Evliya Çelebi’nin İzinde; Divriği
Fırat, daha Fırat olmadan önce dağların arasından kendi yolunu açarak yeryüzünde dolaşırken bir küçük düzlük bulmuş, ama bu düzlüğü Divriği şehrine bırakarak dar yatağında Çaltı Çayı adıyla akmaya devam etmiş. Çayın iki yanında yükselen dağlardan birine Mengüçlü Kalesi, diğerine Kestigan Kalesi kurulmuş. Tam aralarındaki yüksek bir tepenin üstüne ise kim bilir kaç asırdır kaç türlü inanca ev sahipliği yapmış mütevazı bir yapı yerleşmiş…
Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin
Divriği’nin ne zaman kurulduğuna dair rivayet muhtelif, Anadolu’nun diğer kadim şehirleri gibi burası da kalubeladan beri varmış dersem yalan olmaz, kimse de çıkıp “yok öyle değil” demez. Bu kadar kuytuya çekildiği halde gelen geçeni eksik olmayan, toprağının üstü otlarla bitkilerle, toprağının altı başta demir olmak üzere türlü zenginliklerle dolu bir yer burası. Bölgeye girer girmez insanı çepeçevre kuşatan dağların heybetinden midir, yoksa benim Divriği’de bulunduğum günlerde havanın bir güneş bir bulut, ardından yağmur fırtına bastırmasından mıdır nedir, şehrin sokaklarında melankolinin ince tülleri de sanki benimle birlikte gezindi.
Bu şehre yıllar önceki ilk gelişimde başlamıştı hikaye. Bitlis’ten akşam inerken yola çıkmıştık. Elazığ üstüne vardığımızda gece olmuştu. Kıyısından geçtiğimiz Keban Barajı’nın suları kadar karanlık bir geceydi. Elazığ’a kadar olağan yol halleriyle gelmiştik ama ondan sonra saptığımız Arapkir yolu, bastıran yağmurla birlikte zifiri karanlığı yaran şimşek parlaklığında bile zor seçilen bir tuhaf yol olmuştu. Çok geçmeden dağlar başlamış, kıvrıla büküle ilerlediğimiz Baraj Gölü’nün güney kıyısını bir uçtan diğerine soluk almadan geçmiştik. Gözeli’den hemen sonra kuzeye sapan yol biraz daha genişleyip rahatlamıştı ama bu kez de yürek hoplatan virajlarla gecenin içine girdikçe girmeye başlamıştık. Hiç açılmayacak bir karanlığın içinde ve menzili meçhul bir yoldaydık.
Bazı yollar böyledir. Hiç bitmeyecekmiş gibi, hiç bir yere varmayacakmış gibi gidersiniz. Bir süre sonra varmak istediğiniz bir yer de kalmaz zaten, öylece yol almaya başlarsınız. Yolculuk erbapları buna “yol tutması” derler. Dağların doruklarında ya da denizlerin derinliklerinde yaşanan sarhoşluk gibi bir şeydir bu, içine çeker; insanın zihninde olmadık yansımalar çaktırarak yankılı nağmeler, ebruli girdaplar yaratır. Divriği’ne yıllar önceki o gidişte kuş uçmaz kervan geçmez bu tenha yolda gece yarısından sonra otele girerken ertesi gün başıma gelecekleri bilmiyordum. Yolda yaşadığım girdaplar içindeki sermestlik hallerini Divriği’nin Ulu Camisi’nde, camiin cennet kapısına gözlerimi iliştirip orada bıraktığım sırada bir kez daha yaşayacaktım.
Yüksek zirvelerde ya da deryanın derinliklerinde zihnin insana ettiği oyunları merak edenler eğer yol erbabı değillerse üzülmesinler, çünkü aynı halleri yaşamak için ne dağcı ne de yolcu olmak şarttır. Maddenin ruhuna nüfuz etmiş zanaatkârların şaheserlerine tam bir yoğunlaşmayla gözlerini dikip hiç kıpırdanmadan yeteri kadar bakabilirlerse eğer aynısını yaşarlar; neler görür, neler hissederler onu kendileri bilir. Ben de o gece yolda ve o gecenin bağlandığı gün Divriği’de olağanüstü anların birbirini izlediği dolambaçlı geçitlerden geçip bin çiçekli bahçelere girmiştim. Bu gibi haller bir sefer olur bir daha olmaz derler ama öyle değil. Divriği her gidişte benzer çekimler yarattı benim üstümde. Hayli kederli ama bir o kadar vakurdu, gayet munis ama Çatlı Kanyonu gibi sertti; derin hikâyeleriyle bir engin derya gibi göründü gözüme ya da yalçın bir zirve… Hangisiyse artık.
Kale Yerine Divriği Evleri
Şehre son gidişimde Evliya Çelebi’nin 1650 yılında Sivas üzerinden geldiği yolu izlemedim. Sivas ile Divriği arasını kuş uçuşu bağlayan, sarp dağlar arasından geçerek Yağbasan üstünden Divriği’ne ulaşan yol bugün kullanılmıyor. Onun yerine Sivas’ın güneyine inerek Kangal’dan geçen ve arabayla üç buçuk saat süren dolambaçlı bir yol açılmış. Yol Kangal’dan sonra kâh düzlüklerden kâh virajlı yamaçlardan geçerek su yoları boyunca Divriği’ne varıyor.
