Afganistanbul


Fotoğrafçı Ulaş Tosun ve yapımcı Özkan Özdemir’in hazırladığı “Afganistanbul” adlı belgeselin ilk fragmanı yayınlandı. İnsan kaçakçılarının gözetiminde ortalama 20 günlük bir yolculukla İstanbul Küçükpazar’a ulaşan Afganların bir sonraki hedefleri Avrupa. “Afganistanbul” Avrupa’ya ulaşmak için on binlerce dolar biriktirmeleri gereken umut yolcularının kölelik şartlarında yılları bulan mücadelelerini konu alıyor. Ulaş Tosun, belgeselin çekim sürecini ve içeriğini anlatıyor.
Yazı ve Fotoğraf: Ulaş Tosun
“Afganistanbul”un çekimlerini gerçekleştirdiğim Süleymaniye mahallesini, ilk olarak Vedat Türkali’nin “Bekle Bizi İstanbul” şiirinin, ergenliğime denk gelen 90’lı yılların başında bestelenmesiyle duymuştum. 1998’de İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji bölümüne girdiğimde ise devrimci ağabeylerin tekinsizliği nedeniyle pek önermedikleri tasvirleriyle tanımıştım. Aynı yıllarda merak saldığım fotoğraf sayesinde artık büyük ve sakin olmayan Süleymaniye’nin bitirimleri, o zaman sayıları yüzlerle anılan “kaçakları” ve bekâr odalarıyla benim İstanbul’umda hep yer aldı.
2007 yılında muhabir olarak çalıştığım Nokta Dergisi için “Taşı Toprağı Altın Kentin Son Gurbetçileri” başlığıyla bölgedeki İç Anadolulu geri dönüşüm işçilerinin sefalet içeren hayatlarını bekâr odalarında ve ailelerini bıraktıkları köylerinde görüşmeler yaparak haberleştirdim.
Diğer taraftan, bölgenin Gentrification süreciyle, enkaz denizine dönüştürülmesini, enkazlara Suriyeli savaş mağdurlarının yerleşimini ve iki yıl sonunda mahallenin tekrar boşaltılması süreçlerini deneyimli bir fotoğrafçı olarak takip ettim. 2015 yılında Avusturya Konsolosluğu İstanbul Yerleşkesi’nde bu süreci anlatan “Permanently Temporary” adlı ilk fotoğraf sergim açıldı.
Yaklaşık iki yıl önce, aynı fotoğraf projesinin takibini sürdürmek için enkazlar arasına gittiğimde Suriyeli savaş mağdurlarının sabah baskınıyla kamplara götürüldüğünü öğrendim. Ancak önceki misafirlerden farklı olarak sadece 15-40 yaş arası erkeklerden oluşan Suriyelilerle bile kıyaslanamayacak derecede perişan halde insanlarla karşılaştım. Bu insanların hal ve tavırları da diğerlerine göre çok farklıydı. Öncelikle iletişime son derece kapalıydılar ve ayakta durmakta dahi zorlandıkları belli olmasına rağmen, devasa çöplükleri andıran atık toplama alanlarında çalışmaktaydılar. Fotoğraf makinesini çantamdan çıkarmamla birlikte tek bir kelimesini anlamadığım dilde konuşmalar eşliğinde her biri bir enkazın içine girdi ve orada beklediğim yarım saat boyunca bir daha görünmediler.
Bir Pazar günü biraz da umutsuzca bölgede dolaşırken bir kişi bana yattığı enkazı gösterdi ve tek bir kelimesini anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Sadece iki gün sonra Afgan bir Erasmus öğrencisiyle aynı enkaza gittiğimde, çevirmen ile aralarında hararetli bir konuşma başladı. Çevirmen öncelikle bir daha kendisini bu tip yerlere çağırmamı ardından bu insanların Afganistan’da yaygın olan Urdu dilini değil daha lokal alanda kullanılan Peştun dilini kullandıklarını ve anladığı kadarıyla Avrupa’ya gitmek için İstanbul’a geldiklerini, halen aracı olarak tabir edilen kaçakçılarının gözetiminde olduklarını sadece pazar günleri dörtten sonra bu alanda göçmenlerin yalnız kaldığını o zaman ancak konuşabileceğimi söylediklerini aktardı.
Bu olaydan sonra altı ay boyunca sadece pazar günlerini, yine Erasmus için Türkiye’ye gelen ancak bu defa Peştunca bilen başka bir çevirmenle yanlarına giderek, yolculuğa, İstanbul’a ve ulaşmaya çalıştıkları noktaya ilişkin sorular sorarak bir yandan da nasıl bir çalışma yapacağımı düşünerek geçirdim(Çalışma ortamının sertliği nedeniyle bu süreç 6 farklı çevirmenle tamamlanabildi).
Altı ay sonunda belli bir güven ilişkisi oluşturmayı başarırken, bölgedeki varlığım kabul görmüş, benimle iletişim kuranların sayısı artmıştı. Tüm bu sürecin sonunda iletişimi göreceli olarak sağlayabildiğim Sewab’ın hayatını merkeze alarak, 21. yüzyılda İstanbul’un ortasında yaşanan ve içinde istismar, ölüm, bulaşıcı hastalık, hapis, işkence ve hepsinden baskın bir o kadar da yersiz umut içeren bu kahramanları yapısı gereği durağan olan fotoğraf çalışması yerine hareket, ses, gibi olanakları barındırması nedeniyle belgesel mantıklı videoların çekimine başladım.
Çekimler aşamasında önem verdiğim konuların başında umut yolcularının varlıklarını olabildiğince bütünlük içinde yansıtabilmek oldu. Bu umut yolcularının hayal ettikleri gelecek için vazgeçmek zorunda olduğu bugünlerde karşı karşıya kaldıkları “vahşete” rağmen kaybetmedikleri yaşama sevinci, dayanışma duygusu etnik dansları ve dualarıyla kameraya yansırken bir mülteci güzellemesinden öte bir gerçeğin parçaları olarak kaydedildi.