Bir Zamanlar Suriye

Hiç öyle değil. İster kendi doğduğun memleket olsun, ister gidip geldiğin topraklar, isterse hayalini kurdukların, hiç fark etmez. Bir yerdeki insanların kendi evlerinde yaşayabilme imkânı ellerinden alındıysa eğer hele savaş varsa komşunda, mahallende sokağında, geriye ne kalır? Bir alay kötülük, onulmaz acılar ve kırık dökük hatıralar. Belki. Onlar da hatırlayınca içine buruk bir sevinçle akan yürek sıcağı hatıralardan değil. Bir ince hüzün hiç değil. Taş gibi, hem de kızgın bir taş gibi içine oturuveren bir hatırlamadır bu.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz, Umut Kaçar 

Öfkeyle kabaran bir çığlık gibi karnından yükselen lavları hissedersin. Bırakmazsın ki aksın. Aksa rahatlayacaksın. Bilir, istemezsin. İçini acıta acıta hatıraları saklamak istersin. Sur dersin, yüreğin titrer, Suriye dersin için yanar. Hiç fark etmez. Bir mahalle, bir şehir, bir ülke. Belki de bu gezegenin en vahşi türünün topyekûn kendini imhasıdır içindeki yanardağı söndürecek olan.

Dönüp bir daha hatıralara dalarsın. Hele hatıralar defalarca gidip geldiğin, dostlar edindiğin, inceden kaleme alıp kitap yaptığın bir yerse. Artık yaşadıkların değil, yazdıkların bile birer hatıra olmuştur. Dönüp okurken, her satır yaşanmış sahneler halinde geçer gözünün önünden. Arada kopmalar vardır, her kopuş bir yenisine bağlanırken senden de bir parça koparıp götürür. Yazdıklarını okudukça eksilirsin…

Aşağıdaki satırlar yıllar önce yazılmış Naure Çarkı kitabımdan çıkma. Uzun bir aradan sonra tekrar okumak üzere elime aldım. Suriye’ye ilk gidişim 2003 yılındaymış. Gezmek için değil, Irak’a ABD ve müttefikleri saldırmasın diye dünyanın orasından burasından yola çıkanların kurduğu kervana katılarak gidiyordum. Unutmuşum öyle olduğunu. Bölgemizi altüst eden müdahale Irak cehenneminin kapısını açmıştı. Ondan sonra çok gidip geldim Suriye’ye, ta ki ateş oraya da sıçrayana kadar.

O gidişlerden sonra yazdığım kitaptan bölümleri cımbızlayıp alt alta dizdim. Öylece bıraktım. Ne bir bağlantı ne ekleme. Öylesine. Zihnime üşüşen hatırlar gibi. Sırasız kırık dökük…

Son yıllarda Türkiye’den, Irak’tan, Ürdün’den ve Lübnan’dan defalarca girip çıktım bu ülkeye. Türkiye’den girişlerde birkaç kapı kullandım. Antakya’dan doğuya yönelip Cilvegözü’nden Bab-el Hava’ya geçtim ya da güneye dümen tutup Yayladağı’ndan Kassab’a. Urfa’dan çıkıp Harran Ovası’nı boydan boya kat ederek Akçakale’den Tel Abyad’a girdim. Ürdün’ün Er Ramtha kapısından Suriye’nin Der’a kasabasına geçtim. Lübnan’dan gelirken de Abudiye kapısından Tel Kelek’e gittim. Irak’a giderken ve dönüş yolunda Al Kaim’den Abu Kamal’a geçtim. Her geçişin, her kapının kendine göre bir hikâyesi vardır ama ben size ilkini anlatayım isterseniz, bir de yeri gelirse sonuncusundan bahsederim.

Cilvegözü’ne ilk geldiğimde maksadım da hislerim de mesela bu son gelişimden hayli farklıydı. 2003 yılının Şubat başıydı, hava soğuktu, İstanbul’dan başlayan yolculuk üç gün sürmüş, nihayet Cilvegözü sınır kapısına varmıştık. Buraya kadar hayli telefat vermiştik doğrusu. Arızalı bir otobüs ile üç beş yolcu bırakmıştık geride.