“Div Riğ hapishanesi, kedi şehri kedi kalesi, dayanıklı sed, sağlam kale, yüksek tepe, yani Divriği surunun özellikleri,” diyerek Evliya Çelebi’nin yazmaya başladığı şehri bugün Kale’den itibaren anlatmak yerine asfalttan başlayalım söze. Çünkü olanca bakımsızlığıyla duran, yaşlı ve terk edilmiş bir Divriği kedisi gibi tepenin üstünde uyuklayan kale yerine Sivas yolunun geniş ve düzgün asfaltından geçerken sağda solda gözüme çarpan Divriği Evleri’nden söze girmek daha isabetli olacak.
Anadolu’nun hemen bütün şehir ve kasabaları hızla özgün karakterini kaybederek çarşı pazarları da dâhil olmak üzere tek tip bir kent dokusuna dönüşürken, arada unutulmuş birkaç yer bu furyadan etkilenmiyor. Bu sayede kimlikli birer yaşam alanı olarak var olma şansı bulan yerlerden biri de Divriği. Ana yoldan geçerken apartman blokları arasından seçilen Divriği Evleri şehirde bir zamanlar yerleşik ve yaygın olan yaşam kültürünün izlerini günümüze taşıyor.
Bir hayli gölgede kalmış önemli bir hazineye sahip bu şehir. Hayır, Ulucami ve Darüşşifadan söz etmiyorum, onların yeri her zaman baki. Dünyaca ünlü Divriği Ulucami ve Darüşşifa’nın yanı sıra sivil mimarinin ve yaşayan kültürün bir arada bulunduğu nadir örneklerden biri burası. Ulucami ve Divriği evleri birlikte anıldığı zaman ayrı bir anlam bütünlüğü ortaya çıkıyor. Yaşamdan koparılarak müzelik eser haline getirilmiş, tek işlevle sınırlandırılmış yapılar değil bunlar. Esas kullanım amacının dışında değerlendirilerek seyirlik olmuş turistik nesneler de değiller. Divriği evlerinde yaşam devam ediyor. Evlerle birlikte mahalle dokusunun yarattığı kültür güncel dokunuşlarla birlikte varlığını koruyor.
Divriği evleri konusunda ilk yayını Necdet Sakaoğlu 1978 yılında yapmış, daha sonra çeşitli araştırmalar evlerin genel yapısını ve bezemeleri ile birlikte mimari dokusunu incelemiş. “Anadolu Türk Konut Mimarisinde Divriği Evleri” adlı kitabı yazan Seda Şenol, Divriği’nin köklü ailelerinden Şeyhoğulları’na mensup. Şenol, “Karasal iklimin hakim olduğu şehirde yapı kültürünün ana malzeme olarak kerpiç, ahşap, taş, toprak ve maden kullanımını esas aldığını” belirterek,“Geleneksel Divriği evlerinin yapımında ev sahibinin ekonomik gücü ve sosyal durumuna bağlı olarak malzeme kullanımında da farklılıklar söz konusudur,” diyor.
Divriği evleri sadece yapı malzemesi itibariyle değil, cephe hatları, hacim kullanımları ve bezemeleriyle de oldukça farklı görünümlere sahip. Bazıları gayet mütevazı dururken bazılarında farklı cephe ve mekân uygulamalarıyla birlikte oldukça cüretkâr denemeler yapıldığı hemen fark ediliyor. Divriği evlerini yapan ustaların ne yazık ki pek azı biliniyor. Tamamladıkları yapılara herhangi bir işaret koymadıkları için iş sadece hafızaya dayalı tanıklıklara kalıyor. Bu nedenle pek az evin ustası hakkında bilgiye ulaşabiliyoruz.
Kahvedeki Usta
Çarşı içindeki kahvede her gün verdiğim molalar sırasında bu ustalardan biriyle tanıştım. Daha doğrusu ben kendisini gördüm, adının Yusuf Usta olduğunu söylediler. Tanışma dediğim şey bu kadarla kaldı. Her gün aynı kahveye gittik. Saatlerimiz mi çakıştı yoksa o zaten her zaman orada mıydı bilmiyorum. Ben cam kenarındaki halı örtülü peykenin bir ucuna yerleşiyordum, o ise sırtını ocağa dayayarak oturuyordu. Oturduğu yer küçük kahveye hakim konumdaydı; tam merkezde simetrinin orta yerinde, karşısındaki aydınlık camekana yüzü dönük duruyordu. Kahvenin içindeki en dengeli konumdaydı yani. Belki bu sayede birkaç kısa göz teması oldu aramızda ancak iki laf etme imkânı bulamadık. Sebep benim beceriksizliğim ya da onun isteksizliği değildi.
Günün büyük bir kısmını kahvedeki yerinden kalkmadan geçiren ve bir çınar kadar yaşını almış olduğundan ötürü gayet yavaş hareket edebilen usta hiç duymuyordu, gözleri de pek az görüyordu. Onun yerine, onun yaptığı ve çoğu ayakta duran evler, içinde yaşayanlarla birlikte akşamları perdelerini çekip ışıklarını yakıyor, gündüzleri ise hayatın seslerini işitmeye devam ediyordu. Divriği’de kuşaklar boyu yapı ustası yetiştiren Halifere ailesinden Cemil Demirkale’yi geleneğin son ismi olarak zikreden Seda Şenol, adı anılmaya devam eden son dönem ustalarını da şöyle sıralıyor: “Seyit Demirkale, Aram Usta, Cüce Yakup Usta, Çıbıkçı Hasan Usta, Uzun İsmail Usta, Şilikli Ethem Usta ve Ömer Usta.”
