Selanik’in Külleri

Selanik çok özel, değerli bir şehir. Çağlar boyunca hep öyle olmuş. Günümüzde de göz kamaştırıyor. İçinde yeşerdiği coğrafyanın konumu ve nitelikleri onu kurulduğundan beri yani 2300 yıldır ihya etmekte. Bu zenginlik ve güzelliğin bedelini dönem dönem büyük acılar çekerek ödediğini biliyoruz ancak insanoğlunun barbarlığı karşısında hiç mahvolmamış kadim bir şehir var mı ki?

Yazı ve Fotoğraf: İlker Turan

Otel Sparta’dan bir kaçak gibi sessizce çıktım. Sokaklar henüz çöp kokulu bir uyuşukluk içindeydi. Menandrou Caddesi’ni sağlı sollu tutmuş Pakistanlılar dükkânlarını yeni açıyordu. Dört gündür yaşadığım ve her milletten insanı barındırdığı için “Multi-etnik” olarak adlandırılan renkli mahalleyi geride bırakıp Atina Garı’na doğru yürüdüm. Başkentin biricik merkez garı sadelikten yıkılıyordu. Kısa bir bekleyişin ardından tren yanaştı ve birikmiş yolcu yığını ağıllarına girmek için sabırsızlanan koyunlar gibi vagonlara yöneldi.

Yerime oturdum ama özellikle belirtmeme rağmen koltuk yönümü ters vermişti kahrolası biletçi. Üstelik kalabalık bir turist grubu biraz ilerimde eğlencenin dibine vuruyordu. Neyse ki bir süre sonra trenin önlerine doğru ilerleyip küçük bir dershane kantinini andıran kafeteryayı buldum. Tahminlerimin aksine iki masa dışında boştu. Güzel bir yere oturup, ılık, kalitesiz ama harika biramı açtım ve heyecan içinde birkaç saat sonra kavuşacağım şehri yani Selanik’i düşünmeye başladım.

Kendimi bildim bileli duyduğum bir isimdi Selanik. Çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca içinde ufalanıp durduğum milliyetçi tedrisat Selanik adını zihnime damgalamıştı bir kere. Türklerin bir kısmının ilahlaştırdığı, adım başına heykellerini diktiği diğer kısmının ise şeytandan beter gördüğü ama kim ne derse desin tarihin en etkili liderlerden biri olmayı başarmış Ali Rıza oğlu Mustafa burada doğmuştu. Sonradan aldığı adıyla Kemal Atatürk, şimdilerde zor zamanlardan geçen, gücü ve saygınlığı günbegün erozyona uğrayan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuydu. Mustafa Kemal’in yüzyıl önce demir yumrukla yaptığı toplumca sindirilmesi zor reformlar günümüzü şekillendirmiş ve kaderimizi çizmişti. Günümüzde bile hatırası sert kanunlarla korunur ve doğum yerini, tarihini biliyor olmak her yurttaş için gizli bir yükümlülüktür. Kendisini eleştirmek bile kolaylıkla gericilik ya da hainlikle yaftalanmanıza neden olabilir. Nitekim 6-7 Eylül 1955’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı yalanıyla başlatılan devlet destekli yağma ve katliamların ardından ülke çapında sosyal ve kültürel bir yıkım gerçekleşmiş, başta Rumlar olmak üzere Türkiye’nin son gayrimüslimlerine çıkış kapısı gösterilmiştir.

Pek çok Türkiyelinin Selanik’e yolunu düşürme nedeni bu bağlantıyken benim ziyaret nedenimin Atatürk ya da eviyle bir ilgisi yoktu. Amacım son altı yıldır üzerine hararetle eğildiğim Bizans tarihinin bu çok önemli mücevherini tanıma şansını yakalamaktı. Ortaçağ ile ilgili bulduğum tüm kaynakları incelemekle birlikte çalışmalarımı özellikle 12. yüzyılın son çeyreğine odaklamış ve imparatorluğun kalbi Konstantinopolis’i Latinlerin korkunç 1204 yağmasına sürükleyen çöküş sürecini merkeze almıştım. Bu dönemle ilgili derlediğim bilgileri edebi ya da bilimsel bir ürüne dönüştürmek ise en büyük hayalimdi. İşte bu nedenle Selanik beni müthiş heyecanlandırıyordu.