Suriye’den geçerek Irak’a gidecektik. Amerika Birleşik Devletleri ile müttefikleri komşumuzu tehdit ediyor, medenileştirmek, demokratikleştirmek, terör odaklarını ortadan kaldırmak, kitle imha silahlarını kullanmasını engellemek için, insanları kitleler halinde öldürebilen bombalarla saldıracağını haykırıyordu. Biz, dünyanın farklı yerlerinden gelen bir grup insan İstanbul’da buluşmuş, Irak halkına kimse saldırmasın, diktatörleriyle görülecek bir hesap varsa onu da kendileri görsün, yeter ki petrol ile beslenen medeniyet, Bush gibi, Saddam gibi yeni canavarlar yaratmasın diye Bağdat’a doğru yola çıkmıştık. Antakya’dan sonra ilk durak Halep’ti.

Çok geçmeden Halep’in kenar mahalleleri başladı. Ama öyle gecekondu gibi değil, kireçtaşından yapılmış iki üç katlı, sundurmalı balkonlu güzel yapılar bunlar. Şehrin yeni kesimindeki gösterişli villaların yanından geçerek eski Halep’e doğru gidiyoruz. Jdeide semtini gösteren ok istikametine döner dönmez, Venezia Oteli’nin önünde bulduk kendimizi. Hemen arka sokaktaki Faisal Otel, Venezia’yı aratmıyor. İkisi de aynı kıvamda. Arabayı kapıya çekip boşalttık. Herkes odalara yerleşti. İlk izlenim Asya yollarına çıkmayanlar için biraz tedirginlik verici. Alışılır. Bundan iyisi can sağlığı ya da Şam’da mişmiş, yani kayısı.

Akşam yemeği için Ebu Neves’e gittim. Bağdat yolundayken de burada ağırlanmıştık. Ebu Neves, ilk bakışta yaldızlar, nakışlarla bezenmiş pahalı bir lokanta izlenimi veriyordu. Kalın bacaklı ahşap masalar beyaz örtülüydü, büyük porselen servis tabaklarının ortasına peribacası peçeteler dikilmişti. Çatal bıçak silsilesi nizam intizam içinde yerleştirilmişti. Ebu Neves Halep soylularının mekânıymış hissi uyandırdığı halde en hasından esnaf lokantası olan ilk göz ağrım, ilk selamımdı bu şehre.

O ilk akşamın etkisiyle olsa gerek ne zaman Halep’e yolum düşse Ebu Neves’e uğramadan geçmedim. Garsonlarla tanış olduk, yemek seçmek için mutfağa girip tencere kapaklarını kaldırmaya başladık. Hatta enginar mevsimiyse eğer, sabah sipariş verince akşam yemeğine zeytinyağlı pişirdiler. En körpe asma yapraklarından etsiz “yalanci” sardılar. Öyle şatafatlı, gösterişi bol, lezzeti kıt yemekler yerine, hakkıyla kurulan sofralarda Arap mutfağının sebze ve zeytinyağlılarıyla karın doyurmak için adresim burası oldu. Lüks lokantalarını, pahalı mekânlarını da bilirim bu memleketin ama Ebu Neves bize yakışandır vesselam.


Güneşli bir gün olduğu halde gölgeler üşütüyordu. Saat kulesine doğru yürüdüm. Bab el Ferec caddesindeki kuleye gelmeden önce sıra sıra dizilmiş meyve suyu dükkânlarında zorunlu bir duraklama gerçekleştirerek mangolu, ballı, koyu bir karışımı gövdeye indirince kendime geldim. Çöpçüler işbaşı yapmıştı. Turuncu tulumlar giymişlerdi. Benzetmek gibi olmasın ama bu halleriyle Guatanamo üssündeki savaş esirlerini andırıyorlardı. Az önce El Cezire bir infaz daha yayınlamıştı. Direniş adı altında insanları kaçırarak fidye isteyen bir dolu örgüt türemişti Irak’ta. Onlardan biri, ABD’li rehinenin kafasını uçurmuştu. Videodan yayınlanan infaz dehşet vericiydi. O adamın üstünde de aynı renk tulum vardı. Guatanamo’dakilere giydirdiklerinden.