Bu ustalar sadece birer uygulamacı olarak kalmamış, aynı zamanda demirci ve bezemecilerle birlikte çalışan birer halk mimarı olarak Divriği’nin yakın dönem kent dokusunu yaratıcı katkılarla ortaya çıkarmışlar. Divriği mimarisi yine yakın döneme kadar süren ilginç iş kolları yaratmış. Bunlardan biri Omcacılık.
“Omcacılık” lafı şehre geldiğimden beri sıkça kulağıma çalınıyordu. Gerek müze olarak düzenlenmiş evlerde, gerek kültürel metinlerde, gerekse zanaatlara ilişkin araştırmalarda omcacılık mesleğiyle sıkça karşılaşıyordum. Sonunda, ev yapımında kullanılan devasa kütüklerin uçlarındaki işaretlere “omca” denildiğini öğrendim. Keser izleriyle ya da belirli kesim biçimleriyle ortaya çıkan omcalar dağdan kesilen her bir kütüğün ucuna vuruluyor ve bu sayede kime ait olduğu anlaşılıyordu.
Kütükler omcalandıktan sonra Çaltı Çayı’nın akıntısına bırakılarak Divriği’ye kadar getiriliyordu. Bugünkü tren istasyonunun bulunduğu yerde kıyıya çıkarılan kütükler omcasına bakılarak sahibine teslim ediliyordu. Ev yapımında temel malzeme olarak kullanılan kerestenin dağdan kesilerek şehre taşınmasına sağlayan bu önemli iş kolunun adına da omcacılık deniyordu.
Evlerin dış cephelerinde, çoğu alınlık üstünde olan resimler de oldukça dikkat çekiciydi. En az omcacılık kadar yerel karakteri yansıtma özellikleri vardı. Yapının bir tür alametifarikası gibi ya da ev sahibinin merak ve ilgisiyle birlikte özlemlerini yansıtır gibiydiler, geleneksel dokunun parçası olmuşlardı. Bu resimlerden bazıları onarımlar sırasında kaybolmuştu ancak kalanlar bile önemli veriler barındırıyor, Divriği Evleri’nin sivil mimariye özgün katkıları arasında sayılıyordu.
Divriği’de yaşayan kültür ögeleri üstüne çalışmalarını sürdüren Seda Şenol, yöresel yapı geleneklerinin oluşturduğu toyhane ve nimseki gibi farklı mekân kullanımlarından söz ederken bunların Mengücekoğulları’na kadar uzanan köklü tarihin etkisiyle yöre insanının sanat zevkini ve sahip olduğu zengin kültürü yansıttığını anlatıyor. Şehrin bir başka köklü ailesinden Çulcuoğulları’na mensup Saliha Çulcuoğlu da Divriği kültürü üstüne çalışmalar yapıyor, yörenin kıyafetleri, takıları ve aksesuarlarını araştırıyor ve derliyor. Çulcuoğlu, “eskiden günlük yaşamda kullanılan giysilerin günümüzde özel günlerde giyilmeye devam ettiğini” belirtiyor ve şu ilginç bulgulardan söz ediyor: “Bu giysiler arasında Osmanlı döneminde saray kıyafeti olarak kullanıldığı söylenenlere de rastladım. Birçoğunun kumaşının Halep’ten gelen çok değerli parçalar olduğu anlatılıyordu.” Çulcuoğlu, yakın döneme ait bu değerli kültürel mirasın bir etnografya müzesinde değerlendirilerek korunması gerektiğini söylüyor.
Sivas Asfaltından Çarşı ve Kale
Şehrin bu günkü yayılımı içinde tam ortasından geçen Sivas asfaltı, Divriği’nin iki yakasını birbirinden ayırıyor. Bir tarafta Çaltı Çayı ile birlikte kale, Ulucami, eski çarşı ve mahallelerin bulunduğu yamaç, diğer tarafta ise yine eski mahallelerle yamaca yayılan bir kent dokusu. Sivas asfaltı bu iki yamacın arasından kalın bir kurşunkalemle çizilmiş gibi geçip gidiyor. Ben de salıncak misali bir o yamaca bir bu yamaca doğru şehrin iki yakası arasında gidip geliyorum.
Asfaltın hemen yanında kalmış, küçük kubbesiyle biraz gözlerden uzak duran Küçük Aşağı Hamam, Divriği çarşısına tam orta yerinden girmek için iyi bir kerteriz noktası. Hamama bitişik ve en az onun kadar zarif görünen tek gözlü taş köprüden geçiyorum. Yukarı doğru çıkarken yamacın üstündeki Ulucami’nin kâh bir köşesi kâh öteki görünüyor. Çarşı dediğim yer bir zamanlar belli ki çok canlıymış. Oldukça düzenli görünen, dik kesişen sokaklarıyla ferah bir alışveriş mekanı olan Divriği Çarşısı’nda boş dükkanlar ve terk edilmiş yapılar nedeniyle ağır bir hava hâkim. Çarşının yamaca paralel sokakları yamaca dik uzanmış sokaklarla kesişiyor…
Sözü ikide bir yamaca dayamamın sebebi, sadece yukarıdaki Ulucami değil, aynı zamanda tam tepede duran, Evliya Çelebi’nin methine doyamadığı Divriği Kalesi.“Büyük Fırat Nehri kenarında göklere doğru baş çekmiş yalçın kenara (sarp) kaya üzerinde eski yapı ibret verici bir büyük kaledir. Van Kalesi, Mekü Kalesi, Şebin Kalesi ve Mardin Kalesi’nden sonra bu Divriği Kalesi’dir.”
