Sahnedeki İstanbul

Sahne bir vitrindir. Kentin bin bir yüzünü gösterdiği, kendini ifade ettiği bir kürsü. Kente ait renklerin, seslerin, hareketlerin, duyguların, coşkuların geçit yaptığı bir düşler evreni. Ve İstanbul, tiyatrodan müzikale, operadan baleye sahne sanatlarının kalbinin attığı bir dünya sahnesidir.

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran/ Fotoğraf: Umut Kaçar

Süreyya Operası’nda kuliste oyalanırken yanımdan geçen solistlerin, sahnenin altına açılan kapıdan girip çıkan müzisyenlerin telaşına kapılmıştım. Çünkü birazdan Opera Festivali bünyesinde İstanbul’da ilk defa sahnelenecek olan, rejisörlüğünü Mehmet Ergüven’in yaptığı barok opera türündeki “Yıldırım Bayezid Operası” başlayacaktı. Kulisteki bütün odalar doluydu. Makyaj, kostüm ve müzisyen odaları bir dolup bir boşalıyordu. Bu hengâmenin içinde sahneyi yerinde görme fırsatına erişmiştim. Sahnenin son kontrolünü yapan sahne dekoratörü Nihat Kahraman’la tanışıp, sahne tasarımı üzerine konuşmaya başladık. Doğru ya, dekoratörler pek bilinmeyen teknik personelin arasında, sahne arkasında kalanlardandı. Sahneyi aynı zamanda bir atölye gibi düşünürsek, atölyenin baş ustası onlardı.

İstanbul’da sahne duygusunu, işin zorluklarını, dekorun hazırlık aşamasını konuşmak üzere salonun kafesine geçtik. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde 27 yıldır görev alan Kahraman birçok kentte temsil alan opera ve bale etkinliklerinin sahne tasarımcısıydı. Öncelikle sahneyi bir vitrin olarak tanımlayan Kahraman çok sayıda iş bölümünden söz etti: “Sahne, seyircinin gördüğü her şeyin son halidir. Bir vitrindir. Bu vitrinin yapım aşaması uzun sürüyor. Marangoz, demirci, terzi, strafor atölyeleri, triko, makyaj atölyeleri, heykelimsi aksesuarları yapan plastik atölyeleri, kundura atölyeleri bir arada çalışıyor. Bu altyapıyla hazırlanan eserler birkaç yıl gösterimde kalabiliyor.”

Sahnenin kurulma aşamasından bahseden Kahraman, sözü İstanbul’un en bilinen sahnesi Süreyya Operası’na getirdi: “Ben, Ankara’da çalışıyor olsam da İstanbul’a aşina birisiyim. Temsiller ve oyunlar için sürekli gelir giderim. Bu sahne, bildiğim en güzel sahnelerin başında gelir. Ne zaman bu sahneye girsem operanın, balenin mabedindeymişim duygusuna kapılıyorum.” İşleri zor olsa da yapım aşamasında alınan keyfin bir başka olduğunu, zamanla yarışıyor olmanın sorumluluğunu dile getiren Kahraman sahneyi son kez gözden geçirmek için salona geçiyordu.

Süreyya Operası, İstanbul’un kültür ve sanat hayatına canlılık kazandırmak ve sanatı çağdaşlaştırmak amacıyla Süreyya İlmen Paşa tarafından 1924 yılında yaptırılmıştı. Yapımı üç yıl süren opera binası yine Süreyya Paşa’nın talebi üzerine fuayesi Paris’in Champs-Elysees Tiyatrosu’ndan, iç bölüm ise Alman tiyatrolarından örnek alınarak localı bir şekilde yapılmıştı. İstanbul’un sahne hayatında önemli bir yeri olan yapı yıllarca sanata hizmet etmişti.

İstanbul’da sahneye çıkmanın duygusu, hangi sahnede olursa olsun başka bir heyecan içine sokar sanatçıyı. Dekoratörlerden solistlere, oyunculardan rejisörlere kadar hemen herkes İstanbul seyircisinin hassasiyetini bilir. İstanbul’daki yeni sahnelerden olan Başakşehir Kültür Merkezi’nde temsil edilen “Aşk-ı Memnu” operasını izlemeye gittiğimde tanıştığım sahne dekoratörü Çağda Dinçkaya da bu hassasiyeti dile getirdi:

“İstanbul seyircisi çok farklı. Bir kere kozmopolit bir kent İstanbul. Çok sayıda temsil ve oyun sahnelendiğinden, izleyici belli bir potansiyel ve birikimle geliyor. Ve insanlar farklı açılardan oyunları izleyebiliyorlar.”

