Gorée Adası; Acı Yolculuk

Engelsiz Sanat Derneği’nin desteğiyle Elif Gamze Bozo “Kendime Engel Olamıyorum” isimli yolculuğa çıktı. Uzun uğraşlar sonucunda Elif, tüm engelleri aşarak  Senegal’i fotoğraflamak üzere Ankara’dan 7751 kilometre uzaklıktaki hayaline koştu, kimse ona engel olamadı, kendi de dâhil. Senegal’de tekerlekli sandalyesiyle insanları fotoğraflayan Elif’in gücü hayallerinde, cesaretinde ve coşkusunda gizli…

Yazı ve Fotoğraf: Elif Gamze Bozo

Çelik gövdeli teknenin içini tıka basa dolduran siyah kalabalıkta, ak derili çekingenliğimiz ve yalnızlığımız ile Gorée Adası’na doğru yola çıkıyoruz. Yanımızda Daouda Ndiaye entelektüel bir rehberimiz (bana göre Daouda Amca) ile gemide yolculuk yapıyoruz. Daouda anlatıyor, ben dinliyorum. Önce müzikten ve resimden bahsediyor. Sonra adaya yaklaşınca insanlık ayıbını anlatıyor.

Gorée Adası’na yaklaşınca geminin alt katındaki iskelesindeki insan kalabalığı artmaya başlıyor. Tekerlekli sandalyemde oturmamdan dolayı çok ayrıntılı göremesem de yaklaştıkça ağaçların arasında gizlenen rengârenk eski evleriyle adanın tüm hatları ortaya çıkmaya başlıyor. Atlantik okyanusunda açık deniz römorköründen bozma tekneyle Heybeliada’dan Büyükada’ya yaklaşıyor gibiyiz…

Gemi iskeleye yanaşıyor ve herkes inmeye başlıyor. Beni de tekerlekli sandalyem ile beraber taşınarak limana götürüyorlar. Bembeyaz kumsalda çember şeklinde dizilmiş, yakıcı güneş altında oyun oynayan çocuklar beni görünce birden düzenlerini bozuyorlar; daha küçük olanları abilerinin ablalarının arkalarına saklanıveriyor. Şaşkınlıklarından yararlanıp fotoğraf çekmeyi aksatmıyorum.

Batı Afrika’nın uç noktasında, eski Fransız sömürgesi Senegal’ın başkenti Dakar’dan tekneyle yarım saat uzaklıkta, rengârenk begonvillerle süslü duvarlarıyla sömürge döneminden kalma özgünlüğünü yitirmemiş denizin rutubetinden yıpranmış evlerin yer aldığı Gorée Adası, UNESCO’nun Dünya mirası listesinde yer almakta. Yaklaşık 2000 nüfusa sahip olan bu ada, limanın hemen yanındaki sakin ve tertemiz sularıyla güzel kumsalı, baobab ve palmiye ağaçlarının yeşiline gizlenmiş özgün evleri ve küçük kalesiyle Afrikalı ve diğer ülkelerden birçok ziyaretçinin ilgi odağı. Ünlü müzisyen Youssou N’Dour’un ülkesi Senegal, biraz da uzun süre topraklarını kıtanın iç taraflarındaki zenginlikleri sömürürken köprü olarak kullanan Fransa’nın etkisiyle olacak, Afrika’nın entelektüel birikiminin en yoğun olduğu ülkelerden biri hâline gelmiş.

1444 yılında Portekizli denizcilerce keşfedilen adayı 1588 yılında ele geçiren Hollandalı denizciler adaya “Goede Reede” yani “güzel liman” adını vermişler. 1800’li yılların sonuna doğru Dakar şehri kuruluncaya kadar Gorée Adası, limanı ve özel konumu itibariyle sömürgecilerin kullandığı güvenli bir üs olmuştur. Uygar dünyanın yüzkarası olan köle ticaretinin simgeleştirildiği mekân, adada yaşayan köle tüccarı Anna Colas PEPİN’in malikanesi, Senegalli N’diaye’nin çabalarıyla (Kölelerin Evi) olarak müze hâline getirildi.

