Çocuklarının Ülkesinde Yaşamak
İlham Reşit, henüz 35 yaşındaki 4 çocuk annesi bu güçlü, bu güzel kadın bize hafif tertip bir hayat dersi de veren hikâyesini anlattı. Ama anlattığı hikâyenin bir lezzeti de vardı. Sanki insanın canına dokunan bir Suriye, bir savaş, bir yol filmiydi: Şehre bombalar yağıyor, bir çocuk hastaneye kaldırılıyor, bir dede son nefesini veriyor, bir anne çocuklarını kaybediyor, yollar kesiliyor, telefonlar çalışmıyor ama neyse ki sonunda herkes birbirine kavuşuyordu.
Yazı: Bülent Kale / Fotoğraf: Umut Kaçar / Video: Caner Özgül
“En az çocuklar alıyor, sonra kadınlar, sonra adamlar,” diyor İlham, mutfakta biz misafirlerine çay hazırlarken. Ben küçük mutfağın eşiğindeyim; o, tezgâhın önünde. Bana beş yıl önce Türkiye’ye ilk geldiklerinde, o zaman dokuz yaşında olan en büyük oğlu Velid’le bir tekstil atölyesinde nasıl ortacı olarak çalıştıklarını anlatıyor. Ne kadar ücret aldıklarını soruyorum: “Velid’e 300 TL veriyorlardı ayda, bana 400 TL,” diyor ve sonra yukarıdaki cümleyi ekliyor: “En az çocuklar alıyor, sonra kadınlar, sonra adamlar.” Hayatta kalmak için emeğini (kaça olursa) satmak zorunda olan bir mültecinin öğrendiği ilk şeylerden biri bu.
Savaştan kaçan bu insanlar en iyi ihtimalle ellerinde küçük bir valizle düşüyorlar yola. Neredeyse hiçbir şeysiz geldikleri yeni ülkede aklınıza gelen her şeye ihtiyaçları oluyor. Bu yüzden ilk başta yeniden bir yuva kurmak için çoğu zaman çalışabilecek olan herkes çalışıyor. Çocuklar dâhil. İlham’ın ailesinde kocasıyla beraber İlham ve Velid de çalışıyordu. O zamanlar sekiz yaşında olan büyük kızı Zeynep (13) evde kardeşleri İmadeddin (9) ve Abdurrahman’la (8) ilgileniyordu. Bu tam bir buçuk sene böyle sürdü. İlham artık çalışmıyor. Hayat iyi kötü bir raya oturdu. Çocukları Zeynep, İmadeddin ve Abdurrahman şimdi okula gidiyor. Hâlâ çocuk olan büyük oğlu Velid ise hâlâ çok düşük ücretle (asgari ücretin yarısından da az) çalışıyor.
İlham’ın Yasemin Sokak’taki evine kurstan birlikte geldik. İlham, önceki ay boyunca hafta içi her gün sabah 9’dan 12’ye kadar Hayata Destek Evi’nde verilen Kalıp Çıkarma kurslarına katılmıştı. Bizim ziyaret ettiğimiz gün kurs artık bitmişti ama bir tür diploma töreni, bir tür veda partisi vardı. Hepsi Suriyeli olan kursiyer kadınlar evlerinde kendilerince bir şeyler hazırlayıp getirmiş, içecekler, pastalar alınmış, mumlar üflenmiş, sertifikalar dağıtılmış, veda konuşmaları yapılmış, gözler dolmuş, birlikte gülünmüş, toplu fotoğraflar, selfiler çekilmişti. Sonra… Sonrası iyilik, güzellikti.
Sonra biz hep birlikte İlham’ın evine misafir olduk. Henüz 35 yaşındaki 4 çocuk annesi bu güçlü, bu güzel kadın bize hafif tertip bir hayat dersi de veren hikâyesini anlattı. Ama anlattığı hikâyenin bir lezzeti de vardı. Sanki insanın canına dokunan bir Suriye, bir savaş, bir yol filmiydi: Şehre bombalar yağıyor, bir çocuk hastaneye kaldırılıyor, bir dede son nefesini veriyor, bir anne çocuklarını kaybediyor, yollar kesiliyor, telefonlar çalışmıyor ama neyse ki sonunda herkes birbirine kavuşuyordu.
