Karadağ; Balkanların Cenneti

Dağların ortasında yeşilin içine gizlenmiş köylerin ve Venediklilerden miras kalan kıyıların ülkesidir Karadağ. Tarihin şekillendirdiği kentlerin doğayla uyumu insanı şaşırtır. Nilüferlerin kapladığı el değmemiş göller, derin ve zümrüt yeşili suların aktığı yüksek kanyonlar cenneti andırır…

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraflar: Umut Kaçar

Hani gece yarısı olsa bir kentin bu kadar sakin oluşuna anlam verebilirdim. Fakat vakit daha öğle ortasıydı ama ortalarda kimseler yoktu. Ribnica Irmağı’nın kendisinden daha büyük Moraca Irmağı’na karıştığı yerde bulunan Kral Parkı’nda soluklanmış çevreme bakınıyordum. Karadağ’ın başkenti Podgorica bir ülkenin merkezi olmasından öte dağların ortasında, yeşilin içinde sessiz bir yerleşim yeri olarak karşıladı beni. Gorica Tepesi’nin yayvan yamaçlarına kurulu kent giderek düzleşiyor nehir yataklarına doğru da Podgorica Ovası başlıyordu. Kent ismini yamaçlarına kurulu Gorica Tepesi’nden almıştı. Gorica, küçük dağ, tepe; Podgorica ise “Gorica’nın eteğindeki kent” anlamına geliyordu.

Kentin çevresinde yer alan dağlardan gelen esintiyle serinleyen havayı fırsat bilip Moraca Nehri’ne paralel caddelerden geçiyordum. Kentin ana caddesi sayılan Ulice Slobede biraz daha hareketli bir yerdi. Onun hemen yakında yer alan Njegoşeva ve Hercegovacka caddelerinde ise şık dükkânlar, barlar ve kafeteryalar sıralanıyordu. Mekânların önündeki masalar vakit geçtikçe dolmaya başlıyor, kentin gün içindeki sessizliği giderek dağılıyordu. Önceleri Trg Ivana Milutinoviça olarak anılan kentin ana meydanı 2006 yılında yenilendikten sonra Trg Republike yani Cumhuriyet Meydanı olarak değiştirilmişti. Meydan çevresinde ise devlet kurumları ve yakın zamanda yapılan alış veriş merkezleri yer alıyordu. Neredeyse bütün caddeler kentin içinden kıvrılarak geçen Morica Irmağı’nda son buluyordu. Kenti ikiye ayıran ırmağın üstünde çok sayıda köprü vardı. Bunların içinde 2005 yılında hizmete açılan Milenyum Köprüsü Podgoricalıların övünç kaynağı haline gelmiş modern yapısıyla bu yeni ülkenin sembollerinden biri olmuştu.

Podgorica sadece siyasi değil aynı zamanda ticaret ve kültür merkezi olarak ön plana çıkan bir Balkan kenti. İkinci Dünya Savaşı’nda ve 90lardaki müdahalelerden ötürü kentin mimari dokusu zarar görünce yerlerine daha modernleri yapılmış. Bunlar daha çok galerilerden, devlet kurumlarından ve caddelerden oluşuyor. Geçmişte Osmanlı dönemlerinden kalan kültürel dokulara ise eski mahallerden olan Draç ve Stara Varoş semtlerinde rastladım. Dar sokaklarda yer alan küçük evler o dönemin izlerini yansıtıyordu. Glavatovici ve Osmanagici camileri ile Karadağ dilinde “Sahat Kule” olarak yer almış olan Osmanlı saat kulesi ayakta kalan en iyi örneklerdendi. Esasen geçmişi prehistorik döneme kadar uzanan ve bir zamanlar İlliryalıların yaşadığı bu bölge Roma döneminde Birziminium diye adlandırılmıştı. Ortaçağda ise Ribnica ismi ile ön plana çıkmıştı. Aynı adı taşıyan bir mahalle bile var kentte. 14. Yüz yıldan itibaren Podgorica ismi kullanılmaya başlanmış, Yugoslavya dönemiyle beraber Titograd olarak değiştirilmişti. Morica Nehri’nin solunda kent merkezinin batısında kalan bölge “yeni şehir” anlamında Novi Grad olarak anılıyor. Bölgede yer alan semtler yakın dönemde daha modern yapılarla yenilenmiş olsa da Yugoslavya döneminden kalan büyük bloklardan oluşan binalar göze çarpıyordu.