Ben bunları düşünürken Atina sabahından kalkan trenin camları artık Makedonya coğrafyasını yansıtmaya başlamıştı ve sonunda Yunanistan’ın kültür başkenti ünlü Selanik şehrine ulaştık. Aklımda bin düşünce biraz da çakırkeyf, romantik bir yazar edasıyla indim trenden. Yıllardır görmeyi arzuladığım şehrin sokaklarına karışmama artık dakikalar vardı. Kasaba otogarı izlenimi veren merkez istasyonun girişine kadar yürümüştüm ki öğlen güneşinin şamarını ensemde hissettim. Kalacağım evi bulmadan önce trende unuttuğum şapkamı almak için koşturdum çünkü bunu da kaybedersem üçüncü olacaktı.

Beş günlüğüne kiraladığım daire tahmin edebileceğiniz sebeplerle şehir merkezinin hafif uzağındaki Neapoli’deydi. Neapoli adından da anlaşıldığı gibi yeni bir mahalle. Eski şehrin yerleştiği yamacın sırtlarında kalıyordu. Ben de bu durumu avantaja çevirmek adına merkeze her gün ayrı bir rotadan inip çıktım ve ayaklarıma kara sular indirerek kendimce şehirle hemhal olmaya çalıştım. Böylece hiç haz etmediğim turist olma halinden de sıyrılmayı umut ediyordum.

Selanik, mütevazı hatta ilk bakışta aleladelik hissi veren küçük bir şehir. Nüfusu Kadıköy ya da Sarıyer kadar ama insanları bizim gibi üst üste yaşamadığı için atmosfer sakin, gürültüsüz ve huzurlu. Açık renklere boyanmış üç beş katlı apartmanlar denizden başlayıp yamaç boyunca halı gibi serilmiş. Yunanlar gösteriş budalası bir millet olmadıkları için süslü, şatafatlı ve pahalı yapılar ya da caddelerle karşılaşmak hayli zor. Yeşil bir hat çizerek iç ve dış şehri birbirinden ayıran surlar ve birden karşıma çıkıveren bin yıllık minyatür kiliseler olmasa boş sokaklardan uyuklayarak geçeceğim. Elbette son derece popüler olan tarihsel ve ticari merkezi her daim kalabalık, canlı. Ne de olsa Yunanistan’ı ayakta tutan etkenlerin başında turizm geliyor. Öyle ki bu küçücük ülke neredeyse Türkiye kadar turist ağırlıyor.

Beş gün elbette Selanik gibi kadim bir şehri bütünüyle görüp anlamak için yeterli değil. Eğer hakkını vererek gezerseniz sadece Arkeoloji ve Bizans müzelerini bile bir güne sığdırmak epey zor. Agora, surlar, akropol, onlarca ortaçağ kilisesi, Rotunda, Beyaz Kule, kordon, liman, meydanlar, pazar ve çarşılar, hamamlar ve camiler, sayfiye yerleri, sahiller derseniz zaman iyice yetmez olacak, yeni bir Selanik seferinin kapısı aralanacaktır.

Selanik çok özel, değerli bir şehir. Çağlar boyunca hep öyle olmuş. Günümüzde de göz kamaştırıyor. İçinde yeşerdiği coğrafyanın konumu ve nitelikleri onu kurulduğundan beri yani 2300 yıldır ihya etmekte. Bu zenginlik ve güzelliğin bedelini dönem dönem büyük acılar çekerek ödediğini biliyoruz ancak insanoğlunun barbarlığı karşısında hiç mahvolmamış kadim bir şehir var mı ki?