İlham, kocası ve 4 çocuğuyla Halep’in Eşrefiye mahallesinde yaşarken, Mart 2013’te Halep’e ilk bombalar düşüyordu. İlham, şiddetli bir astım krizi geçiren Velid’le hastaneydi. Kocası Muhammed (40) çocuklarla evdeydi. Sonra bir haber geliyordu; babası ölmüştü. Bombalar düşmeye devam ediyordu, yollar kesikti, Velid hastaydı. Çocuklar evdeydi. Telefonlar çalışmıyordu, kocasına ulaşamıyordu. Cenaze yerdeydi. İlham ne yapacağını şaşırıyor ama sonra toparlıyordu. Önce cenaze Afrin’deki köye götürülüp gömüldü. İlham, erkek kardeşiyle şehre geri döndü. Ama çocuklar evde yoktu. Onlar dönerken kocası çocukları köye göndermişti. Hâlâ hastanede olan Velid’i hastaneden aldı, hızla köye döndü. Korku içindeki aile gözyaşları içinde birbirine kavuştu. Sonra İlham’la beraber dört gelin çocuklarıyla iki ay köyde o bir göz odada yaşadılar.
Halep’te durum gittikçe kötüleşiyordu. Bir ay sonra Muhammed de köye geldi ama evde neredeyse yatacak yer yoktu. Çok kalmadı. Doğru İstanbul’a gitti. Halep’te tekstilde çalışıyordu, makineciydi. İstanbul’da da tekstilde iş buldu. Manolya Sokak’ta bir ev tuttu. İlham’ı ve çocukları getirmesi için kaçakçılarla anlaştı. İlham ve çocuklar Mayıs 2013’te bir gün hava karardıktan sonra Kilis yakınlarında bir köyden bir saat yürüyerek sınırı geçtiler. Sınırda bekleyen bir minibüse binip doğru İstanbul’a geldiler. Muhammed onları karşıladı ve Manolya Sokak’taki içinde hiçbir şey olmayan ilk evlerine götürdü.
Yetişkin bir insan kendisini bir anda karısı ve dört çocuğuyla yabancı bir ülkede, İstanbul gibi bir cangılın ortasında güvencesiz, hiçbir şeysiz bulduğunda, bunu göğüslemek her zaman öyle kolay olmaz. Muhammed için de kolay olmadı. İlham ve çocuklar geldikten sonra Muhammed’e Halep’te hiç olmayan bir hastalık musallat oldu. Krizler geçirmeye başladı. İki ay sonra şiddetli bir krizle hastaneye kaldırıldı. Altı gün hastanede kaldı. İlham başında bekledi. “Altı gün sonra çıktık ama ben kocama ne oldu, hiçbir şey bilmiyordum,” diyor İlham. Yeni gelmişlerdi, hiç Türkçe bilmiyorlardı.
Hastalığın sara (epilepsi) olduğunu, neler yapmaları gerektiğini sonradan daha pek çok kriz yaşayarak öğrendiler. Şimdi Muhammed’in ilaçlarını düzenli olarak ücretsiz edinebilmesi için heyet raporu almaya uğraşıyorlar. Bugünlerde hastaneden randevu almaya çalışıyorlar. İlham, Hayata Destek’in Türkçe kurslarında Türkçe öğrendi. “Artık Türkçe biliyorum” diyor ama evde Türkçesi ondan çok daha iyi olanlar var. Hastaneden randevu almak için telefonları çocuklar ediyor. Muhammed hâlâ hasta. “Halsiz, böyle hiç kendinde değil,” diyor İlham. Düzenli bir işte çalışamıyor. Kendini iyi hissettiğinde yevmiyeli çalışıyor.
İlham’ın kızı Zeynep biz evlerindeyken okuldaydı. Dört sene okula gitmemişti, okula bu sene başlamıştı. İlk iki sene İlham çalışırken iki küçük kardeşiyle kalmak zorundaydı. Okula gidemezdi. Daha sonra da ancak uygun bir okul bulabilmişlerdi. Yine de İlham, kızı sonunda okula devam edebildiği için memnun, Zeynep’in Türkçesinin iyi olduğunu, rahatça okuyup yazabildiğini söylüyor.