Saat kulesine doğru yürüdüm. Uzaktan şöyle gözlerimi kısarak bakınca, Halep’in Saat Kulesi İstanbul’un Kız Kulesi’ni andırıyordu. Faaldi, dört taraftaki saatler de aynı dakikayı gösteriyordu. Sarı kumtaşından yapılmıştı. Bir hikâyesi vardı, sevimsizdi ama varsa anlatılmalıydı:

Bir vakitler, bu saat kulesinin balkon gibi duran çıkıntısında idam mahkûmları infaz edilirmiş. Sabahın erken saatinde, çarşının ortasında adam sallandırmak için hazırlıklar sürerken meraklılar toplanırmış. Mahkûm, boynuna bağlanmış urganla balkondan aşağı atıldıktan sonra debelenerek can verir, çoluk çocuk da seyredermiş. Kuledeki saatin çalışması bir yana, çevresindeki kaldırım da temiz ve bakımlıydı.

Bu saatlerde Şehir Parkı yükünü tutar. Özelikle sıcak günlerde yüksek ağaçların altındaki geniş çimenliklerde serinleyen Halepliler akşamüstü dondurma yemeye çıkarlar. Parkın içinde ve çevresindeki kafeler ve dondurmacılar dolup taşar. Aziziye bölgesi yeni moda şehir hayatlarına hitap eder. Meşhur markalı giysiler satan dükkânlar, geç saatlere kadar açıktır.


Onarımı biten sokaklarla birlikte daha çok Hıristiyanların yaşadığı Jdeide Mahallesi iyice güzelleşti. Özellikle gün ortasında fazla güneşte kalmadan gezilecek en uygun yer burası. Elden geçirilip aslına uygun yenilenmiş evlere gire çıka, orada kahve, burada bira içerek usul usul Jdeide gezmek en güzeli. Ancak öğle saatlerinde uyku çekmek yerine ortalıkta dolanmak pek tavsiye edilmez. Bu şehrin aklı başında insanları dükkânlarını, ofislerini, tezgâhlarını kapatarak şekerleme yaparlar.

İnançlar arası barış, farklılıkların bir arada yaşaması, bunların hepsi iyi hoş. Öte yanda gerçeğin açık edilmeyen başka yüzleri de var. Korku mesela. Hıristiyan mahallesindeki tecrit kapıları, süvarikıranlar ve evlerin bodrumundaki ucu bucağı belirsiz dehlizler, sivil kent mimarisinin korunma amacıyla geliştirdiği yapı unsurları arasında. Onarılarak kullanıma açılmış geleneksel evlerin gerçekten incelmiş bir yaşam kültürünün eseri olduğunu söylemeliyim. Bu övücü sözlerden, binaların onarımdan geçmiş halleri de biraz nasiplensin ama benim sözüm asıllarına.

Yasmin Evi, Sissi Evi, Khan Zaman ve Beit Vekil, restoran olarak kullanılıyor. Geç saatlerde başlayan fasılla birlikte Halep gecelerinin renkli mekânları arasında yerlerini alıyorlar.

Kalktım, tam çıkmak üzereyken, pos bıyıklı olanla göz göze geldik, selamlaştık, hal hatır sordum, onlar da teşne olunca anlaşıldı ki aynı mahallenin çocuklarıyız. Buyur ettiler oturdum. Pos bıyıklı uzun saçlı olanın adı Hazım Akil, ressam. Öteki Waddah, müzisyen, fotoğrafçı. Masa donandı, kadehler doldu. Gece kendi mecrasında ilerleyip çok geçmeden şarkılara türkülere döküldü. Bizim havaları pek seviyorlar. Zaten makamlar aynı, melodiler hiç yabancı değil. Birlikte mırıldanıyoruz. Gece yarısını çoktan geçtik. Meyhanede hafif kıpırdanmalar başladı. Pek böyle meclislere alışık değil “El Şebbeb”, yani “Delikanlılar” meyhanesi. Kıpırdanmalar arttı, garsonların trafiği sıklaştı.

