Dersim Dört Dağ İçinde

Dersim’e gidiyorum, dediğimde, yüzü aydınlandı. “Ziyaretlerimize mum yak bizim için” dedi; “Hızır hakkına, hatıramıza, bahtımıza.” Eliyle kolumu tuttu, “Sulara, göklere, ağırlığımızı çeken yere, ölülerimizi kabul eden katlara, meleklere mum yak…”

Yazı Tevfik Taş / Fotoğraflar: Sinan Çakmak

Maddenin, nakit paranın sarıp sarmaladığı bu dünyada, benim Kızılbaş anam yerin ve göğün, suyun ve ağacın, rüzgârın ve ışığın hatırını verdi bana azık niyetine. Halkının çoğu asırlardır “Tunceli” demez, “Dersim” der. Ben de öyle diyeceğim. Bunun, her şeyden önce bir yazarın halkına duyduğu saygının bir gereği sayılmasını diliyorum. Bir de yeni adıyla bir yeri sorduğunuzda pek çok insan bilmiyor, bu nedenle yerleşimleri özgün ve yeni adlarıyla yazacağım. Edebiyatçı ve siyasi kimliğiyle tanınan Kemal Burkay “Bir eski öyküdür bileceksiniz/ Masallardan kalmıştır Dersim” dizeleriyle başlayan şiirini şu satırlarla sunmaktadır: “Tunceli toprağı kırmızıya, sarıya, mora çalan yamaçları, meşe ağaçlarıyla kaplı. İri yalçın dağlarla çevrelenmiş. İçinde, Munzur ve Harçik adında iki ırmak birleşen, … üç isimli bir kasabadır. Mameki, Kalan, Tunceli.” Sonraki satırlarda acımsı bir alay ve keder iç içe geçer: “Yani Mameki’den kalan Tunceli.” Ve asıl adını söyler: “Tunceli bölgesinin eski, ünlü adı Dersim’dir.”

Dersim’e gidiyorum dediğimde, kitaplarının çoğunu Zazaca yazan benim şair dostum, Zeranikli Mehmet Çetin, “Herhangi bir taşı, ağacı, bir bitkiyi öp benim hasretimle, niyazımla” dedi. Sarı mavi bir kış seheri Pertek Kalesi’ni, martıları, uzak karlı patikaları, barudi bulutları, toprak kırmızı suyu, uykulu karaşın yüzleri menevişli harelere boyarken geçtim Keban Baraj Gölü’nü. Aklımda, Enver Gökçe’nin dizeleri “Munzurum/ pus/ içinde/ savrulur/ karla/ rüzgârla. …” Şimdi bizim ülkemizdeki haritaların çoğunda adı yazılmayan dağ silsilesine, bu bölgede yaşayanların ve tarihin verdiği adla sesleniyor şair: Munzur.

Dersim’de hangi ilçeye, köye, kuytuya, yükseltiye giderseniz gidin gözünüz mutlaka Munzur Dağları’nın bir parçasıyla buluşacaktır. Dağ yollarından Munzurların izin verdiği-Zingediği, Sıçangediği Mercan Boğazı- gibi yerlerden girilebilir ancak Dersim’e. Pertek’in hatırşinas esnafından Cengiz Çağlayan ve Belediye Başkanı Kenan Çetin’le kurduk çayı, konuşuyoruz. “Pertek’in kültüründe Dersim’in yukarı kesiminden çok, Harput’un etkisi vardır” diyor Çağlayan. “Pertek eskiden bir liman gibiydi.” Tarihte, iki yer adının kafiyesi vardır; Niğde’nin Fertek’i, Dersim’in Pertek’i. İkisi de başka özellikleriyle birlikte rakısıyla ünlenmiştir. “He gardaş” diyor Çağlayan “Nenem bir türkü söylerdi ‘Harput’tan aldım bakır/ Yosmam gözlerin çakır/ O güzel gözlerine gurban olsun bu fakır.’ Türkü nenemin Harput’taki işveli bir komşusu için söylenmiştir. Biz bugün de söylüyoruz. Çünkü meşklerde bunları dinleyerek büyüdük.” Pertek türküleriyle ünlüdür.

Dersim ve müzik arasındaki bağıntıyı en güzel söyleyen gene tarihtir. Pulur (Sakyol) Höyük’te Son Kalkolitik/ İlk Tunç zamanlarına tarihlenen katmanda çıkan Bereket Tanrısı ve tanrıça idolleri birer keman biçimindedir… Demek ki daha tarihte, sahiden tarih yokken bu diyar keman biliyor, çalıyordu.

Mesut Özcan’ın başka bir noktaya işaret ediyor: “Dersim müziği ilk çok sesli müziktir. Ancak, çoğu baskıyla ve kaynak kişiler zorlanarak derlenmiştir.” Derlemeci Muzaffer Sarısözen bir anısında şöyle diyor: “Elazığ Halkevi’nde, çalışmalara ara verdiğimiz bir sırada kaynak kişi pencereden atlayıp kaçmış. Çünkü bayram, düğün değildir, üstelik o adamlar köyünden jandarma eşliğinden getirilmiştir, kaçar elbet.”

Kenan Çetin, “Dersim’in sanatçılarının çok önemli bir bölümü, türkülerini Kurmanci veya bizim ‘Dersimce’ dediğimiz Zazaca (Dımılki) üretiyorlar. Oysa derlemeciler, bu türküleri doğrudan Türkçe üretilmiş gibi kabul edip sunmaya çalışmış” diyor. Seyid Hasan’dan notaya alınan şu Alevi türküsü bağlasın sözü: “Her zaman zari kalıp ben bir yâr isterem/ Ben bu hüsnün âşıkıyım bakmaya didar isterem.”