Evliya Çelebi şehri anlatmaya başlarken “Div Riğ Hapishanesi”diye attığı başlığı görünce eski kalelerin aynı zamanda hapishane olarak da kullanıldığını hatırlamış ve başlığı ona yormuştum ancak hikayenin başka olduğunu devam satırlarını okuyunca anlayacaktım. Evliya Çelebi, gittiği şehirlerin kuruluş hikâyesini anlatmaktan hoşlandığı gibi adlarının nereden geldiğine dair rivayetlere de kulak kabartıyor. “İlk yapılışına sebep, “Yanvan Tarihi’nin yazdığına göre Hazret-i Süleyman’dır,” diye anlatmaya başlıyor, “Div-Riğ adında amansız bir dev vardı. Edincik şehrinde Belkıs’a büyük bir saray yaparken bu Div-Riğ hizmet etmemekte direnince bağlayarak bu Divriğ kaya mağarasında haps ettiler. Nice mahpus kaldı. Daha sonra Hazreti Zekeriya asrında Sivas Kalesi sahibi bu Divriğ’i yaptı. Süleyman Nebi’nin haps ettiği devin ismini koyarak Divriği diye isimlendirdiler.”
Doğrusunu söylemek gerekirse şehrin yerleştiği coğrafyaya bakınca devlerle, kayalarla, mağaralarla bezenmiş hikâyelerin, buralarda yaşayanların tahayyül dünyasından hiç de uzak olmadığı kolayca anlaşılıyor. Divriği Kalesi’ne çıkıp aşağı bakınca bir yanda şehrin iki yamaca kanat açmış gibi duran mahalleleri, öbür tarafta amansız bir uçurumun derinliklerinde çağlayarak akan nehrin sesi insanı etkiliyor. Çaltı Çayı tıpkı üstünden beton bir köprüyle atlayıp geçen demiryolu gibi az ilerde gözden kayboluyor. Biri karanlık ağızlı bir tünele giriyor, diğeri sarp yamaçlardan birinin arkasına geçip akmaya devam ediyor.
Ulucami ve Kısa Kalan Diller
Kalenin içinde dolaşırken Ulucami’nin gayet mütevazı görünen çatısını kuşbakışı seyrediyorum. Bir vakitler toprak örtülü bu damda pazar kurulur, çevre köylerden gelenler ürünlerini satarmış. Bugün Ulucami, Unesco korumasında bir Dünya Kültür Mirası, ancak birkaç kez yenilenen restorasyon işleri ve çatı örtüsü konusundaki tartışmalar bitmiş değil. Yapının taşıma kapasitesine ve doğal dokusuna pek de uygun olmayan bir teknikle onarıldığı için sert eleştiriler yapılıyor.
Mengücekliler döneminden beri ayakta duran, ayakta durmakla kalmayıp müminlere harikulade bir ortamda ibadet etme imkânı veren yapının çok daha özenli ve doğasına uygun müdahalelerle gelecek kuşaklara bırakılması konusunda Divriğililerin derin hassasiyetleri bulunuyor. Evliya Çelebi şehri gezerken Ulucami’yi “Divriği Camilerinin özellikleri,” başlığında anlatırken şunları söylemiş:
“Tamamı (—) adet mihraptır. Evvela bunlar içinde eski mabed Ulucami bu varoştadır. Bu şehir içinde bundan büyük cami yoktur. Uzunluğu ve genişliği (—) ayaktır. Cami içinde toplam (—) adet yüksek sütunlar vardır. Üç kapısı ve bir ibret verici minaresi vardır. Bu camiin yapıcısı Selçuklulardan Sultan Alâeddin’dir. ‘Bu camiye yedi Rum haracı harcanmıştır’ diye duvarının yüzünde tarihi ve bütün vakıfları yazılmıştır. Mermer ustası bu camiye öyle emek sarf edip duvar yüzlerini öyle bukalemun nakşı etmiştir ki ne Ayasuluğ’da Sultan Yakup Camii, ne Bursa’da Yıldırım Han’ın Ulu Camii, ne Sinop şehrindeki minber nakşı, ne Rum ülkesinde Atina’da Ebülfeth (Fatih) camii ne de Budin serhaddinde Estergon Kalesi Camii bu Divriği Camii’nin işçiliğindeki ustalığa denk olamazlar. Kısacası övgüsünü yapmakta diller kısa kalır. Duaların kabul olduğu yer olduğundan gece ve gündüz kalabalık cemaatten hâli değildir.”
Hiç kuşku yok ki Evliya’nın ne dili, ne kalemi bu bukalemun nakışı anlatmakta kısa kalır, lakin nedendir bilinmez burada biraz hasis davranmış. Belki onun döneminde Ulucami’nin nakışlarıyla boy ölçüşecek çok sayıda eser bulunduğundan, belki Evliya Çelebi’nin seyahatleri hep bunlar arasında geçtiğinden ötürü özel bir iltifata gerek görmemiş ya da bir başka neden kalemini tutmasına sebep olmuştur, kim bilir… belki de bir nekeslik hali gelmiştir Çelebi’nin diline ki bazen böyle haller yaşandığından erbabı dem vurur.