Çatıya vuran yağmur damlaları kurşun deliklerine rastladıkça Şam’ın Hamidiye Çarşısı’nın taş döşemesine kadar iniyordu. Akşamdı. Sonsuz bir koridor gibi uzayan çarşıdan ansızın el ayak çekilmiş, bezgin seyyar satıcılar, sıska sokak köpekleri ve aceleyle yoluna giden birkaç kişi dışında gündüz halinden eser kalmamıştı. Aralarında geniş sayılabilecek bir yol bırakarak karşılıklı dizilmiş dükkânlar Şam’ın Hamidiye Çarşısı’nı oluşturuyordu. Binlerce yıldır şehrin orta yerinde belli belirsiz bir kavis çizerek uzanan çarşı her gün öğlene varmadan yükünü tutar, akşama kadar kalabalık olurdu.

Akşamın bu ilerleyen saatlerinde kepenkler kapanırken dükkân önlerine tezgâhlar serilmeye başlamıştı. Vitrin ışıkları azaldıkça karanlığa gömülen çarşıda pilli lambaların ışığında önlerini görmeye çalışan işportacılar, hummalı bir faaliyete girişmişlerdi. Malları albenili görünsün diye özen gösteriyorlardı. Şık ve pahalı dükkânlar ile dar bütçeli tezgâhlar arasında yapılan bu devir teslim sırasında çarşının havası tümüyle değişmişti. Perde kapanmış, oyunun gerilim dozu yüksek sahnesinden önce kurulacak dekor için seyirciler fuayeye çıkarılmıştı. Hazırlıklar sürüyordu. Şıngırtılı, eğlenceli, oynak halinden eser kalmamış, tam tersine kasvetli, esrarengiz, hatta ürkütücü bir görünüm almıştı Hamidiye Çarşısı.

Alacakaranlıkta ve tenhada olup bitiyordu her şey. Ne vitrinlerin önünde gün boyu bir aşağı bir yukarı dolaşırken, pullu kumaşlara göz ucuyla bile bakmadan geçen genç erkek kalabalığı vardı, ne de dükkânları dolduran, birinden çıkıp diğerine giren telaşlı kadınlar kalmıştı. Kıt maaşlı memurların ikinci iş diye açtıkları işporta tezgâhlarında gecenin hararetli pazarlıkları başlamadan, uğultulu bir kalabalıkla buluşmadan önce çarşı nefes alıyordu.

Dondurmacı Bektaş her zamanki gibi kalabalıktı. Hamidiye Çarşısı’ndaki aydınlık camekânında, sakızlı dövme dondurmaları karan, kesip külahlara dolduran, fıstık ve cevize buladıktan sonra servis yapan personel eldivenleri ve tiril tiril giysileriyle en az dondurmalar kadar iştah açıcı görünüyorlardı. Şamlılar, sakızlı dondurma yemenin keyfi bir yana, Bektaş’ta yemenin tadına varıyorlardı.

Eski kentte genellikle Ermeniler’in Hıristiyan Araplar ve Museviler’in yaşadığı Bab Şarki ve Bab Tuma mahallelerinden şık giysili hanımefendiler gelmiş, gençlerin doldurduğu ön salon yerine birkaç basamakla çıkılan iç avludaki gölgeli masaları tercih etmişlerdi. Kadınların başlarına örttükleri zarif dantelli tüllerle ayırt edilen kalabalık Müslüman aileler de aynı avluda, Bektaş’ın dondurmasını kaşıklıyordu. Gençlerin salondaki patırtısı, büyük kazanlarda dondurma karılırken çıkan sesler, cam kâselerin çınlaması, basamaklardan öteye geçmiyor, tepeden aldığı günışığıyla yumuşacık aydınlanan avlu sakin insanları ağırlıyordu.


Hamidiye Çarşısı’nın sonuna gelince, Harikalar Meydanı’nın girişinde, Roma döneminden kalma muhteşem bir anıtsal kapıya vardım. 3.yy’a tarihlenen bu mermer kemer, Jüpiter Tapınağı’nın kayıp girişinin küçük bir parçasıydı.