Pertek’teki Sungur Bey Camii, önemli tarihsel alanlarını yutan Keban Barajı’ndan taşları numaralanarak kurtarılan yapılardan biridir. “Bu kayıplara karşın” diyor Belediye Başkanı Çetin, “24 tescilli yapı var.”

Morlen Deresi’nden tırmanıyoruz. Coğrafya işlenmemiş bakır siyahlığında. Çok aşağılarda Pertek Kalesi, Urartulardan bugüne büyük bir tarihin, minyatür bir adası gibi… “Yukarıda Sağmanlar var, bir korucu köyüdür” diyor Yusuf Atan; “Dersim’de bütünlüklü olarak varlık sürdüren korucu köyü sayılıdır.” Selçuklu zamanını görmüş tarihi Sağmanlar Camisi’ne gitmek istiyoruz. Eski Sağmanlar’da cami, ama yol balçık, bozuk. Zamanda bir histerinin tortusu gibi devindiriyor hoyrat rüzgâr her şeyi.

Yol üzerinde yaşı yüzyıllara dayanan bir çınar ağacı var. Bunun biraz yukarısı Morlen Kilisesi. “Şimdi temelleri ya kalmış, ya kalmamıştır” diyor Atan. Zeve köyünde Sultan Hıdır Türbesi’nin önünde konuşuyoruz. Mazlum Kalu’nun eşi Sultan Hanım, “Misafir öyle dışarıda mı tutulur” diye bağırıyor. Evleri buradaki halk mimarisinin sağlam kalmış iki katlı örneklerinden biri. Sultan Kalu, evi gezdirirken “Üst katta daha önce sedirler vardı. Ama onları biz söktük. Çünkü köylüler uzun yıllar burada cem tuttu, semah döndü, sığmıyorduk.” Duvardaki kilimler, halılar el işi. Kimi renkleri cevizden, kimini başka bitkilerden yapıyor Sultan Hanım. Aşağı katta bir halı daha var. Hıristiyan kültürünün en önemli öykülerinden biri ve Leonardo da Vinci’nin “Tuvaldeki Başyapıt” olarak nitelenen tablosu: “Son Akşam Yemeği.”

Bilerek mi astınız dercesine bakıyorum Kalu’nun yüzüne. “Bildiğim kadarıyla Hıristiyan değiliz” diyor, “Ama bizim için dinler, peygamberler fark etmiyor. Haklılık, güzellik önemlidir.” Gezdikçe öğrendim ki Dersim’in pek çok evinde bu tür süs eşyası görmek olanaklıdır. Zeve’den aşağı inerken, taksici Yusuf, “Bizim köy şurası. Asıl adı Zeverek, yeni adı Demir Saman” der demez gülüşüyoruz. Hem “Demir” hem “Saman” olunca beslenecek hayvanlara karşı bir art niyet seziliyor bu Türkçeleştirmede.

Pertek’le Çemişgezek arasında derin vadilerin içinde köyler var. Dünyanın başka hiçbir yeriyle, tarihin hiçbir zaman dilimiyle ilişkisi olmamış; sonsuzca katı bir granitin içine doğmuş, o kutunun içinde yuva edinmiş, yaşamış, üremiş ateşböcekleridir. Korkunç dağların altına saklanmış küçücük ışıklardır. Böyle görünür gecenin karanlığı içinde. Değişmez bazen bu duygu, insan başını kaldırıp yıldıza kesmiş azametli gökyüzünü görse de.

Bir su kasabası olan Çemişgezek, XVI yüzyılda “Sancak merkezidir.” Kale Mahallesi’nde 1200’de yapılmış Süleymaniye Camii, bu caminin etrafındaki hamam kalıntıları, su yapıları, 1404’te yapılmış olan Yelmaniye Camii gibi yapılarıyla ve merkezinde, Hakis köyü gibi yerleşimlerinde bugün de koruyabildiği tarihi konut mimarisiyle Dersim’in tarihsel merkezlerinden biridir. Ama bütün bunların ötesinde Taş Devri insanlarının su kenarındaki yüksek kayalıklarda yaptığı mağaralar, Ekrek köyü çevresindeki “Cin Mağaraları” Çemişgezek’in tarihinin çok katmanlı ve renkli olduğunun göstergeleridir. Burada önemli tarihsel odaklardan biri de Vaskirt’tir. Bölgedeki ender kaya mezarlarının bir kısmı buradadır.

Yasaklandıkça, insanın imgesinde gereğinden çok sarplaşır kimi yerler. Esrar ve efsane olur. Yasaklanınca acı bir bıkkınlık yaratır taşların dili. Aliboğazı yıllardır bende bu duyguyu yaratmaktadır. Sürüp giden çatışmalar nedeniyle, çoğunlukla “yasaklı”, “tehlikelidir.” Oysa yeryüzünün ender bulunan kanyon vadilerinden biridir. Resmi olmayan o yasağı delerek girdim o vadiye, mağaralarına, barınaklarına ve insanın nutkunu kesen o şelalenin uğultusunda şu dizeleri yazdım defterime: ‘Aliboğazı’nda apansız kesiyor yolları/ Sapsız nacağıyla kayalıklar/ Daralıyor ışığın imbiği/ Sarp bir söylence başlıyor/ Zorlu bir ışık// Pir elinde Tarık gibi/ Boyutsuz, kırk budaklı kuru. Ah yemyeşil.’