İmadeddin ve Abdurrahman büyüklere göre daha şanslı. Geldiklerinde çok küçüklerdi, yeni hayatı kabullenmeleri, adapte olmaları çok daha kolay oldu. O gün okullarına gitmeden önce evde biraz sohbet edip şakalaştık. Türkçeleri gayet iyiydi. İlham sınırı nasıl bir saat boyunca yürüyerek geçtiklerini anlatırken, İmadeddin’in kendisinin kucağında olduğunu, Abdurrahman’ı da aracın şoförünün kucağına aldığını anlatıyordu. Onlar da bizimle birlikte kendi hikâyelerini dinlediler. Karanlıkta o ekinlerin arasından geçerken toz toprak içinde kaldıklarını, annelerinin minibüsün içinde üstlerini değiştirdiğini, Velid’in yol boyunca öksürdüğünü, çok zor kendine gelebildiğini…
İlham’ın büyük oğlu Velid 14 yaşında, astım hastası. Ekinlerin arasından geçtiklerinde olduğu gibi sağlıksız ortamlar rahatsızlığını daha da azdırıyor. En büyük krizlerinden birini Halep bombardımanında yaşamıştı. İlham, bir yerin havası kirliyse, nemliyse hemen fark ettiğini söylüyor. İstanbul’daki ikinci evleri olan bu evde sobadan rahatsız olunca, ev sahibiyle konuşup eve doğalgaz bağlatmışlar. Başlangıçta ilaç almak sorundu ama artık doktora düzenli gidebiliyor, ilaçlarını ücretsiz alabiliyor.
Velid, Türkiye’ye gelir gelmez babasıyla birlikte yükün altına girdi, beş senedir tekstilde çalışıyor. Savaş en çok onun çocukluğuna mal oldu. Halep’te okula başlamıştı ama Türkiye’de hiç okul yüzü görmedi. Çalıştığı atölye eve yakın, yaşıtları her gün sabah erkenden kalkıp okula giderken, o işe gidiyor. Evde Türkçesi en zayıf olan o. Suriye’yi en çok o özlüyor. Türkçe okuyup yazamıyor, bu normal ama Arapça da okuyup yazamıyor. “Hiç mi?” diye soruyorum. “Hiç,” diyor İlham “basit bir şey yazması gerektiğinde bile yazamıyor, “Anne yardım!” diye beni çağırıyor.”
İlham, bütün bu hikâyeyi -sanki hiçbir şeymiş gibi- bir çırpıda anlatırken kendisinden neredeyse hiç bahsetmedi. Ben de hiç sormadım. İlham sen iyi misin, sen hiç hastalanmadın mı, hiç korkmadın mı, hiç yeter artık demedin mi diye sormak hiç aklıma gelmedi. Sesinde, bakışında, gülüşünde hep farklı bir şey vardı; ona bu tür sorular sormamı engelleyen bir tür hayat aroması gibi bir şey. Sanki ona farklı bir direngenlik ve iyimserlik katan bu aroma sayesinde İlham meseleleri hep en çözülebilir yerlerinden tutuyor, öyle ele alıyordu.
Bu sayede, ilk geldiklerinde üç kişinin çalıştığı, kimsenin okula gidemediği o korunmasız yuvayı beş sene içerisinde yavaş yavaş hepsi sağlık hizmetlerinden yararlanan, üç ferdi okula devam eden, çok daha iyi koşullarda beslenip barınan bir hane haline getirmeyi başarmıştı. Kocasıyla beraber çalışmış, çocuklarıyla birlikte Türkçe öğrenmiş, sağlık hizmetlerine ulaşmış, dört yıl okula gidemeyen kızını sonunda okula gönderebilmişti. Kademe kademe ilerliyordu. Şimdi kocası Muhammed’e heyet raporu almak için çabalıyor. Muhammed ilaçlarını düzenli alıp daha sağlıklı olduğunda artık düzenli çalışabilecekti. İşte o zaman sıra mutlaka Velid’e gelecek, İlham ne yapıp edip onu en azından bir okuma yazma kursuna gönderecekti. Çünkü “benim vatanım artık çocuklarımın ülkesi” diyen İlham da çok iyi biliyor ki Velid’in de kendisine bir ülke kurması gerek ve bunu okuma yazma bilmeden yapamaz.
Sohbetimiz bittikten sonra ışıklar yanıyor ve İlham hikâyesini kısaca kamera karşısında da anlatıyor. Ben iç odaya bakan küçük pencereden ışıklar içindeki İlham’ı izliyorum. Başımı pencerenin camına yaslıyorum ve bazen yaşamanın nasıl da kendine yeni bir ülke kurmak anlamına gelebildiğini, bu mütevazı, güçlü, güzel kadının ne yaptığını nasıl da hepimizden iyi bildiğini bir kez daha kavrıyorum. Ve fonda İlham’ın sesi duyulurken, ben bu hikâyenin asıl kahramanı Velid’in sonunda okuma yazma öğrendiğini ve bir çocuk işçi olarak bize bugünleri kendi bakış açısından, kendi sözcükleriyle anlattığını hayal ediyorum:
“En az çocuklar yaşıyordu, sonra kadınlar, sonra adamlar…”