Bir Ortaçağ ve Bizans sevdalısı olarak şehrin uzak geçmişine dair çok önemli birkaç kitabı okuma şansını bulduğum için ona başka bir gözle bakmadan edemiyorum. 10-12-13 ve 14. yüzyıllarda şehrin ve ahalisinin kapılarına dayanan işgalciler karşısında nasıl ezildiğini, yüzyıllar boyunca birikmiş mimari, sanatsal ve kültürel birikimlerin nasıl yerle bir edildiğini anlatan kronikler bunlar. Kitapların üçünün yazarı bizzat yenilgiyi yaşayan savunmacılardan olduğu için zamanın öncesine uzanmak mümkün olabiliyor.

Ama şimdi şehrin çağlar öncesinde, milattan önce 315 yılında başlayan hikâyesine yerimiz elverdiğince bir göz atmakta fayda var. Thessaloniki Makedon kralının kızının adına kurulmuş bir şehir. Bu ismin kelime anlamı ise “Teselya Zaferi”. Yani kral önce Teselya’da şanlı bir zafer kazanıyor, yeni doğan kızına bu ismi veriyor ve sonra yeni bir şehir kurunca da kızının adını şehre veriyor. Günümüzde ise şehir halkı “Saloniki” ismini kullanıyor.

Selanik’in ömrünün ilk 150 yılını Helenistik dönemde geçirmesinin ardından 500 yıl süren Roma hâkimiyeti başlıyor. Bu süreçte şehir kabuk değiştiriyor ve surlar, akropol, agora, saray kompleksleri ve tapınaklarla donatılıyor. Yahudilerin şehre ilgisi bu dönemde başlamış olmalı. Öyle ki 50 yılında şehre gelen ve “Selaniklilere Mektuplar”ı yazan Aziz Paul buradan öfkeli Yahudilerce kovuluyor.

300’lü yılların sonlarında Roma İmparatorluğunun bölünmesiyle birlikte Selanik Bizans Roma’sının elinde kalıyor ve 10 asırlık parlak bir sürece geçiş yapıyor. Parlak çünkü imparatorluğun başkenti yani “Şehirlerin Kraliçesi” Konstantinopolis iken Selanik her zaman en sevilen ve değer verilen ikinci şehir konumunu hep koruyor. Elbette bu sırada şehri ele geçirmek için pek çok girişim oluyor ve bunlardan dördü başarıya ulaşıyor.

İlk işgal 900’lü yılların hemen başında, o sıralar Akdeniz’i kasıp kavuran Müslümanlarca gerçekleştiriliyor. Konstantinopolis’e doğru yola çıkan Sarazen donanması aniden Selanik’e saldırıyor ve kısa sürede ele geçiriyor. Şehir bir hafta boyunca yağmalanıyor, yaklaşık 5.000 Bizanslı öldürülüyor ve 22.000’i de esir edilip Suriye’ye götürülüyor. Bu ahalinin neredeyse tamamı demek. Esirlerin arasında yer alan John Kaminiates fidyesi ödenip serbest kaldıktan sonra şehrin ve sakinlerinin yaşadığı dehşet dolu bu günleri “Selanik’in Yağmalanması” adlı kitabında günümüze ulaştırmış.(1)