Ne zaman sona erecek diye sormaktan kendimi alamıyorum; ırmakların kıyısına, çiçek katarlarının, tarih öncesi mağaraların, semahın ve şelalelerin üstüne çökmüş bu acı zaman?

Çemişgezek’le Hozat arasındayız, akşam günün son alaca kırıntılarını tüketti. Tırmanıyoruz. Ay ışığı, bizim üst kenarından gittiğimiz vadinin de altındaki vadide; karanlıkla şeklini yitirmiş kayaların arasında, meşe denizinin haki-siyah boşluğunda asılı duruyor. Vadiler derinden yüceliyor. Ay ışığından da sonrasıdır Aliboğazı…

Hozat yolunda fırdolayı vadiler arasında şafak içinde şafak, tek rengin içinde onlarca renk var. Çigakargaların bağrışları yükseldikçe keskinleşiyor. Kendi gölgeleriyle yeni dağlar yaratarak aydınlanıyor şimdi güneydoğudan Topatan Tepe…

Pertek-Hozat yol ayrımında, vadinin olağanüstü dönemeçlerle alçaldığı bölgede Ergan (Geçimli) köyündeki bir yapı uzun zaman durduruyor bizi. Yapı üzerine yazan hemen herkes aynı yuvarlak sözler etmiş. Serkan Erdoğan’ın “Dersim Ve Çevresindeki Arkeolojik Araştırmalar” adlı iki ciltlik, o hakikaten olağanüstü derlemesi olmasaydı, ben de o muğlak sözleri aşamayacaktım. Salt bu yapıya ilişkin değil, Dersim arkeolojisi üzerine bize sağladığı aydınlık için Erdoğan’a, Kalan Yayınları’na minnet duyuyorum. Yapının yanında dolaşırken köylüler geliyor. “Taşlarının bir kısmı eski okul yapılırken kullanıldı” diyor biri, “Geri kalanı da evlerin duvarlarında.”

Thomas Alain Sinclair “Dersim’in ve Aşağı Fırat Vadisi’nin Bizans tarafından alınmasından yaklaşık 50 yıl sonra kurulmuştur” diyor Hozat’taki bu yapı için. Yani, 975/ 76… Kilise, “Haly Virgin’e (Kutsal Bakire/ Meryem) ithaf edilmiştir. Ve büyük olasılık Surb Karapet, öteki adıyla Vaftizci John manastırlarından biridir.”

Kimi tarihi kaynaklar, “Hozat 639’da Arapların kurduğu bir kasabadır” diye yazıyor. Şemseddin Sami ve Ali Cevad Osmanlı devrinde “Dersim Sancağı’nın Merkez ilçesi” diyorlar.

Türkan ve Mehmet Bozkurt, kasabanın yamacındaki bahçeye kurdular kahvaltı sofrasını. Sebzeler bahçeden, bal petekten, yağ ve süt komşunun keçisinden. Biz büyük kent kahrı çekenler için, bu sofralar tarifsiz ziyafettir. Mehmet Bozkurt “Buralıların çoğu Horasan’dan gelmedir” diyor. Alevilerin “Çıktık Horasan’dan sökün eyledik” dedikleri her yerde, bu tez, itiraz içeren şu soruyla karşılanırdı: “Arap mısınız?” Kürt ve Alevi tarihine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Mehmet Bayrak, bu itirazı bozuyor: “ Horasan’ın dokusunda, Türkmenlerle birlikte Kürt nüfus da azımsanmayacak bir yoğunluğa sahiptir.” Bayrak, “Dersim-Koçgiri” adlı eserinde bir noktaya daha dikkat çekiyor: “Safevi egemenliği sırasında, Dersim bölgesinden de İran-Kafkas sınırlarına, güvenlik amacıyla aileler, aşiretler yerleştirilmiştir. Bunların bir kısmı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla geri dönmüştür.”

Biz konuşurken güneş keskin mavinin derinlerine yükselmiş, gölge gölgeye kaynaklanmış. Rabat’a giderken, Çağeg’de (Çiçekli) mola veriyoruz. 12 Eylül askeri darbesinden sonra pek çok Alevi yerleşimi gibi buraya da cami yapmışlar. Mehmet Dirik yerleşmiş camiye. “On iki çocuk var” diyor “Ancak sığıyorum.” Ali Hıdo “Böylece, cami de işlevli oldu” diyor, “İnsana kavuştu. Yıkılacaktı yoksa.”

Vadiler içinde dönmekten aklımız dolaşarak vardık Rabat’a. Hatçe Ergin doksan bir yaşında. “Bu dağların arasında kalmışız iki ev. Dört yan dağ. Bizim mêyman (misafir) görmemiz şanstır, insanlıktır” diyor. “Şima xer amê/ Siz hoş geldiniz/ iyilikle geldiniz.” Hemen sofra kurulsun istiyor. Ama biz tarihi Rabat’ı görmek istiyoruz. On yaşındaki Şiar götürüyor bizi. Kardeşi Lorin ağlıyor. “Ben de geleceğim.” Ablası Berivan izin vermiyor, “Yol çok yokuş” diyor. Rabat Köprüsü, bu yerleşimleri Erzincan’a bağlamak için yapılmış olmalı. Roma-Bizans dönemi yapısına benziyor. Üstünde “Kale” dedikleri, ama büyük olasılık bir kaya mezarı olan yapı var. Ötesi uçurum… Kayadan duvarların üzerinde mağaralar… Yukarı çıkarken köy yolu çalışması sırasında çıkan işlemeli taşlar, insan iskeletleri Rabat köyünün eski sakinlerinin mekânlarının parçalandığını gösteriyor. Şiar, “İskeletlerin boynunda kırmızı, mavi renkli boncuktan kolyeler var” diyor. Ama malzemesinin ne olduğunu anlayamamışlar. Obsidyen olabilir diyorum.