Geniş meydanı sınırlayan yüksek duvarın arkası efsanevî Emevi Camisi. Buradaki cami kapısı sadece Müslümanlara açık. Diğer dinlerin mensupları kuzey kapısından giriyorlar.

Caminin bulunduğu yer binlerce yıldır kutsal alan. MÖ. 10.yy’da Aramiler yağmur, fırtına ve bereket tanrısı Hadad ve dostu Atargatis adına buraya bir tapınak kurmuşlar. Romalılar, daha sonra Jüpiter ve Venüs diye adlandırdıkları bu ilahların tapınağını büyüterek ibadet etmeyi sürdürmüşler. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra 4.yy’da Aziz Yohannes-Hazreti Yahya adına kiliseye dönüştürülmüş. Şimdi de Şam Emevi Camisi.

Çarşının arkasındaki dar sokaklardan döne dolaşa giderken her köşe başında “Mescit Seyyide Zeynep weyn?” şeklinde edebi bir Arapça’yla adres sorarsanız, Seyyide Zeynep’in Camisi ve türbesinin bulunduğu uzak semte yürüyerek gidemeyeceğinizi bildikleri için size dolmuş durağını tarif ederler. Böylece maksada ulaşır, hele şoför mahallinde bir yer bulursanız, Şam şehrinin ara sokaklarını, ana caddelerini seyrederek bir başka Şam’a ulaşırsınız.

Uzakta altın bir kubbe parlamaktadır. Sokaklar İran’ı andırır. Kadınların giysileri, vitrinler, kasetçilerden yükselen avaz, ağaçlar arasına gerilmiş iplere asılı posterler, Kerbela olayını temsil eden tablolar, Hazreti Hüseyin ve atı Zul-Cenah’ın resimleri, Hazreti Ali’nin iri gözleriyle bakan posterleri, hatta sokak satıcıları, sanki Meşhed’den toplanıp gelmişlerdir. Sadece Hazreti Muhammed’in resimleri yoktur bu tezgâhlarda.

Kasyon Tepesi’nin eteklerindeki El Muhacirin semti üst gelir grubunun yerleştiği bölgelerden biri. Hangi ev olduğu tam bilinmese bile Başkan Beşar Esed’in konutu şık görünümlü, bakımlı sokakların birinde. O sokağa giden caddenin başını sonunu tutmuş, siyah takımlar içindeki kara gözlüklü iri yarı abiler kuş uçurtmuyorlar. Sokağa yaklaşırken kontrol noktaları başlıyor. Şöyle bir gezinerek gidip etrafa bakınayım, ne var ne yok göreyim diye durumun ciddiyetinden habersiz yaklaşımlar pek hoş karşılanmıyor. En iyisi yine halkın takıldığı Kasyon Tepesi.

Kutsal kitaplarda adı geçen, Şam’ın kuzey batısında bir abide gibi yükselen Kasyon Tepesi, irili ufaklı antenler, radar kulakları, askeri üs donanımlarıyla dolu. Şamlıların sevdiği bir seyir alanı burası. Şehre yeni gelenler için de gezecekleri yerlerin nirengi noktalarını belirlemek, kerteriz almak, mesafeleri ve oranları anlamak için ideal.

Kasyon Tepesi’nden Şam’ın gece manzarası çok güzel. Ansızın patlamış bir havai fişeğin hafızalarda donup kalmış resmi gibi görünüyor. Bir hayal gibi. Yol boyunca sıralanmış çay bahçeleri, manzara seyrederek kabak çekirdeği, karpuz ve ayçekirdeği çitleyen kalabalık ailelerin oturdukları yerler.

İlk gidişimde Rakka, Bağdat yolu üstünde bir duraktı benim için. İkinci gidişte Rakka daha başkaydı. Bu kez bir festivale davetliydim. Şehirdeki günlerim kültür merkezi salonları, sergi mekânları ve müzede geçecekti. Bir ara fırsat bulup sokağa çıktığımda ilk gelişte ağırlandığımız evi bulabilir miyim, ev sahiplerini görebilir miyim diye dolaşmış ama ne mümkün, eli boş dönmüştüm. Çok niyet etsem bulabilirdim kuşkusuz, sorar soruştururdum, ilk danıştığım bilmezse ikincisi mutlaka hatırlardı o günleri, aradan sadece birkaç yıl geçmişti. Düşünmedim değil ama teşebbüs etmedim. O yaşanmışlık orada kalmalıydı, şimdi bir başka Rakka vardı, onu yaşamak daha iyi olacaktı.