Darüşşifa ile birlikte o iki muhteşem kapının karşısına geçince benim gibilerin tutulan dilleri, içeri girip mihrabın maun kızılını görünce çözülüyor, sonra tekrar dışarı çıkıp Cennet Kapısı’nın karşısına geçince artık çaresiz lal olup kalıyor. O nedenle, ben Ulucami’nin şiirini anlatmaya kalkmıyorum, çarşı içinde bakkallık yapan Mustafa Mandi’nin kapılardaki işlemelerle ilgili sözlerini aktarmakla yetiniyorum:
Vitrindeki Beş Ceviz
Bir bakkal dükkânından çok, eski bir terzi atölyesinin kalıntılarını saklamak için terk edilmemiş gibi duran mekanı, önünden geçip giderken son anda fark etmiştim. Belki de birden durup içeri bakmamı sağlayan şey bomboş vitrine özenle yerleştirilmiş beş iri cevizdi. O cevizleri gördükten sonra içerdeki boş raflarda duran birkaç bisküvi paketiyle birlikte tozlanmış sabun kutularını ve çay reklamlarını fark etmiştim.
Mustafa Mandi, marangoz işi eski bir ahşap masanın arkasında oturuyordu. Yanındaki rafta terzilere mahsus dikiş sandığı irisi bir dolap vardı. Duvarda ise birkaç fotoğraf asılıydı. İçeri girince yabani elma büyüklüğündeki cevizlerin ne cins olduğunu sorup fiyatını öğrenmek istemiştim ancak bunun öyle kolay bir alışveriş olmayacağını anlamam uzun sürmeyecekti. Önce oturmam, kim olduğumu, niye geldiğimi anlatmam, Mustafa Mandi’nin hikayesini dinlemem, ancak ondan sonra ilgilendiğim, satın almak istediğim bir şey varsa fiyatını sormam gerekiyordu.
Ceviz fiyatı sormak için girdiğim bakkal dükkânında birkaç bardak çay eşliğinde geçirdiğim üç çeyrek zaman içinde, bir zamanların heyheyli çarşısına dair, Divriği’nin insanları hakkında ve Ulucami ile Darüşşifa’nın nakışları üstüne çeşitli yorumlar dinledim. Anlatılanların çoğu bana kalsın ama bu muhteşem yapıdaki girift nakışların, çiçekli bezemelerin, bitki canlandırmalarının, insan figürleri ve doğa tasvirlerinin sadece süsleme maksadıyla yapılmadığına ilişkin yorumu paylaşmalıyım:
Kapı nakışlarında temsil edilen bitkilerin her biri aynı zamanda insan bedeninin sağlığı için yarayışlı, hastalıklara karşı tedavide kullanılan bitkilerin canlandırmasıydı. Cami ile birlikte şehri kuşbakışı seyreden şifahanede sadece bedendeki aksamaları değil ruhlardaki arızaları da gideren ilaçlar, iksirler hazırlanıyordu. Bu kapıları işleyen zanaatkarlar sadece cansız doğanın, yani taşın ruhuna değil aynı zamanda canlı doğanın, yani bitkilerin de ruhuna nüfuz edebilen mahir kişilerdi. O maharetle birlikte o kapıları birer tıp kitabı gibi işlemekle kalmamış ruhu yücelten nakışlar dökmüşlerdi.
Bu yorumu dinledikten sonra Divriği Ulucami’nin meftunlarından Traugott Wöhrlin’in, “Divriği: Bir Cami ve Darüşşifa ile Karşılaşmalar,” kitabını hatırladım. Wöhrlin’de Ulucami karşısında ortaya çıkan kendi iç zenginliklerinden hareketle yapının ruhuna dair saptamalar yapıyordu. Belli ki bu tür şaheserler, insan üstünde derin etkiler yaratabilen, zihnin ve ruhun bilinmeyen kapılarını açığa çıkaran güçlü yapılardı.
Divriği Kedileri
Beş adet iri cevizin bomboş vitrine özenle yerleştirildiği dükkândan çıkarken önümden bir kedi geçti. Şehre geldiğimden beri aradığım kedilerden biri değildi. Kara tüyleri parlaktı, iri gözleriyle umursamaz bakıyordu ama yüzü façalı, kuyruğu kırıktı; sıskaydı; sırtında biri kapanmış diğeri taze iki yara izi vardı; belli ki eski kulağı kesiklerdendi. İstifini bozmadan önümden geçip gitmişti. Arkasından bakakalmıştım. Kedilere olan düşkünlüğüm ayrı ama konuya ilgim ondan değil, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde neredeyse Ulucami’den daha fazla yer ayırdığı Divriği kedilerini merak ettiğimden böyle bir seyre dalmıştım.
“Garip temaşa,” diye başlık atarak kedi mevzusuna giren Evliya Çelebi, “Rum, Arap ve Acem’de bu Divriği’nin kedisi kadar nazlı, cana yakın, sevimli, avcı ve edepli kedi olmaz,” diye başladığı övgüde küçük bir parantez açarak, “Gerçi Mısır Elvâhı’nın, Trabzon’un ve Sinop şehrinin kedisi de meşhurdur, ama bu Divriği’nin şişman, iri ve samur gibi parlak postlu nice bin renk kedisi olur,” diyor, böylece Divriği kedisini ayrı bir yere yerleştiriyordu. Az önce önümden geçen kara kedi onlardan mıydı bilmiyorum ama pek öyle nadir pisilerden biriymiş gibi görünmüyordu doğrusu.