Munzur Doğa Sporları Topluluğu’ndan Bülent Ak, “Bir Rabat daha var” diyor. Fadime Mansuroğlu, “Orası bizim köy” diyor. Pah’a (Kocakoç) doğru yola çıkıyoruz. Marçik Suyu’na koşut gidiyoruz. Teşnik’e varmadan saptık ama Birman (Yıldızlı) yolu çamur. Tabana kuvvet. Benim için sorun yok, ama On İki İmam-Matem Ayı olduğu için, Bülent, Fadime ve Meray (Pişkin) oruçlu. Tepede, birbiriyle bağlantılı kaya mezarları var. Kapılarında yonca haç, yarısı anlaşılmayan figürler… Kimi zaman keşfetmeye çalışanın gözleri oluyor onu gezdiren. Gözlerim oldu Fadime bütün gün.

Pilvenk’te (Dedeağaç) Dersim müziğinin derlenmesinde çok büyük çabaları olan Metin Kahraman’la karşılaşıyoruz… Rında, Azime ve Yıldız hanımların hazırladığı sofrada, Milan’a, buranın en yaşlı müzisyenine gitmeye karar veriyoruz.

Asıl adı Süleyman Doğan olan Sılo Qız, ileri derecede sağır. Kemanını getiriyorlar biraz çalıyor. Sonra “Bu ayardan düşmüş, bekleyin ayar edeyim” diyor. Bazen ara verip öyküler anlatıyor. Metin Kahraman çeviriyor. “38 kırımında aldılar beni. Küçük zayıf bir şeyim. Nice babayiğit adam var. Kurşuna kim dayanır ki… Bana ‘Ne iş bilirsin’ diye sordular. ‘Keman çalarım, düğünde, yasta söylerim’ dedim. Getirdiler bir keman çaldım. Çok insan öldü. Ben hem ağladım, hem korktum, hem keman çaldım. Kimi zaman ne çaldığımı bilmeden çaldım.”

Sılo Qız sadece müzik bakımından değil, Dersim-Alevi kültürü bakımından da önemli kaynaklardan biri. “Alevilik” diyorum. O, Ulviye Balaban’ın koyduğu çaydan bir yudum alıyor. Dersimce söylüyor “Raa hak.” Duruyor bir süre; “Raa hak. Kalptir. Pirlerimiz vardır bizim. Pirlik dediğin gözdür. Güneştir. Sabah açarsın perdeyi ışığı bir de komşunu görürsün. Raa hak, dedin mi güneş olacaksın komşuna, su olacaksın. Kalp olacaksın.”

Hıdır Ateş’in oğlu “babam davet ediyor” diyor. Oruç açıyorlar. Ve değiyor el sazın teline. Hıdır Ateş, önce Alevi deyişleri söylüyor. Başlıyor destanlar… “Bizim kutsalımız Ana Fatma’dır.” Usulca hızlanıyor Ateş, usulca terliyor sözcükleri: “Ana Fatma der ki; bir kulağımdaki küpedir Hazreti Ali, öteki kulağımdadır Hazreti Hüseyin, peygamberler dizilmiştir belimdeki kemerdir. Başımdaki taçtır Hazreti Muhammed.”

Sadece bir lider değildir Seyit Rıza Dersimliler için, pirdir, yol gösterendir, ozandır. Hıdır Ateş bunu bilmiyor olamaz. Elindeki sazı duvara asmadan, son sözünü söylüyor:

“Seyit Rıza’nın sazıdır bu. Öleceğini anlayınca Yusuf Derg’e bırakmış, ondan da bana geldi.” Bunlar büyük sözler. Ve eğer hakikatse Dersimlilerin aradıkları yadigârlardan biri bulunmuş demektir. Ama sazdan anlayanlar, Dersim’i tanıyanlar doğrusunu saptayıp ‘Bu saz, evet Seyit Rıza’nındır’ demesi gerekmektedir.

Şafakla gece arasında soğan zarı gibi o ince perde giderek açıldı sonra. Kış sabahının soğuk tütsüsü içinde göz erimince uzanan ormanlıklar, kayalıklar, akarsular, kıraç ve yamaç tarlalar arasında giderken apansız yeni bir vadi geliyor, yeni ormanlar, başka bir yeşil deniz. “Geyiksuyu” yazıyor tabelada, özgün adı Deşt. Pek çok yerde olduğu gibi burada da yol kenarında Akkoyunlular zamanını gösteren mezar taşları var. Yeryüzünde böyle başka bir coğrafya var mıdır, diye defalarca sormadan edemiyorum. Bir süre insanda kaybolma duygusu yaratan devasa kayalık vadilerden gidiyoruz. Sonra bir meşe denizi. Nasıl ki güneşin içine bir milyon tane dünya sığarsa Deşt’in içine de onlarca Dersim sığar.

“Zaplar taşar Dersim koyaklarından/ Selleri kadife uçları mermi/ Ve günahına emanet edilmiş çocukların/ adağıdır mermi çekirdekleri” Böyle demiş Murathan Mungan. Bu dizeleri kim bilir kaç kez yineledim; çünkü bugün de silahlı insanlar gezmektedir bu dağlarda. Siz eğer coğrafyayı keşfetmeye çalışıyorsanız, bu dağlarda, koyaklarda silahla gezenler görür sizi, görürsünüz onları. Silah uzun yıllardır bu dağların acı bir gerçeğidir. Görürsünüz ve gene o soru gelir dayanır: ne zaman bitecek, acıyla ölçmek zorunda kaldığımız bu zaman? Ne zaman hatıralarımıza karışıp da yitecek “Adak” sayılan mermi çekirdekleri?