İstanbul’da irili ufaklı çok sayıda tiyatro salonu var. Tiyatro Yapımcıları Derneği’nin yakın zamanda yaptığı araştırmaya göre İstanbul’da 400 kişiye bir koltuk düşüyor. Avrupa’nın kültürel yönü ağır basan kentleriyle karşılaştırıldığında, İstanbul’un çok gerilerde kaldığı görülüyor. İstanbul’da tiyatro geleneğini 1914’te kurulan “Darülbedayi-i Osmani” kurumu başlatmıştı. Muhsin Ertuğrul, Halit Fahri Ozansoy, Avni Dilligil gibi büyük isimlerin yetiştiği tiyatro geleneği şimdi Şehir Tiyatroları ismiyle varlığını sürdürüyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde yer alan Şehir Tiyatroları, İstanbul’un farklı semtlerinde toplam 10 salona sahip. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi belki de en fazla bilinenler arasında.

Tiyatro sezonunun başladığı günlerde Türk tiyatrosunun klasikleri arasında yer alan “Lüküs Hayat” oyununu izlemek ve sahne hazırlığına tanık olmak için Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’na gittim. Dev sahnenin dekoru çok önceden yapılmıştı. Sahne arkasındaki alanda oyuncular hazırlıklarını yapıyorlardı. Yirmiden fazla oyuncu kadrosuna sahip oyunun hazırlıkları da uzun sürüyordu. Kimi oyuncular çay molası verip sahnedeki repliklerini birbirlerine tekrar ediyorlardı. Arada bir oyunun simgesi haline gelmiş Zihni Göktay yanımızdan geçiyordu. Herkes sevgi ve gıpta ile büyük ustayı selamlıyordu. Tekrar sahne önüne geçtiğimde, bu sefer sahnenin alt kısmında, çukur denilen yerde başka bir telaşa tanık oldum. Oyunun orkestrası son hazırlıklarını yapıyordu. Haldun Dormen’in yönetiminde yıllardır sahnelenen oyunun baş aktörü ve tanıdık yüzü Zihni Göktay sahnede hâlâ ilk günkü gibi heyecan içindeydi. Sahnede yaptığımız sohbette eserin klasikler arasına girdiğinden ve hatta kendisinin bir dünya rekoru kırdığından bahsetti. Doğru ya, 28 yıldır aynı rolü ara vermeden oynayan tek oyuncuydu:

“Birazdan oynayacağım oyunla birlikte aynı rolde 28’inci seneme girmiş olacağım. Aslına bakarsanız bu bir dünya rekoru aynı zamanda. İlk hali 2.5 saat olan ‘Lüküs Hayat’ yıllar geçtikçe neredeyse 4 saati buldu. Oyunu güncel tutmak için yeni espriler, olaylar da ekliyoruz. Türk seyircisi ‘Lüküs Hayat’ı çok sevdi. Sahnelendiği her yıl salonlar dolup taşıyor.”

Oyun başladığında 4000 kişilik açık hava tiyatrosu dolmuş, yer bulamayanlar merdivenlere sıralanmıştı. “Lüküs Hayat” denince akla gelen, yakın zamanda kaybettiğimiz Suna Pekuysal’ı da unutmamak gerek. Zihni Göktay ile birlikte aralıksız 14 sene bu oyunda rol almıştı.

Oyun sahnesi denilince akla nedense oyuncuların sergilediği performanslar gelir. Oysa müzikli oyunlarda ve temsillerde ilk bakışta fark edilmeyen, sahnenin ön kısmındaki çukurluk alanda başka bir topluluk yer alır. Biz onları görmeyiz ama oradan yayılan sesleri duyarız. Başka bir çaba sarf edilir o çukurluklarda. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde korrepetitörlük ve orkestra şefliği yapan İtalyan Paolo Villa ile görüştüğümde maestro, sahnenin en ağır yükünü taşıyanların görünmeyen müzisyenler olduğundan bahsetti:

“Müzik arka planda gibi bilinse de en büyük sorumluluğu müzisyenler taşıyor. Oyun sahnelenmeye başladığında, müzik icra edilirken en küçük hataya bile yer yoktur. Tek bir nota bile gözden kaçsa oyunun gidişatı etkilenmiş olur.”