Karadağ balkanların en güzel coğrafyasına sahip ülkesi olarak bilinir. Sahip olduğu coğrafi zenginlik başkenti Podgorica’da daha çok ırmaklar, yeşil doğa ve hemen yakında yer alan Moraca ve Cijneva kanyonları ile kendini gösterir. Çevresinden geçen Zeta, Cijevna, Sitnica ırmakları ve İşkodra Gölü ayrı birer doğa harikalarıdır. Doğanın bu güzelliklerine daha çok tanık olmak ardı ardına uzanan, yayvan tepelerden oluşan kendine özgü balkan dağlarından ve düzlüklerinden geçmek için tren yolculuğunu seçtim. Zeljeznicka Tren İstasyonu’nda lokomotiflerden ayrılmış eski vagonlar yeni dönem grafiti çizimleriyle renklenmişti. Kentin caddelerinin aksine istasyon neredeyse hınca hınç doluydu. Yaz sıcağından kaçıp Adriyatik kıyısındaki Bar kentine gitmek isteyenlere katılıp yola çıkıyordum. Yol boyunca yerleşimler rayların bir tarafında kalıyor diğer tarafta ise ovalık düzlükler uzuyordu. Yer yer asma bahçeleri, kominist dönemden kalan ve atıl durumda olan büyük tahıl ambarları, fabrikalar ve demir köprüler gözüme çarpıyordu.

Tren İşkodra Gölü’ne yaklaştıkça bitki örtüsü daha da çeşitleniyor, yer yer zeytin ve meyve ağaçları görülüyor, dere yataklarında boy vermiş sazlıklarla doğa daha bakir bir hal alıyordu. Bir süre sonra tren, göl kıyısında yer alan bir köy olan ve aynı zamanda milli park sınırları içinde bulunan Virpazar’da durmuştu. İstasyonu geride bırakıp Virpazar’a geçmiştim. Köyün girişinde ilk göze çarpan şey göl kıyısında bekleyen gezi tekneleri ve yüksekçe bir kayanın üstüne dikili bronz bir heykel oluyordu. Gölü yüksekten gören heykel ikinci dünya savaşındaki partizanların anısına dikilmişti. Heykelin arkasından başlayan tepenin üstünde ise geçmişte Türkler ve Karadağlılar arasındaki savaşlara tanık olmuş Besac Kalesi yer alıyordu. Zaman kaybetmeden kıyıda bekleyen teknelerden birine katılıp İşkodra Gölü’nü gezmeye başladım. Zümrüt yeşili suyun üstünde yavaşça ilerlerken sazlıkların arasından dar bir boğazdan geçiyorduk. Sazlıklar azalıp nilüferler çoğalınca İşkodra Gölü daha bir genişliyordu. Uzunluğu 48 genişliği ise 15 km olan göl Balkan yarımadasının en büyük gölüydü. Karadağ ve Arnavutluk’un sınırları gölün tam ortasında kesişiyordu. Ağır ağır gölde ilerlerken teknenin sahibi Andrij Dabanovic ile sohbet ediyorduk. Dabanovic gölün 1983 yılında milli park ilan edildiğini anlatmıştı,

“Göl milli park olunca önemi daha da arttı. Gölde 270ten fazla kuş türü var. Sayıları azalan Avrupa’daki pelikanların yaşam alanı burası. Göl Moraca Irmağı ile besleniyor Bojana Irmağı ile de Adriyatik Denizi’ne bağlanıyor. Göl kıyısında yaşayanlar olarak yaz dönemi turistik işlerde çalışıyoruz, diğer zamanlarda ise balıkçılık geçim kaynağımızı oluşturuyor.”