İkinci ve üzerinde çalıştığım döneme dâhil olduğu için benim asıl ilgimi çeken işgal 1185 yılında yaşanıyor. Şimdilerde dizi ve filmlerin popüler konularından birini oluşturan Vikinglerin torunları yani Normanlar tarafından geliyor bu ani saldırı. Fransa’nın kuzeyini ele geçirmeleri ve Frenklerle karışmalarının ardından geçen üç asırda Avrupa’nın en etkili güçlerinden birine dönüşen Normanlar, Akdeniz’in göbeğindeki Sicilya’da çoktandır yerleşik durumdadırlar. Haçlı Seferleri sürecinde Bizans’a karşı oluşan tarihsel nefret ile bilenen ve imparatorluk başkenti Konstantinopolis hazinelerinin pırıltısıyla gözleri kamaşan 90.000 kişilik devasa bir ordu karadan ve denizden Bizans işgaline başlıyor. İki ordu Selanik’te birleşerek yıkıcı saldırılarını surlara yöneltiyor. Şehir yöneticilerinin basiretsizliği de savunmacılara fırsatlar sununca surlar gedik veriyor ve bir retorik profesörü ve o sırada Selanik Başpiskoposu olan Eustathios tarafından kitabında detaylarıyla anlatacağı barbarlık mevsimi başlıyor.** Vikingin torunları dindaşlarına ve onların Ortodoks mabetlerine yapmadığını bırakmıyor. Günlerce devam eden işkence ve katliamdan hayvanlar bile payını alıyor. Normanlar katlettikleri insan ve hayvan cesetlerini kullanarak şehir meydanlarında günümüzde “naturmort” diyebileceğimiz kompozisyonlar düzenliyorlar. Yıllanmış şaraplar, envai çeşit parfüm ve gülsuları, ilaçlar bunların değerinden bihaber galipler tarafından sokaklara saçılıyor, sel olup toza toprağa karışıyor. Neyse ki Normanlar bir sonraki hedefleri olan Konstantinopolis’e doğru ilerlerken Bizans ordusunca takibe alınıyor ve bir şekilde punduna getirilip parça parça yok ediliyor.

Tarih kitaplarının pek çoğuna girmeyen ve detaylıca araştırılmayı bekleyen Norman harekâtının etkileri büyük oluyor. Komnenosların sonuncusu Andronikos halk ve Latinler tarafından işkenceyle linç ediliyor. Ancak giden geleni aratıyor ve imparatorların en berbatlarından biri olarak tarihe geçecek İsakios Angelos başa geçiyor ve 1204’te yaşanacak ve imparatorluğun gerileme dönemini perçinleyecek Konstantinopolis’in Latin istilasını hazırlıyor.(3)

Nitekim başşehrin ardından Selanik de aynı yıl Latinlerce işgal ediliyor ve yaşadığı bu üçüncü işgal ve kargaşa dönemi kırk yıl kadar sürüyor. Ve sonunda şehir bir takım git gellerin ardından 1430 yılında, beş asır boyunca boyunduruğu altında kalacağı Osmanlının oluyor.(4)

Böylesine acı kesitler yaşasa da Selanik yüzyıllar süren barış ve huzur dönemleri sayesinde zengin bir sofra olmayı sürdürebilmiştir. Ancak şehrin maruz kalacağı en yıkıcı zamanlar için 20. yüzyılın ilk yarısını beklemesi gerekmişti. İki dünya savaşının estirdiği cehennem rüzgârları Selanik’i derinden yaraladı. Başta Yahudiler olmak üzere Müslüman ve Ortodoks fark etmeksizin tüm şehir sakinleri yeni dünya düzeninin onlara biçtiği ölümcül rolü oynamak zorunda kaldı.

Selanik “Yeni Kudüs” olarak adlandırılacak kadar Yahudi bir şehir olagelmişti. Kuruluşundan beri Yahudi toplumuna kucak açmakla birlikte 14. yüzyılda başlayan nüfus artışı, 1492’de II. Beyazıt’ın İspanya Yahudilerini kabul edişiyle birlikte doruğa çıkmıştı. Seferadların çok büyük bir kısmı Selanik’e yerleştirilince şehrin adı “İsrail’in Annesi” olarak anılmaya başlamıştı. Selanik sonraki yüzyıllarda Avrupa’nın en yoğun Yahudi nüfusunu barındıran şehri olacaktı. Öyle ki 20. yüzyıl başlarken neredeyse her iki kişiden birisi Yahudi’ydi. Ancak 1917 yılında gerçekleşen devasa bir yangın ne hikmetse şehrin sadece Yahudi mahallelerini ve bir miktar da Türk yerleşimini küle çevirdi. Yangın şehrin yarısını olduğu kadar yüzyıllardır yeşeren yaşam kültürünü de sarsmıştı. Şehre kök salmış Yahudi ruhu derin bir yara almıştı. 70000 civarı Musa takipçisi evsiz kalmış ve bir kısmı Yeni Dünya’ya göç etmeyi tercih etse de geriye kalan 50.000’i önce şehir meydanlarında aşağılanmak sonra da vahşice katledilmek için Nazilerin borusunu öttürdüğü yılların gelmesini beklemişti. Selanik Yahudileri soykırıma tabi tutuldu ve her yüz kişiden sadece bir ikisi yaşamını sürdürme şansını buldu. Günümüzde şehirde 1000 kadar nüfusları kaldığı sanılmakta.