İstanbul’da devlet kurumları bünyesinde gerçekleştiren sahne sanatlarının dışında, özel kuruluşların varlığı son dönemlerde artmış durumda. Festivaller, bienaller, sinema etkinlikleri, konserler, yurtiçi ve yurtdışı organizasyonları daha çok bu kurumlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Bu kurumlardan en fazla bilineni kuşkusuz İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV). 1973 yılında Nejat Eczacıbaşı önderliğinde kurulan İKSV, İstanbul’daki sanat etkinliklerini düzenleyen kurumların başında geliyor. Film, tiyatro, müzik, caz, bienal, tasarım başlıklarından oluşan İKSV etkinlikleri, İstanbul’daki sahneleri yurtiçinden ve yurtdışından çok sayıda ünlü sanatçıyla buluşturuyor. R.E.M., Kodo, Santana, Leonard Cohen, George Dalaras, U2, Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası, Paul Anka gibi dünyaca ünlü sanatçılar İKSV aracılığıyla İstanbul’da sahneye çıkmıştı.

İKSV’nin 40’ıncı yılında İstanbul’da Küçükçiftlik Park’ta düzenlediği Stevie Wonder konserine gittiğimde, bu sanatsal çabanın önemine bir kez daha tanık oldum. Dünyaca ünlü bir sanatçıyı İstanbul’da sahneye çıkarmanın zahmeti çok büyüktü. Konser başladığında İstanbul seyircisiyle buluşan Stevie Wonder ve ekibi, konsere gelen 9 bin kişilik kitleyle karşılaşınca şaşkınlıklarını gizleyememişti.

Geçmiş dönemlerde yılda sadece birkaç konser düzenlenirken artık özel ajansların, vakıfların, organizasyonların aktif hale gelmesiyle beraber İstanbul’da hemen her gün bir konser etkinliği gerçekleşiyor. Kimi zaman konser günleri bile çakışıyor. Özel işletmelerin hizmetinde bulunan sahneler bunu olanaklı kılıyor. Babylon, Ghetto, Garajistanbul, Salon İKSV, Santralistanbul, Küçükçiftlik Park, Kuruçeşme Arena bu sahnelerin en fazla bilinenleri arasında.

Aslına bakılırsa İstanbul’un kendisi bir sahne. Bütün yaşam biçimlerinin, en doğal insan hallerinin, bin türlü hengâmenin, denizin, yedi tepenin, meydanların, Boğaz’ın, köprülerin yer aldığı koca bir sahne. En eski yapıların bezendiği caddelerinde türlü romansların oynandığı, çarpık yapıların kuşattığı mahalle sokaklarında en dramatik sekansların yaşandığı, kültürel geçmişiyle dönem hikâyelerinin canlandığı, dekoru kendiliğinden oluşmuş koca bir sahne.

Doğal bir sahne olan İstanbul’da özel izleyicilerin karşısına çıkmanın sanatçılarda yarattığı duyguyu hep merak etmişimdir. Bu soruyu kontrtenor olan, “Yıldırım Beyazid Operası”nın baş solisti ve yurtdışında da sahneye çıkan genç sanatçı Kaan Buldular’a sorduğumda aldığım yanıt ilginçti:

“Ben daha çok barok tarzda sanatımı icra ediyorum. Sahne duygusu belki biraz aşırı kaçacak ama benim için bir ego tatmini. Estetik ve sanatsal bir tatmin desek daha doğru olur. İstanbul’un yeri bir sanatçı için apayrı. Mesela birazdan sahne alacağım eser İstanbul’da ilk defa gösterime sunuluyor. Özellikle kontrtenor olarak bunun duygusunu anlatmak biraz zor.”

İstanbul’da kamu, resmi ve özel kurumlara ait olan toplam 160’tan fazla sahne ve gösteri mekânları bulunuyor. 2010 yılında hazırlanan İstanbul Kültür Mirası ve Kültür Envanteri’nde yer alan sektör araştırma raporuna göre, bu sahnelerde 200’den fazla profesyonel tiyatro, dans, opera ve bale topluluğu çeşitli kurumsal yapılar altında veya bağımsız olarak üretim ve gösterimde bulunuyor. Tiyatro sayısı 200’e yakın; dans, opera ve bale sayısı ise 18’i buluyor.