Artık yerleşim yerlerinden iyice uzaklaşmış dağların son uzantılarının gölle birleştiği yerlerde oluşan el değmemiş koylarda geziniyorduk. Öyle bir yere gelmiştik ki gölün yüzeyini neredeyse tamamen kaplayan nilüferler gölde olduğumu unutturmuş sarı beyaz çiçekleri ve geniş yapraklarıyla bir nilüfer tarlasında olduğum hissine kapılmıştım.

Birkaç saat süren göl gezisinden sonra Karadağ’ın iç kesimlerine geçtim. Kuzey batıda ünlü Durmitor Dağı ve milli parkı diğer önemli kent Niksiç’in kuzeyinde yer alıyordu. Zabljak kayak merkezi ile Niksiç arasında kalan Durmitor bölgesi daha çok derin kanyonları ve buzul gölleriyle biliniyor. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise ikinci büyük derin nehir kanyonu Tara, Durmitor Milli Parkı sınırları içinde yer alıyor.
UNESCO Koruma Listesi’nde olan ve 82 km uzunluğa sahip Tara Kanyonu’nun derinliği kimi yerde 1300 metreyi buluyor. Kanyondan geçen Tara Nehri de Karadağ-Bosna Hersek sınırında Piva Nehri ile birleşerek 150 km uzunluğa sahip Drina Nehri’ni oluşturuyor. Kanyonu ziyarete gelenler motosiklet ve bisiklet tutkunları özellikle de rafting meraklıları oluyordu. Durmitor bölgesinde aynı zamanda çok sayıda buzul gölleri var. Bunlardan en bilineni Crno Gölü. Çetin doğa koşullarını sevenlerin genellikle tercih ettiği Durmitor bölgesinde çok sayıda kamp alanı mevcut. Karadağ öyle bir coğrafyaya sahip ki ülkenin hemen her bölgesinde farklı bir doğa dokusuyla karşılaşmak mümkündü.

Yüksek dağları ve derin kanyonları geride bırakıp tekrar güneye doğru yola çıktım. Adriyatik kıyılarında yer alan eski Venedik kentlerinden önce Karadağ’ın uzun bir dönem başkentliğini yapmış olan Çetinye’yi görmek istiyordum. Güneye doğru dağlar alçalmaya başlıyordu. Köyler dağ kümelerinin ortalarında ağaçların aralarında gizlenmiş gibiydi. İki katlı taş evlerden oluşan köyler bir görünüp bir kayboluyordu. Evler çoğalıp daha büyük mimari yapılar görünmeye başlayınca Çetinye’ye vardığımızı anlamıştım.

