış göğü koyu gri bulutlarla darmadağın, pare pare, halkalı… 10 ırgat ve ben bir traktörün römorkundayız. Adana’dan Karataş’a doğru kiminin sırtında battaniye, kimi iç içe geçirdiği çuvallarla koruyor kendini karanlığın ayazından. Tütün dumanı, pamuk tohumu ve çiy kokuyoruz. Bu adamlardan altısı Urfa Siverek’ten, dördü Hilvan’dan gelmiş. Toprağa pamuk ekecekler…

“Ekim zamanı” diyor Muhammet Büyükkaya “fazla ırgat çalıştırılmaz. Az ama ekim işini bileni çağırırlar. Hoş şimdi işlerin çoğunu makine yapıyor, ama yine de adama ihtiyaç oluyor.” Karataş’ın bir yanını Akdeniz’in dalgaları dövüyor, denizden uzaklaşıp içlere daldıkça sonsuzdaymışçasına alçalıp yükseliyor düzlükler. Burada dolaştıkça Yumurtalık, Kozan, Anavarza düzlükleri kırmızı, yeşil vaha gibi açılıp kapanıyor insanın ufkunda… Yer gök tarlaymış gibi geliyor insana.

“Bir türkü vardır” diyor Hilvanlı Naci Öztürk “Adana’ya kar yağmış / Kar altında Kürt kalmış” anlamaz anlamaz baktığımı görünce, “Adana’ya kar yağması efsundur, mucizedir, kolay yağmaz, ama yağarsa tarım işçileri, ki bu bölgede çoğu Kürt’tür, kar altında onlar kalır. Evsizdir, açıktadır.”

Ziraat Mühendisleri Adana Şubesi eski başkanı Ayhan Barut: “Şimdilerde artık pnömatik dediğimiz tarzda, yani bir anlamda makineyle serperek ekim yapılıyor. O zaman çok işçiye ihtiyaç yok. Ama pamuk sık ekildiği için 10-15 santimetre uzayınca işçiye ihtiyaç oluyor. Çünkü o aşamada aralardan pamuk fideleri kopartılarak seyreltme işlemi yapmak gerek. Bunu pamuk toplanmadan önce tarlalardaki otları yolma işlemi izler. Bütün bu aşamalarda üretici yevmiyeyle ırgat çalıştırmak zorundadır. Pamuğun maliyetine bunlar eklenince, pamuk üretici için altından kalkılması zor bir ürüne dönüşebiliyor. Hele küçük çaplı üretim yapanlar için bu daha da zor.”

İbn Asakir, “Rivayet odur ki” diyor, “pamuğun kullanımı Hz. Âdem ve Havva ile başlar. Cennetten yeryüzüne çıplak olarak indiklerinde Âdem eşine sıcaktan rahatsız olduğunu söylemiş, bunun üzerine Cebrail bir miktar pamuk getirip Havva’ya ip yapmayı ve dokumayı öğretmiştir.”

Pamuk makinede ilk kez İngiltere’de ve 1730’da mı büküldü? Yaygın olarak bilinen bu ve Sanayi Devrimi’nin mihenk taşlarından biri olarak sunuluyor. Ancak, pamuğun tohumdan ayıklanmasını sağlayan çırçırın bulunuşu bundan daha önemli sayılıyor… Cumali Yıldırım’la çırçır fabrikalarını gezerken bir yandan tarih geçiyor aklımdan: “Eli Whitney, Massachusetts’te 1793’te çırçırın patentini almış. Ancak sonra kayıtlar incelenince, ilk çırçırın Noah Homes adlı bir mühendis tarafından Whitney’den iki yıl önce alındığı ortaya çıkmış ve Whitney’in patenti geçersiz sayılmış. Öte yandan Cumali’nin pratik bilgilerini dinliyorum: “İplik bükme makinesi istediği kadar hızlı olsun, önüne temiz pamuk gelmedikçe işlevsizdir. Bu nedenle de iplik imalatından önce, tarladan gelmiş pamuğu tohumundan ayırıp neredeyse bir kez daha, ama çok hızlı imal etmek gerekiyor.”