Kar az yağıyor artık Dersim’e. Bezuvar dergisini çıkaran Burhan Gündoğan’la yola çıkmak için yağmurun dinmesini bekliyoruz. Mazgirt merkezindeki kilisede Ermenilerin 1960’lı yıllara kadar ibadet ettikleri söyleniyor. Ama Mazgirt sadece, merkezinde bir kilise, Selçuklu dönemine ait Elti Hatun kümbeti gibi yapılar barındırdığı için değil, Urartulara ait en önemli eserleri barındırdığı için de çok önemlidir. Malik’te, Gögerik’teki evlerin duvarlarını gösteriyor Burhan. Bu duvarlarda, insan figürlü, yazıtlı taşlar kullanılmış. Köylüler, “Yukarıda kale gibi bir yer vardı, oradan getirdik” diyor. Eski adı Kele, şimdi Kaleköy olan yerleşimde hakikaten görkemli bir kale ve kaya mezarı var. Yazıt, defineci sapıklar tarafından, murçla çekiçle büyük ölçüde hırpalanmış. O nedenle tam okunamıyor. Kaynaklar yazıtın Urartu kralı II. Rusa Argiştehiniş’e ait olduğu konusunda hem fikir, ama içeriğinin ayrıntılarda anlaşamıyor. Hans P. Schöfer, “Kaleköy’de bulunan hisar yapısı, Urartuların, Yukarı Fırat bölgesinde bulunan en ilginç yapılarından biridir” diyor ve buradaki yazıtın biçimsel karakteristiğiyle “Adilcevaz’dakinin küçümsenmeyecek benzerlikler taşıdığına” dikkat çekiyor. Ama asıl heyecanlandırıcı olan bu arkeolojik alanın aslında bir kentler ve yollar sistemi olduğunu öğrenmektir; Harput, Palu, Bağın, Mazgirt, Aliz (Elazığ) yerleşimleri ve kaleleri, Urartuların, Fırat, Murat havzaları ve Batı eyaletlerine yönelik bir yönetim merkezidir.

Gün batıyor. “Sürela” diyor Dersimliler kırmızıya, guruba. Mazgirtli şair Özgün E. Bulut’un dizelerindedir sürela: “Şimdi sana soğuk bir gecede Sürelayı sorsam. Sürela kızıl bir seyir. Dua. Annemden dinlemiştim. Sığınmak kadar uzaklaşmakmış göç derdi.”

Hasan Sönmez’le, il merkezindeki Cemevi’ne gidiyoruz: “12 İmamların, Yas Cemi olacak.” Ben cemevlerinin ne kadar zor koşullarda yapıldığını biliyorum. Ama mimarisinden, içinin döşenmesine kadar, özensizlerin döşediği camilerin kötü bir kopyasıdır gördüğüm. Sanki ne kadar yeşile boyanırsa o kadar inandırıcı olacakmış gibi, yeşile batmış çıkmış. Oysa Alevilerin kendi görgüsü, kendi renkleri, geleneksel motifleri, cemin kendi nesneleri vardır. (Benim bu satırlarım, isterim ki Alevi kültürünü anlayan mimarları, kanaat önderlerini olumlu etkilesin. Yenilensin, cemlerin mekânları.) Cemevinin önünde, Gole Çhetu’da (Pülümür Çayı/ Harçik ile Munzur’un birleştiği yer) Uzunçayır Barajı’na bakarak konuşuyoruz. Baraj, buranın en önemli ziyaretlerinden biri olan, Hızır Mekânı’nı yuttu. Bu buradaki Alevilere çok ağır bir darbedir, çünkü Dersim Alevi inancında “Hızır, ta yaradılışta Tanrı’nın büyük meziyetler bahşettiği tek ölümsüz peygamberdir ve sonra gelen 124 bin Peygamberin rehberidir.” Bir kadın diğerine rüyasını anlatıyor: “Hızır ‘evimi sel bastı, felaket bastı. Ben de Düzgün Baba’ya sığındım’ dedi. Uyandım tere batmışım. Allah barajlarının başını yesin…”

Cem mekânına girdik. Kapılar kapandı. Bu uzun yıllar cemleri yasaklanmış Alevilerin bir geleneğidir. Çocukluğumda bizim cemlerimizin piri olan, Gülmustafa’ya sordum: “Mühürlenir mekân” dedi. “Dışarının zamanı biter, mühürlenir. Zaman cemin, semahın içinde akar sadece. İnanmanın, sözün, kalbin iniş çıkışı vardır. Budur Cem’de kapanması kapının.” Gene türküler çaredir sözsüzlüğüme: “Semah erenlerindir/ Safa dönenlerindir/ Sığmaz bu yola hile/ Doğru gidenlerindir” Buradaki cem sohbeti, Aleviliği anlatmaktan çok uzak; Hasan Sönmez, “Aleviliğin Sünnileştirilmesinden neyi kastettiğimizi anladın mı şimdi” diyor.