Sakin kentin geniş caddelerinde yer alan eski binalar geçmişin izini hala taşıyordu. Asırlık çınarların gölge olduğu caddeler eski konsolosluk binalarıyla doluydu. Çünkü Çetinye Karadağ’a 15. yüz yıldan 1946’ya kadar başkentlik yapmıştı. Yugoslavya dönemiyle birlikte bu ünvanı Podgorica’ya devredince kent daha çok kültür merkezine dönüşmüştü. Karadağ’ın bir başka ünlü doğal parkı olan Lovcen Dağı’na sırtını dayamış olan Çetinye adını hemen yakından geçen Çetina Nehri’nden almıştı. 15. yüz yıldan önce bölgede hüküm süren Zeta Prensliği, Osmanlı tehlikesiyle birlikte başkentlerini Zabljak’tan buraya taşımıştı. Zeta Prensi Ivan Crnojevic, kuzeye göre daha gözden uzak bir yer olan Çetinye’yi prensliğin merkezi olarak seçmişti. İki yüz yıl sonra Petroviç Hanedanlığı ile birlikte kalkınma süreci başlamış daha sonra 1878 Berlin Kongresi’nde Karadağ’ın bağımsızlığı tanınınca da Çetinye tam bir Avrupa başkenti örneği olarak inşa edilmişti. İşte bu gördüğüm eski konsolosluk binaları “art nouveau” stilinde yapılışı o döneme rastlıyordu. Şimdi ise eski konsolosluk binalarının bir kısmı ülkedeki üniversitelerin fakülteleri olarak bir kısmı ise çeşitli galeriler ve müzeler olarak kullanılıyor. Baja Pivljanina Caddesi üzerinde yer alan eski Osmanlı konsolosluk binası ise şimdi tiyatro okulu olarak kullanılıyor. Binada Osmanlı dokusunu görebiliyordum. Binanın girişinde, diğer eski konsolosluk binalarında da olduğu gibi, o döneme ait tabela hala yerindeydi. 12. yüz yılda yapılmış olan Çetinye Manastırı da ulusal müzeye dönüştürülen Kral Nikola Sarayı’nın hemen yakınındaydı. Bu görkemli yapı aynı zamanda Sırp Ortodoks kiliselerinden bağımsız olarak Ortodoks Karadağlıların ruhani merkezi olarak sayılıyor, Çetinye Başpiskoposu da Karadağ Metropoliti unvanını taşıyor. Kent aynı zamanda geçmişte kitap basım merkeziydi. 1492 yılında kurulan Crnojevici Matbaası, Karadağ ve genel anlamda balkan kültürüne önemli kültürel kazanımlar sağlamıştı. Karadağ’ın ilk gazetesi Crnogorac da 1871’de burada çıkarılmıştı. Şimdi onursal başkent olarak anılan Çetinye’de Karadağ Parlamentosu yılda iki kez toplanıyor.

Geçmişte prenslikler ve krallıkla yönetilen Karadağ’ın kaderi dünya savaşlarıyla değişmişti. İkinci dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni oluşturan altı özerk birimden biri oldu. Yugoslavya’nın 1992’de dağılmasıyla Sırbistan’la birlikte Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ni oluşturdu. Bosna Savaşı sırasında Sırbistan’la dolaylı da olsa aynı tarafta yer alınca 1999’da NATO bombardımanına uğradı. Bu birlik 2006 yılındaki referanduma kadar sürdü ve sonrasında bağımsızlık kararı alındı. Bu yeni ülkenin etnik yapısı ağırlıklı olarak Karadağlılardan oluşuyor. Nüfusu altı yüz binin üzerinde olan Karadağ’da Sırplar, Müslüman Boşnak ve Arnavutlar ise azınlık durumundalar.

Geniş dağlık alanları geride bırakıp Adriyatik kıyılarına geçer geçmez Balkan dokusu yerini Venedik ruhunu taşıyan kentlere bırakıyordu. Dağların denize doğru alçaldığı yerde Budva başlıyordu. Girintili çıkıntılı sahil şeridi boyunca uzayan kent Karadağ’ın en büyük tatil merkeziydi. Denize uzak diğer kentlerdekinin aksine Budva’nın bütün sokakları ve caddeleri kalabalıktı. Kent diğer kentlerden gelenler ve turistlerle dolup taşıyordu. Halk plajının hemen arkasında bulunan Slovensca Obala Caddesi’nde yürürken bile zorlanıyordum. Caddenin başlangıcı sayılan yerde Budva’nın surlarla çevrili en eski bölgesi Stari Grad yani Eski Kent yer alıyordu. Sur içinde Adriyatik’e özgü iki üç katlı taş binalar yan yana sıralanıp uzuyor ve sokakları oluşturuyordu. Bu dar sokakların birleştiği yerlerde ise küçük meydanlar vardı. Stevog Ivana Katedrali, Holy Trinity Kilisesi eski kentin denize yakın güney ucunda bulunuyordu. Labirentleri andıran bu dar sokaklarda hediyelik eşya satan küçük, şirin dükkanlar, geleneksel restoranlar ve butik oteller yer alıyor.