Benim usumda Heredot’un o muhteşem tarifi geçiyor: “Toprakta yetişen bir bitki, koyun gibi meyveler verir. Bunlardan bükülen iplik kuzu yününden ince olur.”

Aynur Gürel, Hüseyin Akdemir, Şükrü Hazım Emiroğlu, Hüseyin Kadoğlu ve Hasan Basri Karadayı yaptıkları ortak araştırmanın tarih bölümünde şunu söylüyor: “Anadolu’ya 1. yüzyılda giren pamuk, yayılmasını 6. yüzyılda Bizanslılar döneminde yapmıştır.”

Cumali anlatırken aklım Orhan Kemal’in, Bereketli Topraklar Üzerinde’sine gidiyor. İflahsızın Yusuf, Pehlivan Ali, Köse Hasan dönenip duruyor çırçır makinelerinin seslerinin, göz gözü görmez kılan tozu dumanı içinde. Çukurova’ya ki pamuk bir başkaldırıyla gelmiştir. “Nasıl olur” demeyin, Adanalıların deyimiyle “Of gibi olur!” Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın, 1833’te Çukurova Bölgesi’ni ele geçirmesi, burada pamuk üretiminin de başlangıcı sayılıyor. İbrahim Paşa yönetimi dokuz yıl sürmüş ve bu zaman içinde, Kıbrıs’tan, Mısır’dan getirilen tohumlar denenmiş. O yıllarda pamuk ihracında dünya devlerinden biri olan ABD’de iç savaş (1861) çıkınca Ege bölgesi başta olmak Osmanlı toprakları iyiden iyiye pamuk üretiminde öne geçmiş. Bursa, Konya Ovası, Sivas pamukla, dokumayla hemhal olmaya daha yoğun bir biçimde başlamış. Sonra Alman sermayesi, makineleri girmiş… Pamuk türleri değişmiş. Amerika kökenli orta uzun lifli ve daha ince, iplik yapımına, dokumaya daha uygun, açık kozalı “G. Hirsutum” türü pamuklar ektirilmeye başlanmış. Bu yeni tür pamuğun ekimini yaygınlaştırmayı özendirmek amacıyla tohumu köylüye bedava dağıtıldığı için de adına “iane” denmiş. Sonra Fransız sermayesi Alman sermayesini yenmiş ve 1864’te Adana’da ilk çırçır fabrikasını kurarak pamuğun efendiliğini ele geçirmiş. Onları İngiliz sermayesi izlemiş, Adana, Mersin ve Tarsus’ta üç fabrika kurmuşlar. Çukurova’da kurulan tekstil, fes, askeri giyim fabrikaları Mersin Limanı ve Bağdat Demiryolu üzerinden Avrupa’nın yıllarca giyinip kuşanmasını sağlamış.

Yıllardır dolaşıyorum Anadolu’da, her mevsimini, iklimini görüyorum. Kışın böylesine sakin olan Çukurova, yazın bir insan selidir. Yaşar Kemal’in Adana tasvirlerinden birinde söylediğince: “Adana istasyonu bir yırtık pırtık insan pazarıdır. Binlerce insan gece gündüz, toprak gibi, o istasyonda kaynaşır durur. İstasyonun önü o zamanlar boştu. Her gün o düzlükte on beş, yirmi köy kalabalığı hasta sayrı, sıtmalı, kaynaşır dururdu. İnsanlıktan çıkmış, kılıktan çıkmış, üstleri başları paramparça binlerce insan… Hayvan hayatından daha aşağı bir durumda… Bir içimlik suya muhtaç insanlar…” Ama işte pamuk bu insanların ellerinden, kucaklarından, sırtlarından ulaşıyor bize.

Mimar Sinan Üniversitesi’nde Profesör Zeki Alpan’la söyleşirken anlatmıştı: “Gömlek almak için bir mağazaya girdim. Tezgâhtar hanıma, ‘pamuklu gömleklere bakmak istiyorum’ dedim. Yanıt: ‘Pamuklu yok beyefendi, cotton gömleklerimiz var.’ Gülümsedim.”