Batı Afrika’dan Amerika’ya yönelik yapılan köle ticaretinin merkezi aslında Gorée’den daha çok yine Senegal’de bulunan Saint-Louis limanı olmuştu. Afrika kıtasının iç bölgelerinden getirilen köleler buradan gemiyle batıya sevk edilmekteydi. İki yüz kişi kapasiteli kölelerin evinde kadın, çocuk ve erkek olarak ayrı ayrı hücrelere konulan tutsaklar, son uzun yolculuklarına çıkmadan önce burada üç aya yakın bir süre boyunca bekletiliyorlardı. Adaya geldikleri andan itibaren deftere kaydolarak kendilerine bir sicil numarası veriliyor ve bundan böyle adlarıyla anılmayarak bu numarayla çağırılıyorlardı. Bu dar hücrelere dizilerek bekletilirken birçoğu hastalıktan kırılıyordu. Tutsak edilen köle aileleri sevk sırasında bilinçli bir şekilde parçalanıyordu: baba genellikle Kuzey Amerika’nın Louisiana bölgesine, anne Brezilya ya da Küba’ya, çocuksa Haiti veya Antillere gönderiliyordu. Vücut ağırlığı 60 kilogram’dan düşük olan erkekler ayrı bir bölümde özel olarak beslenerek satıştan önce bakıma anılıyordu.

Çok da gösterişli olmayan bu iki katlı yapının alt katının orta yerinde, penceresiz ve rutubetli duvarların karanlığında masmavi denize açılan bir kapı yer almaktadır: (Dönüşü olmayan yolculuğa açılan kapı ). Bu kapıdan aşağıya denize doğru uzanan palmiye kerestesinden kalas üzerinden gemiye yüklenen kölelerin bir kısmı son bir umutla kendini denize bırakıyor, ancak bilek ve boyunlarındaki demirin ağırlığıyla denizin dibini boyluyor ve köpek balıklarına yem oluyordu. Işıksız ortamın içerisinden birden deniz ve gökyüzünün aydınlığından yüzümü kaçırıyorum. Sanki orada bulunan bütün ziyaretçiler bana bakıyormuş gibi geliyor. Bu insanlık ayıbını düzenlerle uzaktan yakından hiç ilgim olmasa da beyaz olmanın utancı yüreğimi acıtıyor. Sembolik de olsa, Senegallilerin bir bölümü tarafından ticari tuzak olarak da adlandırılıp Afrika halklarını aşağılayan bir yer olarak da görülse bu mekânın köleci düzenin etkisini duyumsatmakta çok etkili olduğu kesin. Bir zamanlar halkımızın büyük bir çoğunluğunu ekrana kilitleyen, Kunta Kinte’nin başından geçenleri –biraz uzun bir şekilde- anlatan ‘Kökler’ dizisinin yarattığı güçlü etki gibi. Sömürgeciliğe çanak tutulan bu insanlık ayıbı içimizi güneşten daha çok yakıyordu.

Köleliğin başlangıcı Mezopotamya, Antik Yunan, Arap ve Mısır uygarlıklarına kadar uzanmaktadır. Bizans’ın yıkılışıyla (1453) birlikte Avrupalıların köle ihtiyacını karşıladığı Karadeniz’e çıkış kapısı kapatılmış. Bu döneme kadar köle emeği savaşta ele geçirilen tutsaklardan, Slav, Moğol veya Rus halklarından sağlanıyordu. Bu kapının kapanmasıyla birlikte köle ticareti Afrika’ya yönelmeye başladı. Siyah kölelerin yoğun olarak kullanılması böylelikle hız kazandı. Afrikalı köleler fiziksel dayanıklılık, sıcak iklimin yol açtığı hastalıklara direnç, fiziksel güç ve ucuz maliyet nedeniyle tercih ediliyordu. Bugün ‘barbar topluluklara’ ders veren ‘medeni’ Batı’da ise feodalizmin dönüşümüyle birlikte kölelik sistematik bir üretim aracı hâline getirilmişti.

Köle ticaretini, kölelerin toplumsal yapı içerisinde hukuksal konumlarını belirleyen özel yasalar çıkarılmıştır. İnsan hakları düşüncesinin beşiği Fransa’da Louis XIV döneminde, 1685’te çıkarılan ‘Code Noir’ (Siyahî Yasası) adı verilen kanuna göre kaçmaya çalışan kölenin birinci denemesinde önce kulağı kesilir, ikinci denemesinde yürümesini engelleyecek şekilde dizbağı, üçüncü ve son denemesinde ise idam edilirdi. Köle ticaretinin yaklaşık olarak 14 milyon Afrikalıyı (aileleriyle birlikte 42 milyon) etkilediği bilinmektedir. Satın alındıktan sonra kızgın demirle işaretlenen kölelerin %12’si Atlantik ötesi nakil sırasında kaybediliyordu. Kırk kişilik mürettebata karşılık bir gemiye 450 ila 500 köle yükleniyordu. Afrika’nın iç taraflarından kıyıya (Senegal, Angola) gidene kadar yüklenmeden önce kölelerin %40’ı ölüyordu. Bunlardan başka %10’u kadarı ise limanlarda yüklemeyi beklerken ölüyordu. Atlantik ötesi köle nakli zamanla gelişti. XVII. yüzyılın ortalarına kadar Amerika’ya yılda 10000 köle nakli yapılıyordu. Bu etten kemikten ‘insanlar’ daha çok Kongo, Angola, Guine, Senegal, Gambiya ve Benin’den sevk ediliyordu.