Budva’nın kıyı şeridi girintili çıkıntılı küçük koylardan oluşuyor. Sahilin doğusunda Petrovaç kenti ile Budva arasında kalan bölgede ünlü Sveti Stefan Adası yer alıyor. Adriyatik kentlerinin bir minyatürü gibi olan adanın tamamı şimdi otel olarak kullanılıyor. 15. yüzyılda müstahkem bir balıkçı köyü olarak inşa edilen Sveti Stefan Adası dar bir berzah ile ana karaya bağlanıyor. İçinde yüz kadar evin ve üç kilisenin olduğu ada 1960lı yıllara kadar balıkçı köyüydü. Daha sonra köylüler ana karaya taşınmaya zorlanıp ada dünyanın elit ve özel tatil köyü haline getirildi. Budva’nın batı kıyıları ise Tivat ve Kotor kentlerinin içinde yer aldığı fiyorta kadar uzuyor.

Adriyatik Denizi’nin haliç misali içeriye kadar sokulup fiyort şeklini aldığı yerde uzun bir Kotor Körfezi yer alıyor. Karadağ’da bu körfeze halk dilinde “Nevjesta Jadrana” yani “Adriyatik Gelini” deniyor. Uzun bir etek gibi içeriye doğru uzayan deniz 28 kmlik bir kıyı şeridine sahip. Derin boğazlar, doğal kanallar ve kalker falezlerle birbirine bağlı sayısız koydan oluşan körfezde yer alan Kotor, UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Budva’da olduğu gibi yine Kotor’un tarihi bölgesi Stari Grad olarak adlandırılıyor. Daha yüksek surların çevrelediği eski kentin alanı da daha genişti. Adriyatik’e özgü ortaçağ mimarisinin hemen her örneği sur içinde yer alıyordu. Kuruluşu Roma Dönemi’ne dayanan kentin surları Venedikliler tarafından güçlendirilmişti. Geçmişte Dalmaçya kıyılarının önemli kenti olan Kotor savunma amaçlı inşa edilmişti. Kotor Körfezi’nde yer alan limanlar geçmişte geniş özerkliklerden yararlanmışlardı. Bu korunaklı körfezde yapılan deniz ticaretiyle limanlar zenginleşmiş ve görkemli yapılar inşa edilmişti. Sur içinde yer alan Sveti Tripun, Sveti Luke katedralleri eski kentin için yer alan büyük yapılardı. Sveti Ana, St Nicolas ve Şifa Veren Meryem kiliseleri, Kotor Sarayı, Napoleon Tiyatrosu kentin diğer sembollerindendi.

Kotor’u, içeriye kadar sokulan denizin kıyılarında yer alan koyları daha yüksekten görebilmek için San Giovanni Kalesi’ne çıkmam gerekiyordu. Eski kentin sokaklarında gezinirken vakit akşama yaklaşmış güneşin sıcaklığı da azalmaya başlamıştı. Kaleyi gözüme kestirip eski kentin yokuşlu dar sokaklarından geçip dik merdivenlerden çıkıyordum. Arada bir soluklanıp aşağıda kalan kenti kuşbakışı izliyordum. Surların heybeti ve yapıların mimarisi yüksekten daha farklı bir estetik sunuyordu. Zirvede yer alan kaleye 240 metrelik bir tırmanıştan sonra varmıştım. Uzun ve yorucu bir tırmanışın sonunda vardığım kalenin sunduğu panorama bütün yorgunluğa değmişti. Güneş karşı kıyıdan yükselen geniş ve yayvan tepenin ardında kalınca yumuşak bir ışıkla bütün körfez kızıla, ışığın deniz sularındaki yansıması da gümüşi bir renge bürünüyordu. Dağların denizi dikine kesen uzantıları arasında kalan koylar da giderek kayboluyordu. Vakit akşamın sekizi olmuştu. Katedrallerden ve kiliselerden yükselen sekiz çanı ardı ardına çalmaya başlamıştı. Eski Venedik kenti Kotor’dan yükselen çan sesleri fiyort olup içeriye kadar sokulan denizin dingin sularını takip ediyor, saklı limanlara uğruyor, Tivat’ı geçip Herceg-Novi kentinden Adriyatik’e yayılıyordu.