Şimdi bizim uluslararası pek çok giyim markasının yıkama ya da hammadde etiketinde okuduğumuz “cotton” sözcüğü pamuğun Arapçadaki adından (kutn), İngilizceye geçmiş ve Avrupa’ya yayılmış; İspanyolca konuşan halkların ortak sözcüğü algodon olmuş.

Türkçede kullandığımız “pamuk”, kimi yerel ağızlarda “pambuk”, “bambuk” sözcükleri için Arnold Toynbee gibi bazı kaynaklar, Suriye’nin kuzeyinde yer alan Bambyke yerleşiminin adından geldiğine işaret ediyor. Kaşgarlı Mahmut “bamuk Oğuzca bir sözcüktür” diyor. Ferit Develioğlu, sözcüğün Türkçeye Farsça “penbe” kelimesinden geçtiğini yazıyor.

Akdeniz bölgesi Adana, Hatay, Antalya ve Kahramanmaraş’la Gaziantep’in Akdeniz’e bakan kesitleriyle Türkiye’de pamuk ekiminin yarıdan fazlasını gerçekleştiriyor. Diyarbakır, Mardin, Şanlıurfa, Adıyaman’da yapılan üretimle, Güneydoğu yüzde dörtlük bir paya sahip.

Gel gelelim ki, pamuk üretimi giderek azalıyor. Türkiye İç Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı İrfan Özhamaratlı: “Eğer devlet önlem almazsa 2015’te sektörde büyük bir pamuk sıkıntısı yaşanabilir” diyor ve ekliyor: “Çin ve Hindistan gibi tekstil alanında rekabet ettiğimiz ülkeler ellerindeki pamuğu stokluyor. Çünkü pamuk stratejik bir konumda… Pamuk işlendiği zaman katma değer sağlayan bir ürün. Eğer pamuk üretimi konusunda devlet çiftçiyi desteklemezse gelecek yıl pamuk bulamayabiliriz.”

Sözün üstünü, Amik Ovası’ndaki üretimi değerlendiren Antakya Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Ali Kuseyri getiriyor: “Bu sezon da pamukta beklenen hasat gerçekleşmedi. Arz fazlasının ortaya çıkması ve dünya fiyatlarındaki düşüş, durumu üreticinin zarar edeceği seviyelere taşıdı. Amik Ovası’ndaki çiftçilerimizin kuraklık nedeniyle pamukta düşük rekolte alması, pamuk üreticisini çok daha zor duruma düşürdü. Önlem alınmazsa, pamuk ekimi nostalji olacak.”

Ben kalkıp yüzde 36’lık bir üretimle ülkenin ikinci pamuk bölgesine Ege’ye gidiyorum. İzmir, Aydın, Manisa ve Muğla, Ege’nin pamuk ekim alanlarının ilk sırasında geliyordu. İzmir, Bayındır ve Bergama dışında kalan yerleşimlerinde hem yoğun yapılaşmayla, hem de “polikültür” denen yani toprağa değişik ürünleri değişik dönemlerde ekmek olarak başlayan, ama maliyetlerinden dolayı pamuğa bir daha dönemeyen çiftçilerin çoğalması nedeniyle pamuk alanlarının bir kısmını yitmiş görünüyor. Bozdoğan, Nazilli ve Karacasu’yla Aydın; Salihli, Akhisar, Turgutlu Menderes Nehri’nin alüvyonlu topraklarıyla Manisa, pamuğun Ege’deki serüveninde bugün de önemli bir yer tutuyor. Ege’de Dalaman Çayı Vadisi’ndeki Köyceğiz başta olmak üzere Milas, Fethiye ve Yatağan tarım alanlarıyla Muğla küçümsenemeyecek bir pamuk yatağı durumundadır diyebiliriz.