Politik çalkantılar, yüz binleri can evinden vuran acımasız Türk-Yunan mübadelesi, faşist İtalya’nın bombardımanları, Nazi işgali, yangınlar ve yıkımların ardından ortalıktaki toz duman dağılınca geriye salt Yunan denebilecek yeni Selanik kalmıştı. Yüz bin kişilik üniversite, festival ve konserler, bitimsiz bir turist ve para akışıyla capcanlı bu yeni Selanik steril olarak sıfatlandırılabilecek bir huzur yaşatıyor geçici ya da kalıcı tüm sakinlerine. Çocuklar ve gençler şehrin huzurundan en çok pay alanlar. Gruplar halinde geziyorlar, neşeleri, oyunları, kaykayları, bisikletleri, şarkıları, cilveleşmeleri, hiç bitmeyen muhabbetleriyle doyasıya yaşıyorlar en güzel çağlarını. Aynı zamanda dengeli, ahlaklı, bilgili, sporcu yani kısacası yetkin birer birey olmayı öğreniyorlar. Çünkü sosyal ilişkilerin böylesine çoğulcu ve yoğun oluşu bir süzgeç görevi yapıyor ve çerçöp olma yolunda yürüyenleri bile düşünmeye, kendine çeki düzen vermeye yönlendiriyor. Zira zorbalık, şiddet, avamlık pek para etmiyor bu şehirde.

Selanik’in yaşlıları da pek şanslı. Evlerinden çıkıp yüz adım bile atmadan birkaç meze eşliğinde uzolarını yudumlayabilecekleri, kırk yıldır tanış oldukları dostlarıyla buluştukları halk tipi sayısız küçük mekân teşriflerini bekliyor. Öyle ki bir günü iki gün gibi yaşıyorlar öğle saatlerinde aldıkları iki saatlik uyku sayesinde. Her apartman dairesinin olmazsa olmazı geniş balkonlarında oturup sokakları şarkılarıyla şenlendiren kanaryalarıyla avunan yaşlılar da az değil.

Yeni Selanik’in cıvıl cıvıl sokaklarında ve meydanlarında artık kimsenin umurunda olmayan eski çağların görünmez külleri savruluyor. Tüm o gözyaşları kuruyup gitmiş. Güneş Selanik Limanı’nın devasa vinçleri ardından batarken bu güzel şehirdeki son akşamım başlıyor. Ertesi sabah otobüsle İstanbul’a, bir zamanların en güçlü ve muteber şehrine doğru yola çıkacağım. Yoldayken bir sevgiliden ayrılmış gibi hüzünleneceğim, yeniden kavuşmanın hayalleriyle avunacağım, “şimdilik hoşça kal Selanik” diyeceğim.

KAYNAKLAR

1- John Kaminiates, The Capture of Thessaloniki, David Frendo, Athanasios Fotiou, Australian Association for Byzantine Studies, 2000

2- Eustathios of Thessaloniki,The Capture of Thessaloniki, John R. Melville Jones, Australian Association for Byzantine Studies, 1988

3- Niketas Khoniates’in Historia’sı(1180-1195), Işın Demirkent, Dünya Kitapları, 2006

4-Johannis Anagnostis, Diigisis Peri Tis Telefteas Aloseos Thessalonikis, (Selanik’in Son Zaptı Hakkında bir Tarih), Melek Delilbaşı, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/18/17.pdf