Kışa sığdıramadım Dersim’i gezmeyi bakalım sığacak mı bu yaza. Pülümürlü dostlarla selamlaşırken, böyle diyorum. Balayına çıkanlara layık görülen köşklere benzediği için mi Pülümür yolunda mağaralara “Gelin odaları” denmiş bilmiyorum. Ama bunlar Urartu döneminin Erzincan yol bağıntısı üzerindeki yerleşimlerinin günümüze çıkan güzel örnekleridir. Kaya mezarları, mahzenler, zindanlar, su yapıları iç içe…

Biz, Aşkirek’e (Kocatepe) yükseliyoruz. Tabeladaki mesafe 24 km. Ama art arda değişen görünümler insanda çok uzun zaman yollarda olduğu duygusu yaratıyor. Karşıda Zel Dağı, Sülbüs Dağı… Aşkirek’in muhtarı Abidin Keskin ve Dersim Etnografya Dergisi’ni kotaranlardan biri olan Kemal Mutlu’yla çay içiyoruz. Kocatepe hakikaten bir tepenin en güzel, en yeşil düzlüğüdür.

Buyar Baba Gölü’ne doğru tırmanıyoruz. Şimdi Sultan Baba dağıyla Tujik’in arasındayız. Yalmanlar köyünün çadırlarında, Zeliha Hanım ve Hıdır Amca kurban eti doğruyorlar. Yaz mevsimi kazasız belasız bittiği, kışın nafakası çıktığı için Buyar Baba Gölü’ne kesmişler kurbanlarını. Göldür onların kutsalı.

Kısle’yi (Nazimiye) Civarekli Hüseyin Akar’ın anlattığı gibi duru, akıcı anlatmak çok zor. Ama ben şu kadarını söyleyebilirim. Jarudiyar “Ziyaretler diyarı” denen bu yerde bir ziyaret çok önemlidir. Ve o anlatır Nazimiye’yi.

Türkiye’de birini, bir söze inandırmak istediğimizde “Vallahi” deriz. Dersim’de bu sözcüğün karşılığı “Düzgün Bava/ Baba”dır. Dersim Alevi’si yardım isteyince Hızır’ın, diğer bütün zamanlarda Düzgün Baba’nın adını söyler. Dersimli için, her yüksek tepe, her ağaç, her su kaynağı kutsaldır. Düzgün Baba dağında ise birçok şey birleşmiş. Zirvesi dehşetengiz bir kayalıkla biter bu dağın; zirvenin hemen altında büyüleyici mağaralar, kaya mezarları ve onun hemen bitişiğinde de ince, zarif bir su kaynağı… Düzgün Baba Dağı’ndan aşağıya, öteki dağlara baktığımda tuhaf bir baş dönmesi yaşıyorum. Vadiler, dağlar, kanyonlar, patikalar iç içe… Ama bunlar fani tarifler. Düzgün Baba sadece gönülle anlaşılabilir. O insanın kendi saygısına saygı duymasıdır. İtikat ve ikrarla tarif edilebilir.

Ressam Semra Bulut’la bir yandan tırmanıyoruz bir yandan ben oraya gelen insanların yüzlerini, bakışlarını, sessizce, korkusuzca yakarışlarını inceliyorum. Burada dedim kendi kendime, söz sözü, madde maddeyi siliyor akıldan. Karşımda Koye Jele (Jeldağı köyü) Susarak söylüyor geçmişimizi. Burada avcılar vurmaya kıyamadıkları için dağ keçileri (bezuvar) oynaşıyor. Bu yücelikte doğa ve canlılar kendi halince, kendi dilince yaşıyor. Yetmez mi? Yanı başımızda dönüp duran dağ keçilerini, Sinan’ı ve Semra’yı baş başa bırakıp ben kayalara tırmanıyorum.

Munzur Vadisi’ni UNESCO önermiştir. Ben de “Yeryüzünün el değmeden korunması gereken jeolojik ve ormanlık mirası listesine” Deşt’in (Geyiksuyu) ve Nazimiye’ye bağlı Hakis’in de (Büyükyurt) eklenmesini öneriyorum.

Alevilerin 12 imamından biri olan İmam Hüseyin’in kesik parmağının bir Ermeni kilisesinde ne işi var? Bu soru geçersiz. Venk Köprüsü’nü Halvori gözelerine doğru geçerken şimdi temelleri bile zor seçilen Surp Garabet Vank Kilisesi, bu söylenceden ötürü, uzun yıllar bölgedeki Alevilerin de mabedine dönüşmüş. Ve gene rivayet odur ki Ermeniler bölgeden göçerken bu kutsal parmak Seyit Rıza’ya verilmiş. O idam edilince de bütün eşyası Ankara’ya götürülmüş. Halvori gözeleri -Pülümür Çayı, Kutudere gibi- Dersimlilerin plajlarından biridir. Kimi yüzüyor, kimi mum yakıyor. ‘Neden’ diye sordum Gülistan Demir’e. Uzun zaman sustu. “Azizlerin mekânıdır” dedi. “Bak şu ileride mağaralar var. Oralar 38’de insanların sığınıp öldükleri yerdir. Küçük çocuklar, neneler, onlar ışığa muhtaçtır. Onlar için yakıyorum.”

Benim, Dersim’deki mekânlarımdan biri Higsor Vadisi’dir. Çünkü dağlardan gelen suda yüzülür. Deli Kemo’nun (Kemal Özer) deyişiyle insan içmeyeceği suda yüzmemeli.