Maurice Lombert’in tekstilde İslam dünyasını değerlendiği kitabının önemine vurgu yapıyor Profesör Serap Yılmaz: “20. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar Avrupa’da bütün çalışmalar, monografiler tekstilin Avrupa’daki serüvenine ayrılmıştı. Ortaçağ İslâm tekstiline ilgi yoktu. Maurice Lombert bir kitap yazarak bunu değiştirdi ve İslâm dünyasının bir ‘Tekstil Uygarlığı’ olduğunu ileri sürdü. Haklıydı. VII-XIII. yüzyıllar arası bu dünyada dört önemli tekstil hammaddesi kullanılmıştı. İkisi eski tekstil hammaddesi yün ve keten, diğer ikisi yeni tekstil hammaddeleri yani pamuk ve ipek idi. Yazara göre, Maveraünnehir, antik yün endüstrisi merkezi ve genel olarak Orta Asya tekstil üretimi ve tekniği için bir kavşaktı.”

Yılmaz, Ege bölgesinde hem pamuk öncesi dokumacılığın, hem de pamukla birlikte gelen dokuma birikiminin tarihine bakarken, Denizli’ye dikkat çekiyor: “1240 yılında Anadolu Selçukluları gücünün doruğundadır ve Batı sınırı kabaca Muğla’daki Dalaman Çayı’ndan başlayarak Denizli ve Kütahya önlerinden geçip Sakarya’ya ulaşmaktadır. Özetle Denizli ve çevresi Anadolu ve Orta Asya deneyimlerinin buluştuğu önemli bir kavşaktır.”

Hatice Erdemir, Denizli bölgesinin pamuk ve dokumayla olan tarihsel ilişkisini simgeleyen şu bilgiyi aktarıyor: “Bölgede pamuklu dokumalar da gelişmiştir. Çeşitli tarz, renk ve tasarıma sahip giysiler Lycus Vadisi’nden Roma’ya, İtalya’ya ve Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Hierapolis’te yazıtından mermer bir lahidin ‘Güvenilir Menandrianos’ adlı birine ait olduğu anlaşılıyor ve onun ‘Pamuk tekstil şirketi’nden söz ediliyor.”

Şimdi tam bu kavşakta, Ege’nin yün, pamuk, dokuma ve bu alana ilişkin tarihsel bütün deney birikiminin toplandığı Buldan’dayım… Habib Peköz, 65 yıl emek vermiş dokumaya; tezgâhın ve ipliğin her türünün, ilmeğin ve atkının her çeşidinin, ipeğin, ketenin, yünün ve pamuğun kumaş oluncaya dek her aşamasının, kumaşın dokusundaki her gözeneğin onun yaşamında bir anlamı var.

“Tezgâh başına geçtiğimde 15 yaşındaydım” diye başlıyor söze Buldan Evi’nde, “Babama, dedemden, bana onlardan geçti bu meslek. Salt ben değil, Buldan’da her hane, dokumacıydı… Biz başladığımız zaman koza ipeği daha ağırlıklıydı, ipekle pamuğun karışımı kumaşlar da yapılırdı. Sonra bizim ot ipeği dediğimiz floş da girdi işin içine, Çin’den, Polonya’dan geliyor…”

Ezan sesini duyunca bir müddet duraksıyor yılların ustası. Sonra, yeniden başlıyor. “Bugünün teknolojisinden daha zor koşullarda yapılıyordu her şey. Tahta tezgâhlarda her ilmek elle atılırdı.” Boya malzemelerine gelince Peköz “Palarmut” diyor, konuşmanın içinde bunun “Palamut” olduğunu anlıyorum. “Palarmuttan krem rengi boya elde ederdik. Saç gövezi siyah, türabi (toprak rengi, turuncuya yakın) renkler verirdi. Bunların hepsi tabiattan, ağaçlardan, köklerden gelirdi.” Bir süre daha düşünüyor. “Bu boyaların her biri tek başına olduğunda kolayca solabilir. Ama bütün bu boyalar bir araya gelince solmaz. Güneş bile soldurmaz. Sonra ipi kolay işleyebilmek için haşıllardık.” Benim anlamadığımı görünce: “Evet, bildiğiniz undan haşıl yapar, onunla sertleştirirdik pamuk ipini. Çünkü o zamanlar ipi böylesine sağlam ve ince bükecek aletler yoktu elimizde.”