Evliya Çelebi’nin nadirattan saydığına bakılırsa bir zamanlar Divriği’nin ihraç ürünleri arasında yer aldığı da düşünülebilirdi pekala. Nitekim İran’ın Erdebil şehri Divriği kedilerinin baş müşterisiydi. “Hatta Rum’dan acem diyarında Erdebil şehrine hediye götürürler. Acem’de kafes içinde dellâl başında gezdirip şah pazarında ve bedestende ‘bir tümen iki tümen akçe!’ diye şah mezadında satılır Divriği kedisi olur. Özellikle ahta (iğdiş edilmiş) kedi olursa ona paha biçilmez. Zira Erdebil şehri içinde kedi yaşamadığından Erdebil faresi gayet meşhurdur. Gerçi Acem kavminin sakalları cimberistir ama bıyıklarını tamamen sıçan yediklerinden Divriği kedisini yüksek pahaya alırlar. Erdebil kedi dellâlının bağırması:
Ey tâliban-ı mirrâbe (kedi isteyenler)
Ve sinnûre-i seyyâde (avcı kedi)
Ve mü’edebe-i hirrâbe (terbiyeli kedi)
Ve munis-i tarrâbe (cana yakın kedi)
Ve hasmâne-i fârâbe! (fare düşmanı)
Lâkin serrâke değildir (ancak hırsız değildir)
Mûnis-i gam-hâredir (kederinize can yoldaşıdır)
diye kedi dellâlları bayatî makamıyla okuyarak kafesleriyle Divriği kedilerini başları üzerinde gezdirip satarlar.” Böyle dediğine göre bir hikmeti vardır kedilerin elbet. Sorup soruşturdum ama doyurucu bir bilgiye ulaşamadım.
Divriği’nin dağını bayırını, evini, sarayını, sokağını, otunu, böceğini, çalısını, gökte uçan kuşunu, yerde tekerlenen köstebeğini teker teker bilen, bilmekle kalmayıp her birinin fotoğrafını çekerek yüz binlerce karelik Divriği görsel koleksiyonu yaratan Yusuf Güldalı’na Çelebi’nin kedilerini sordum. Mevzudan haberdardı ancak günümüzde Divriği sokaklarında dolaşan kedilerin onlardan olmadığını düşünüyordu.
Yusuf Güldalı Divriği’nin merkezinde büyükçe bir dükkanda “adresimiz belli olsun,” makamından oturuyordu. Daha doğrusu oturmuyor, her an fotoğraf makinesini kapıp şehrin bir sokağına ya da Çaltı’nın bir kıvrımına gitmek için o da olmazsa Ulucami’de yine bir gölge ışık oyunu bulup fotoğraflamak için ayakta hazır bekliyordu. Güldalı, bir zamanlar müzik yapımcılığıyla uğraşırken genç yeteneklerin kasetlerini hazırlıyordu bu sayede yerel türküler ve deyişlerle yakından ilgilenmiş, Divriği kültürünü araştırmıştı. Son yıllarda her müzik heveslisi internet üstünden kendi göbeğini kestiği için dükkanı daha çok arkadaşlarla buluşma yeri, Divriği’nin sosyal ve kültürel problemlerinin tartışma alanı haline gelmişti. Her şey bir yana yakından ilgilendiği fotoğrafçılığa daha fazla zaman ayırıyordu artık. Divriği’nin kültürel ve tarihi değerleriyle birlikte doğası, bitki örtüsü ve yaban hayatı ilgi konuları arasındaydı. Ben ona kedileri sorduktan sonra o bana bir keklik hikâyesi anlattı:
Yusuf’un Kekliği ile Kale
Yıllardır dost olduğu bir keklik vardı. Yaralıyken bulmuş, iyileşince salmış ama hayvan gitmeyip Yusuf’la yaşamayı seçmişti. Derin bir arkadaşlık kurulmuştu aralarında, birbirlerinden ayrılmaz olmuşlardı. Dükkâna gelen herkes kekliği biliyor, kekliğin hazzetmediği kişiler ise dükkâna giremiyordu. Yıllarca süren birliktelik Yusuf’un pek çok fotoğraf karesinde kekliğin de yer almasını sağlamıştı. Ne yazık ki geçenlerde soğuk algınlığına yakalanan kuş bu dünyadan göçmüş geriye kartpostallarda, web sitelerinde şakıyan fotoğrafları kalmıştı.
O fotoğraflardan biri de Kale’deki kayanın üstünde çekilmişti.Kale’de gezinirken o kayayı gösterdi. Kuşu hâlâ aklındaydı. Evliya Çelebi’nin “Buğday ambarları, cebehaneleri ve kale içinde tamamı 300 adet temiz toprak ile örtülü haneleri, bir camii ve kalenin batı tarafına bakar bir demir kapısı vardır, aşağı şehre açılmaktadır,” diye anlattığı kale bugün oldukça harap halde.“Kalesi yuvarlak şekilli şeddadi taş binadır. Burçları ve bedenleri sağlam ve güzeldir. Fırdolayı çevresi (—) adımdır,”diyen Evliya Çelebi bugünkü halini görse tanıyamaz elbet. Çünkü bugün geçmişin izlerini taşıyan birer hatıra gibi şehirleri süsleyen kaleler bir vakitler her yerleşimin en önemli unsuru olduğu için bütün nazarları üstüne çekermiş.