Pulur’da (Ovacık) Akın Gedik ve Rıza Yerlikaya’yla buluşuyoruz. Bu ikili birer coğrafya uzmanıdır diyebiliriz. Her dağı, vadiyi taş be taş söyleyebilirler. Gezmeyi, yaşamayı seviyorlar. Yalnız Rıza Bey biraz yaşlanmış bu sene. İmam Gedik bizi kendi köyüne Detkan’a, evinin yanına götürüyor. Eve hattı yaparken “Kiliseye benzer bir yapı çıktı” diyor. Hakikaten tarihi bir tavan görünüyor. “Şimdi nasıl açığa çıkaracağız bu yapıyı? Kim bakacak, kim tanımlayacak?” Sorular art arda geliyor, ama ben yazdıklarımı ilgililerin okumasının dışında bir yanıta ve teselliye sahip değilim.

Şafağın kenarında Munzur’la güneş arasında dua ediyor bir kadın. Bekliyorum. Duası bitince yaklaşıp ‘Günaydın’ diyorum, çekinerek. Zeli teyze: “Sodırê dina homete marê xêr bo.” Zeynel çeviriyor: “Dünyanın sabahı insanlarımıza iyilik getirsin.”

‘Az önce nasıl dua ettin?’

“Doğan gün, önce kurdun, kuşun, börtü böceğin nasibini ver. Bildiğim bilmediğim canlılara nasibini ver. Nefesi, nefsi olanın nasibini ver. Artarsa benim de nasibimi ver. Ey sabahın atlısı, gül nurunu esirgeme yüreğimden.” Zeli teyze Zazaca söylüyor, Zeynel çeviriyor.

Çaylaklar havalanıyor. Yeşil sonsuzlukta şafak yükseliyor.

Dünyanın Noel Babası var. Dersim’in Gağant Babası. Zeranik, Ziyaret Köyü ve Kebek (Koyungölü) köyleri lokmalarını yapmışlar ziyaretlere gidiyorlar. Kebek’te Zeynel Dede’ye, nedir Gağant’ın kökü, başka Alevi yerleşimlerinde pek yok, diyorum. “İsa Aleyselamın tayfasından gelmiştir bize” diyor; “Buralarda biz, asırlarca birlikte yaşadık. Bayramımız, düğünümüz karıştı. Tehcir oldu. Ermenilerin çoğu buraları terk etti. Ama çoğu da kaldı. Birçok evde ya bir gelin, ya bir oğul kaldı. Aileler kaldı. Alevi oldu. Bizim için kirvelik kardeşten üstündür. Kirve olmuşuz onlarla. Mesela birçok Aşuğ (Ermeni halk ozanı) Alevi deyişleriyle ünlenmiştir.” Kar beyaza boyamıştı Munzur gözelerini ve Zeynel Dede, Hasan Hayri Dede, köylerin ziyaretlerinde Gağant duasını okuduktan sonra tepsilerdeki lokmaları pay ediyorlardı: “Elim değil zincir terazi, herkes hakkına olsun razı.”

Tarih kaynakları, Dersim’in ilk kurucuları için bir de şu köklü tanımı vermektedir. “Kentin bilinen ilk halkı Subarrular’dır. Daha sonra ‘Hurri’ olarak adlandırılan bu halk Hititleri de etkilemiştir. İşuva bölgesinin halkı Hititlerle giriştiği çeşitli karşılaşmalarda I. Şuppilulima zamanında yenilmiş ve Hititlerle karışarak yaşamını sürdürmüştür.” Zeynel Dede, “Ondan sonra çok karışmıştır birbirine halklar” diyor, “Bir de Ermeni tertelosuyla (debdebe, karmaşa) olmuştur bu karışma.”

“Ovada kızıl bir granit seli/ Bir heykel uzaktan Munzur dağları” demiş Ömer Bedrettin Uşaklı. Munzur Vadisi’nde, Tornova Karakolu’nun yanında bir şafak vakti Ağdad’a doğru yükseliyoruz. Vadiler hayalden hayale, seraptan seraba sürüklüyor. Derken güneşle birlikte bir yangının dumanı yükseliyor. Bodeg (Çambulak) ormanı yanıyor. Çobanlar sürülerini aşağıya doğru sürüyor. “Az önce havadan yangın attılar ormana” diyor biri, “Gitmeyin.” Orman yanmaya başladığı için dağ keçileri yollara dökülmüş, koşuşturuyorlar, ürkek, zavallı.

Ahpanos köyünden insanlar toplanmış, Ağdad’dan Kocasori türbesinde kurban kesmeye gidecek, ama yolun bir yanı yangın. Ne zaman bitecek, yangınla ölçmeye zorlandığımız bu zamanlar?

Her yerde söylüyorum. Munzur Vadisi’ne baraj yapıldığında ne olacağını anlamak isteyen, Mercan Vadisi’ne baksın ve on kat beterini düşünsün. Şehir plancıları Aysun Sarı ve Nilüfer Dünya, Çevre Etki Değerlendirmesi’nin (ÇED) artık tarih olduğunu söyledikleri çalışmalarında; “Mercan’a yapılmış olan barajın kaçak” olduğunu saptıyorlar. “Milli Parklar Yönetmeliği’nde yer alan Uzun Devreli Gelişme Planı kesinleşmeden hiçbir yapının yapılamayacağı bir alana yapılmıştır.” Mercan barajı, “Terör” ortamı denen dönemde, 1985’te yakılıp boşaltılan köylerin üzerine yapıldı. Sarı ve Dünya “Stratejik Çevre Değerlendirmesi’nin günümüzde daha önemli olduğu” konusunda uyarıyor ilgilileri.

Ben bütün bu yöntemleri anlıyorum. Ama diyorum ki bazı alanlar kendine has özelliklerinden ötürü “Yeryüzü Dokunulamazı” ilan edilmeli ve dokunulmamalı. Dünyanın bütün devletleri bu korumada ortaklaşmalı. Dersim’de avukat Barış Yıldırım bunun ilk adımı için çaba gösteriyor: “Munzur Vadisi’nin korunması için Mili Park olması yetmiyor. Doğal SİT yapılmalı.”