Fevziye Hanım yaldız çerçeveli gözlüklerini çıkarmış yanımdaki sandalyede oturuyordu. İlk tur atıştırmalardan sonra tanışmıştık. Şairdi. Rakka Valiliği’nde İngilizce çevirmen olarak çalışıyordu. Sekiz kitabı yayınlanmıştı. Geçen ay El Aidiyet adlı bir derneğin kuruluşuna öncülük etmişti. “El aidiyet” yani “aidiyetler, tarihten gelen alışkanlıklar” gibi bir anlam taşıyordu. Bu dernek kadınların kültür-sanat faaliyetleri içindeki konumunu güçlendirmeye çalışacaktı. Fevziye Hanım heyecanla anlatıyordu. Rakka’daki ilk kadın örgütü olması açısından önemliydi, planladıkları yayınlardan söz ediyor, Türkiye’deki kadın kuruluşlarıyla ilişki kuracaklarını anlatıyordu.

Suriye’nin her şehri, “şairler şehri” namını sahipleniyor. Ama bu tanımı sadece adıyla bile hak eden tek şehir Rakka’dır. “Rakka”, yani “Nehir Kıyısındaki Kumlar.” İskender şehri kurmasına kurmuş sevaba da girmiş belki ama iyi ki kendi adını vermemiş. Ne o öyle bölgede elini sallasan İskenderiye, İskenderun vs. “Nehir kıyısındaki kumlar” gibi kaç şehir ismi daha var yeryüzünde? Sorarım size.

Lokantadan çıkınca hediyelik eşya dükkânlarının önünden geçtim. St. Tekla Manastırı’nın güzel kartpostalları, ikonalardan röprodüksiyonlar, defne sabunları ve meşhur St.Tekla şarabı satılıyordu.

Manastırın yumuşak bir çıkışla ulaşılan avlu kapısında merdivenler başladı. İçeri kalabalıktı. Öğrenciler, gruplar halinde ziyarete gelmişlerdi. Bakımlı ve sağlıklı görünüyorlardı. Çevredeki okullardan çok Şam’daki üst sınıfa ait okullardan olabilirlerdi.

Tam ergenlik çağındalar ve kızlı erkekli grup, nereye geldiklerinden çok birbirleriyle ilgileniyorlar. Avludaki gruplaşmalardan, gruplar arasındaki trafikten, sessiz konuşmalar ve hınzır bakışlardan anlaşılan o ki, pek de manastır ziyareti havasında değiller. Hocalar yukarda ziyaretteyken, onlar edeplerini bozmamak, kutsal mekânın sükûnetine halel getirmemek için fazlasıyla çaba harcadıkları halde kıkırdamadan edemiyorlar. Kapıdan çıkar çıkmaz zincirlerinden boşanacaklar belli ki.

Günümüzden üç bin yıl önce küçük bir balıkçı köyü iken adını bilmediğimiz ama bugün Latakia ya da bizim söyleyişimizle Lazkiye dediğimiz bu şehir, doğu Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri. Konumu nedeniyle sık sık işgallere uğramış. İşgalciler kendilerini sağlama aldıktan sonra Lazkiye’yi eğlence ve dinlenme yeri olarak kullanmışlar. Şehrin bu renkli geçmişinden geriye pek bir şey kalmamış ama Akdeniz rüzgârları hâlâ esiyor, geçmişin kokularını getiremese bile yaz aylarında uçsuz bucaksız sahillerde güneşlenenleri serinletiyor. Cote d’Azur de Cham dendiği vakit, Arap âleminde akan sular duruyor. “Mavi sahil” sadece Arap tatilcileri değil, Avrupa’dan da çok sayıda turisti çekiyor. Hani bir de tesisleri olsa Yunan Adaları’na ve Antalya sahillerine rakip olacaklar…