Her eski kentin kalesi gibi Divriği Kalesi de şehrin hâlâ en görünür yerinde ancak buranın tek değil iki güçlü kalesi var. Biri Mengüçoğulları’nın son halini verdiği ve şehrin de eteklerinden başlayarak yayıldığı kale, diğeriyse hemen karşısına dikilen müthiş bir kayanın üstünde yükselen Kestigan Kalesi. Divriği’ye dair kimi metinlerde “Kesdoğan Kalesi” diye adlandırılan bu yapı hakkında “Kes Doğan” komutuna uygun hikâyeler yazılarak Divriği’nin folklorik derinliği ve zenginliğiyle alakası olmayan anlatılar üretilmiş.
Bu kale Evliya Çelebi’nin metninde,“Bu da Divriği’ye denk benzersiz kale, seyre değer bir surdur, ama neferatı ayan ile mamur değildir,” diye anlatılıyor. Evliya Çelebi’nin Fırat Nehri diye tanımladığı Çaltı Çayı bu iki kalenin arasında kalan dar boğazda köpürerek akıyor. Akıp gittiği yeri iyi bilen Çelebi nehrin yatağını ve ana suya katılışını şöyle anlatıyor: “Divriği Kalesi’yle bu Kestigan Kalesi arasında Fırat Nehri akıp ondan Eğin Kalesi’ne, Ondan Arapkir’e, Ondan Çemişkezek Kalesi’ne varıp onun yakınından Çat adlı yerde Fırat Nehri’ne katılır.”
Şehir ve Demir Cevheri
Kaleden nehrin manzarasına bakmak kadar şehri seyretmek de güzel. İç kale, kalıntılarıyla az çok duruyor ancak dış kaleden eser kalmamış. Evliya Çelebi, “Ama bu kale içinde bağ, bahçe, çarşı, pazar, hamam ve bedesten yoktur. Zira göklere doğru baş uzatmış, çıkması çok zor ve yüksek bir kaledir,” diye anlattığına göre şehir oldum olası aşağı yerleşimde bugünkü yerine yakın konumdaymış. Buradan bakınca şehrin ana dokusunu oluşturan kiremit çatılı birkaç katlı evler ve yer yer yükselmiş münasebetsiz apartman blokları görünüyor ama genel olarak korunmuş bir kent yapısından söz edebiliriz. Divriğililer bu korunmuşluk halini şehrin hızlı göç vermesine, ekonominin zayıflamasına ve yatırım yapılmamasına bağlıyorlar.
Yine Evliya Çelebi’ye kulak verirsek, kent dokusunu şöyle anlatıyor: “Ensesi kale bayırına yamanmış bütün haneleri batı tarafına bakar hayat suyu Fırat Nehri kenarında bağlı, bahçeli, bakımlı ve şenlikli tamamı (—) adet güzel haneler ve büyük saraylar ile süslenmiş, cennet bahçeleri ile bezenmiş süslü bir şehirdir. Tamamı 46 mahalledir,”dediği yer bugün çok daha büyük ve kalabalık ancak hak ettiği kadar mamur mu ondan emin değilim.
Şehir cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte önemli bir atılım gerçekleştirmiş. Endüstri çağının üretim kademelerinde vazgeçilmez hammadde olan demir cevherine sahip olan Divriği’de 1938 yılında Etibank işletmesi açılmış. Cürek’te faaliyete geçen ve Almanlar tarafından dönemin ileri teknolojisi kullanılarak, sosyal tesisleriyle birlikte entegre yapı içinde kurulan tesisler uzun süre hizmet vermiş. Özelleştirme süreciyle birlikte değişen üretim teknolojisi bu tesisleri atıl hale getirmiş, yapılar terk edilmiş. Tam yıkılmak üzereyken 2007 yılında mimari miras olarak tescil edilerek korumaya alınan tesisteki yapılara yeni işlev kazandırmak üzere çalışmalar sürüyor.
Demir madeninin şehir ekonomisindeki etkisi azalırken Divriği göç vermeye başlamış. Eğitimli genç kuşakların büyük kentlerde gelecek araması şehrin sosyal dokusunu ve kültürel zenginliklerini olumsuz etkilemiş. Tarihin eski zamanlarından beri farklı kültür ve inançların bir arada yaşadığı şehirde bugüne kalan zenginlikler hiç de azımsanacak gibi değil. Tarihi dokusu, sivil mimarisi ve kent kültürüne sahip insanlarıyla Divriği zengin bir mirası temsil etmeye devam ediyor. Divriğililer hakkında Evliya Çelebi’nin “Divriği halkıyla hüsn-i ülfet” diye başlık açarak övdüğü insanlar bugün de aynı zenginliği yansıtıyor: “İleri gelenleri ve seçkinleri gayet çoktur. Bütün halkı garip dostlarıdırlar. İnsanların dilinde Divriği hurânı (iri gözlü cennet kızları) meşhurdur, ama acımasız saçma bir sözdür. Bütün gariplerinin her gece misafirsiz olmaları ihtimalleri yoktur.”
Çarşı içindeki küçük kahvede otururken de Aram Usta’nın arkadaşı Cüce Yakup Usta’nın yaptığı Demircioğlu Kıraathanesi’nde yerel gazeteleri karıştırırken de Divriğililerin merakımı gidermek için verdikleri doyurucu cevaplar ve nazik tavırları dikkatimi çekmişti. Bir şehrin sosyal zenginliğini, kültürel derinliğini, çarşı içindeki esnafından az çok çıkarmak mümkündür. Aynı şekilde şehirdeki bazı kahveler de önemli ipuçları verir. Bu kahvelerin birinde tanıştığım Ruhan Özaygün, Evliya Çelebi’nin deyişini doğrularcasına bu garip yolcuyu evinde misafir etmeden salmadı.
