Doğu’da Kış
Doğa beyaza büründüğünde sonsuz bir sessizlikle kuşatılır evren. Dağların, ovaların, vadilerin içinde köyler beyaza gizlenir. Doğu Anadolu’nun büyülü coğrafyasında halk takvimleri işlerken, masallar, destanlar anlatılır uzun kış geceleri…
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
Doğu Anadolu’da süren karakışın, zemherinin peşineydik. İzini sürmek, tanığı olmak istediğimiz yaşam kış olunca, en doğru yolculuğun trenle yapılabileceğini düşünmüştük. Bir yerden sonra sayısını unuttuğum ve saymaktan vazgeçtiğim istasyonları arkamızda bırakmış, ikiye katlanmış haritamızda, yol arkadaşımla birlikte gelecek istasyonları aramaya koyulmuştuk. Yolculuğumuz geceye denk gelmişti, buğulanmış camlardan dışarıyı seçmek mümkün olmayınca ben de dikkatimi Doğu Ekspresi’nin vagonlarına yöneltmiştim. Yolun sonunda kendilerini karakışın ortasında bulacağını bilen yolcular, ne var ne yok yüklenmişti. Koltukların üstündeki bölmelerde lüks valizler; askılıklarda pahalı kıyafetler yoktu. Vagonda sert tavırlı kasketli adamlar, esmer benizli gençler, boyasız kadınlar ve meraklı bakışlarıyla çocuklar oturuyordu. Doğulu olmak sadelik demekti. “Sayılı günler” dedikleri zemherinin ortasında günlerin hesabını yapmak, karakışa boyun eğmekti. Saatler ilerledikçe gün geceye karışıyor, karanlığa doğru yol alıyorduk.
Trendeki ikinci gecenin ortasında Kars İstasyonu’na varıyoruz. Bekleme salonuna kadar olan kısa mesafe soğuğu hissetmemize yetiyor. Uyuşukluluğumuz, titremeye başladığımızda kayboluyor. Trenden inen yolcular acele hareketlerle çuvallarını, eşyalarını salona taşıyor. Dışarıya göre daha sıcak olan istasyonda sabahı bekliyoruz. Bizim gibi sabahı bekleyecek yolcular, salonun dört bir köşesine dağılıp buldukları sandalyelere kıvrılıyor. Uyur uyanık geçen birkaç saatten sonra sabah oluyor. Havanın oldukça açık olmasına ve güneşin yeryüzünü alabildiğine aydınlatmasına rağmen, çarşıda gördüğüm dijital tabela eksi beş dereceyi gösteriyor.
Yolların neredeyse tamamı buzlanmış. Kara taşlarla yapılmış evlerin çatılarından ve dükkânların tentelerinden buz kütleleri sarkıyor. Çarşıda hemen her dükkânın önünde, birbirine bağlı, kesilip tuzlanmış kaz kümeleri görüyorum. Yavaş ve dikkatli adımlar atıyorum. Sokakları ve çarşıyı dolduran insanlar bu duruma alışmış olsa gerek daha hızlı yürüyor. Çevre köylere ve ilçelere giden minibüslerin bulunduğu küçük garajı arıyoruz. Sonrasında Kafkasların başladığı bölgeye doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız ve bembeyaz bir yeryüzünde, sanki karakalemle çizilmiş bir yolun üzerinde ilerliyoruz. Bir süre sonra yolun solunda, alçakta kalan düzlük dikkatimi çekiyor. Kendi kendime söylendiğimi ve o yöne baktığımı fark eden minibüs şoförü Ünsal Ateş “orası Çıldır Gölü’dür, yer midir göl müdür anlayamazsın” deyip “üstünde yürüsen bile fark edemezsin göl olduğunu” diye ekliyor.