Vadide ve dağlarında belli başlı ilk etnobotanik çalışmayı Prof. Dr Şinasi Yıldırımlı yapmıştır. Dersim için çok güzel çalışmalar yapan S.O.S Munzur grubundan Zeynel Duman, “Viyana Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden Prof. Johannes Saukel’le ve onun yönlendirmesiyle Kader Karlıdağ tarafından yapılan çalışma, Munzur’u başka ülkelerde anlatmak bakımından önemli oldu” diyor.

Munzur’un bitki varlığına ilişkin önemli bir başka çalışmayı Prof. Dr. Mehmet Koyuncu ve Prof. Dr. Neşet Arslan’ın yaptığını öğrendim. Önemli Bitki Alanı saydıkları vadiyi “Biyolojik hazine” olarak değerlendiriyorlar. Araştırmacılar “1518 tür saptadıklarını” açıkladılar. “Endemik türlerin (başka yerde yetişmeyen) sayısı ise 50’den fazladır. Baraj yapıldığı takdirde bu türlerin hepsi yok olacaktır.”

“Tez gelir Kaynar’ın yazı

Hoş akar Munzur’un özü

Koç ırmak tutardı buzu

Garbi değdi söktü m’ola”

Dadaloğlu böyle demiş. Ama o sanayi cinnetinin her şeyi esir aldığı bu çağdan çok önce yaşamıştı. Şimdi, Dersimlilerin deyişiyle “Munzur dardadır.”

S.O.S Munzur, önemli bir iş daha yaptı. Gruptan, Duman aracılığıyla şu bilgileri edindim: Munzur ismi için başvurduğumuz Prof. Celile Celil telaffuz biçimi Munzur’a benzeyen Ermenice Mendzoor’un büyük kaynak su anlamına geldiğini söyledi.

John A. Halloran’ın “Sumerian Lexicon Version 3.0  adlı çalışmasında Munzur adının Sümer tabletlerinde bire bir yazılışı yer almaktadır: “Munzur[KI.AN.ŠEŠ.KI]: bitter plants.” Yani Acı bitkiler.

Viyana Üniversitesi’nin Orientalistik bölümünde  Sümerler konusunda uzman Prof. Gebhard Selz, “Munzur kelimesinin yazılışının Munzur veya Munzer olduğunu ikisinin de aynı anlama geldiğini” söylemektedir. Munzur’un karşılığı  ilaç özelliği olan Glycyrrhiza glabra yani Meyan bitkisidir. Hozatlı yazar Ali Rıza Kamera Asman de “Köylerinde bu bitkiye Sümerler gibi Munzur bitkisi olarak adlandırdıklarını” söylüyor.

Ama Munzur artık bütün bunlardan, kendi adından da ötesidir.

Kendi yazılarımdan söz etmek pek yapmadığım şeydir. Ama bu kez zorunluyum. Munzur Vadisi’ne yapılacak barajların, nasıl bir doğayı, kültürü, yerleşim ilişkilerini tahrip edeceğini, daha önce yazdım. (Ak Munzur Ak, Atlas Dergisi, Ağustos 2001) Benim o yazılarımdan sonra Munzur Vadisi üzerine daha kapsamlı bir gözlem yazısı, röportaj yayımlanmadı. Şimdi orada yazdıklarımı yinelemek istemediğim için ilgi duyanların o yazımı okumalarını istemekten başka yol kalmadı.

Ben sözümün şu kadarını yineliyorum:

‘Munzur Vadisi, estetik ve bilimsel olarak istisnai düzeyde evrensel değerlere sahip fiziki ve biyolojik bir oluşum olduğu; vadide ve çevresinde bütün dünyada değeri yüksek düzeyde takdir edilen canlılar ve bitkiler barındığı için 1971 yılında Milli Park ilan edilmiştir. Ve olduğu gibi korunması gerekir.’

Dersim’in merkezinde “meydan” denebilirse bir tek meydan vardı. 1970’li yıllarda solcu grupların burada volta atarak tartıştıkları için “Palavra Meydanı” denmektedir. Şimdi Munzur’a inen yokuşla merkezdeki nadir tarihi mekânlardan biri olan kışlanın yanında bir meydan daha oluşturulmuş. O meydana Seyit Rıza’nın bir heykelini koymuşlar. Ben heykele büyük bir hayretle baktım. Fena söz demek istemiyorum. Ama kim yapmışsa, Seyit Rıza’yı hiç tanımadan, anlamadan yapmış. Üzücü. Mehmet Bidav’a söyledim. “Sanata dair işleri hakikaten sanatçı olana vermek gerek” diyor, “Tersi böyle oluyor.” Bave Bertal’la karşılaşıyorum. Munzur’un o en muhteşem delisi, o hırçın alaycılığıyla bakıp geçiyor.

Buraya ne zaman geldiysem, Murat Kaya karşıladı beni. Has evim oldu benim. Hiç esirgemedi kardeş sıcaklığını. O uğurladı her defasında. Şimdi yine uğurluyor ve “Hızır yardımcın olsun” diyor.

Anam, “Su kanıdır kâinatın” derdi. Bu sözleri düşünürken gocalanıyor ayrılık. Şiir ve keder aynı goncada… Munzur’a bakıyorum. Güneşin kristali altında, bir yaman yeşil. Söylenemeyen sözler çınlıyor.