XVIII. yüzyılın başlarında şekerkamışı tarlalarının artışı köle emeğine yönelik ihtiyacın artmasına yol açtı. Anvers, Bordeaux ve Londra limanlarından ambarları mallarla tıka basa dolu hareket eden gemiler, dönüşlerinde Afrika’dan köle yüklüyor ve Amerika’ya götürdükleri köleleri indirdikten sonra buradaki kolonilerden tropikal ürünler alarak çıkış yaptıkları yerlere geri dönüyorlardı. Şimdi dünya halklarına insanlık dersi veren Avrupa’yı ve Amerika’yı ‘ileri uygar ülkeler’ konumuna getiren lanetli birikimin büyük bir kısmını sağlayacak aşağılayıcı insan çarkı bu şekilde işliyordu.

Adanın Atlantik Okyanusu’nun uçsuz bucaksız sularına bakan kara kayalıklı kıyısında köpüren dalgaları derin bir sessizlikte izliyorum. Asırların günahını yüklenmiş gibiyim. Kıyıdaki beton düzlükte, kıtanın renklerinden oluşan rengârenk kolyeler satan kadınlar bir anda etrafımı sarıyor. Adayı gezmeden önce bir balık ziyafeti yapıyoruz.

İki katlı yapıların bahçelerinden yükselen ve büyük kavunsu meyvelerin üstümüze sarkıtan ağaçlar, duvarlardan yola taşan begonviller ve bu tarihe sıkışmış kalmış adada çok kalabalık olmasa da yine de ellerindeki aygıtlarla görüntülerini almaya çalışan turistlerin verdiği rahatsızlığa rağmen mütevazı yaşamlarını sürdüren Senegal halkı…

Elimin üzeri hafif yanmış bir şekilde, ağırlaşan beynimin derinliklerinde uzunca kalmasını istiyorum. Arkada okyanus, az önceki ziyaretin utancını üzerinden atamamış dalgın bakışlı beyaz insan olarak, adadan ayrılıyorum…

—————

Engelsiz Sanat Derneği’nin engellileri toplum yaşamına katmak ve toplumun engelli algısını değiştirmek için başlattığı “Yorgan Altında Kimse Kalmasın” hareketinin ön yargıları kıran,  sıra dışı ve fark yaratan rol modellerinden Elif Gamze Bozo ile yollarımız 2012 yılında keşişti. Sevgili Elif’in ailesi ile birlikte çıktığı seyahatlerinden derlediğimiz; “Anadolu’yu Tanıyor muyuz” isimli fotoğraf sergisini 4 yıl boyunca binlerce kişiye ulaştırdık.  Anadolu’dan objektifine yansıyan en özel kareleri yansıttığı ‘Anadolu’yu Tanıyor muyuz’ adlı sergisinin ardından Elif’in yeni bir hayali vardı; Senegal’i fotoğraflamak üzere Ankara’dan 7751 kilometre uzaklıktaki Afrika’ya gitmek. Elif’in hayalini yazdık, çizdik, projelendirdik… İsmi de ‘Kendime Engel Olamıyorum’ olsun dedik.  Uzun uğraşlar sonucunda Elif yine tüm engelleri aşarak hayaline koştu, kimse ona engel olamadı, kendi de dâhil. Senegal’de tekerlekli sandalyesiyle insanları fotoğraflayan Elif’in gücü hayallerinde, cesaretinde ve coşkusunda gizli… Kaçımız onca yol yapıp, Afrika’da fotoğraf turuna çıkabiliriz ki? İşte bu yüzden, Elif’in engelli değil, üretken bir birey olarak yaşamını sürdürmesi sadece engelli bireylere ve ailelerine değil herkese ilham kaynağı olmalı. Engelsiz Sanat Derneği olarak da Elif’in sanat çalışmalarına destek olabilmek, onun yanında olmak bizim için gurur verici bir durum.

Gülçin KAYA İNCEİPLİK/ Yönetim Kurulu Başkanı