Buldan’ın hem iş hacmi bakımından önemli, hem de modern tekstil bakımından köklü bir geçmişi olan Dönmezler’in bürosunda İhsan Dönmez: “Bir insan nasıl ki alacağı bir araba, bir telefon hakkında önceden bilgileniyorsa, giyim hakkında da öyle yapmalı” diye başlıyor söze: “Hatta giyim hakkında öteki bütün mallardan daha çok bilgili olmalı, çünkü bu, insanın kendi derisi hakkında bilgili olmasından daha farklı değil. Düşünün ki, bambudan kavağa, naylondan keçi sütüne kadar uzanan bir malzeme yelpazesinden giysi, havlu, çarşaf, nevresim yapılabiliyor…”

Dönmez, “Pamuk bugün de vazgeçilmez” dedikten sonra ekliyor: “Ancak pamuk ve yün görünümü kazanmış malzeme hem görüntü bakımından, hem de ekonomik bakımından insanların tercihini sıklıkla etkileyebiliyor. Fakat örneğin akrilik ağırlıklı bir ürün aldığınızda, ikinci hafta üstünüzdeki giysinin minik minik tomurcuklanmasını göze almalısınız. Sektörde çalışanlar buna pillinig yani boncuklanma diyor; Denizli’de tuluplanma diyoruz. Bu, yünde, ipekte ve pamukta olamaz… Sentetik malzeme tene değdiğinde yakar, insanın üzerinde çıtır çıtır ses çıkarır bu elektriklenmedir… Akrilik ürünleri tene temas ettirmemek gerekir, çünkü statik elektrik ürettiği için, hiç iş yapmadan yorgunluk yaratır insanın vücudunda…”

Buldan manzarasına bir de Yayla’dan Muhtar Metin’in yerinden bak diyor Dönmez. Yolda, Abdullah Dışkaya, “Babam Habib Dışkaya, yedi yaşında başlamış dokumacılığa” diyor: “O zaman daha çok ipek ve pamuk var. Babamdan aklımda kalan bir anı var. Diyordu ki, ‘Saf ipekten el tezgâhlarında yaptığımız dokumaları diğer illere satmaya giderdik. Sonra İstanbul’dan alıcılar gelmeye başladı, Vakko, Beymen gibi ünlü markalar dokumalarımızı almaya geldi. Sonradan mallarımızın değerini anlayan simsarlar mallarımızı alıp bizim isimlerini bilemediğimiz kişilere pazarladılar.’ Şimdi pamuk üreticisi, tezgahın başındaki insan yine zor durumda.”

“Saten” diyordu dokuma ustaları, “sanıldığı gibi salt ip türü değildir, bir örgü sistemidir.” Sateni var eden uzun elyaflı pamuk gibi yağıyordu Denizli’ye kar. Beyazın içindeki sayısız renkle, parıltıyla örüyordu doğa kendi satenini.

İstanbul’un “pahalı” denen semtlerinde dolaşırken, vitrinlerde gördüğüm fiyat etiketleri Habib Dışkaya’nın anlattıklarıyla birleşiyor aklımda. Üretenle satan arasındaki o muazzam uçurum sanki her gün biraz daha açılıp derinleşiyor. Üreticiyle alıcı arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumlar ve kişiler silsilesi birbirini iten ve çeken, birbirinin içinde dönenip duran sesler, çatışan ve bağlanan notalar, anahtarlar gibi inip çıkıyor vitrinlerde.

İstanbul Boğazı’nda art arda giden yelkenlilere baktım bir süre. Yelken ki, pamuğun sınandığı, dayandığı en zor koşulların simgesidir. Pamuktan, pamuğun sihrinden, beyazından bakarak düşündüm bir de Anadolu’yu, dünyayı… Meşakkatli ve güleç, sitemli, güvenli, gizli ve ince ve daima kendisi olan, saran ve koruyan o beyazlık oldu kılavuzum… Baktım ve anladım pamuk ağır yükmüş.