Şehirden ayrılacağım gün hava kararırken ahşap kapısının döküm tokmağını tıklattım. Ruhan Bey, geleneksel mimarinin bütün özelliklerini taşıyan Abuçimen Mahallesi’ndeki evinin kapısını üst kata bağlı ipi çekerek açtı. İçeri girdiğimde makaralardan geçerek tırabzan boyunca uzanan kınnap, merdiven başındaki Ruhan beyin elindeydi. İki katlı evin üst sahanlığından çalışma odasına geçtik. Kitaplığın yanındaki küçük masada Evliya Çelebi’nin kitaplarıyla birlikte Divriği hakkında yaptığı araştırmaların notları, hazırladığı kitapların müsveddeleri duruyordu. Bisküvi eşliğinde porselen demlikte kıvamını bulmuş çayımızı içerken uzun bir sohbet yaptık.
Evliya Çelebi’nin şehre geldiği günlerdeki kent dokusundan söz eden Ruhan Bey, Selçukluların şehir yerleşimlerinde uyguladığı verimli topraklara yerleşmeme ilkesinin aynen korunduğunu, Mengüçoğulları’nın titizlikle sürdürdüğü bu politikanın Osmanlı devrinde de devam ettiğini anlatıyor. Şehrin o dönemdeki büyüklüğünü izah ederken, Kaleden itibaren iki buçuk kilometre uzaktaki bir hatta kadar yerleşimlerin bulunduğunu söylüyor. Çelebi’nin döneminde Hıristiyanlığın dört mezhebiyle birlikte Müslüman halkın da bütün mezhepleriyle şehirde yaşadığını, bu sayede Divriği’de paylaşmasını bilen bir toplumsal kültür oluştuğunu anlatıyor. 1960-70’lere kadar devam eden bu zengin toplumsal yapının yerli halkta hâlâ özlemle anıldığını söylerken araya mesafe girmiş olmasından yakınıyor.
Evliya Çelebi’nin Divriği’deki izlenimleriyle birlikte geliş gidiş rotalarını da oldukça iyi bilen Ruhan Özaygün, Evliya’nın şehirden çıkarken izlediği rotanın IV. Murat’ın açtığı yol olmadığını belirterek onun iki buçuk kilometre daha kuzeyine rastlayan ve o dönemde de tünellere sahip bir geçitten söz ediyor. Evliya Çelebi’nin Divriği’den çıktıktan sonra uğradığı Tuğut Köyü’ne giden güzergahı anlatan Ruhan Bey’den ayrılırken ertesi gün izleyeceğimiz rota da belirlenmiş oluyor.
İki Köprülü Yol
Necdet Sakaoğlu’nun deyişiyle “Tuğut’ta taşın 700 yıllık saltanatı”na doğru yola çıkıyoruz. Erzincan’ı Malatya’ya bağlayan eski yol üstünde önemli bir uğrak ve ticari merkez olan Tuğut’un tarihi Divriği kadar eski ancak verdiği göç Divriği’den kat kat fazla. Divriği’ye yirmi kilometre uzaktaki Tuğut’a günün erken saatlerinde girdik. İlk bakışta bir köye mi yoksa bir kasabaya mı girdiğimi anlayamadım. Ortalığın hali, toprak yollar, kırık dökük çitler, gelişigüzel örülmüş bahçe duvarları köy görüntüsü veriyordu ancak evlere bakınca mamur bir kasabanın varlıklı insanlarının barındığı konutlara benziyordu her biri. Gerçi binalar hayli hırpalamış, sıvaları dökülmüş, taş duvarları çıplak kalmıştı, ahşap elemanların çoğu çürümüştü ama belli ki bir zamanların güngörmüş umur sürmüş bir yeriydi burası.
Necdet Sakaoğlu Tuğut’u anlatırken, “Tuğut, Mengücek payitahtı Divriği’deki konut geleneğini ve yerli kültürü büyük bir köy ölçeğine uyarlamış ve yaşatmış; onlarca eski evini iyi kötü günümüze ulaştırmış muhtemelen tek yerleşimdir,” diyor. İstanbul’la ticari ilişki içinde olan köklü ailelerin yaptırdığı bu evler son dönemde yaşanan göçle birlikte büyük oranda terk edilmiş. Birkaç katlı ve 8-10 odalı evler büyük ailelerin yaşamasına uygun mimarisi nedeniyle günümüzde kullanışlı olmaktan çıkmış. Geride kalanlar birkaç odaya sığınmış halde yaşamaya devam ediyorlar ancak bakımsız kalan yapılar hem onların yaşamını güçleştiriyor hem de önemli bir tarihi değerin hızla yok olmasına yol açıyor.
Tuğut dik bir yamaca kurulmuş. Verimli arazilerin bitişiğindeki bu yamaçtan gür akan bir çayın kıyısına iniliyor. Çayın üstünde iki küçük taş köprü var. Birinin Roma döneminde diğerinin de Selçuklular zamanında yapıldığı söyleniyor. Birbiriyle “v” şeklinde buluşan bu iki köprü, Tuğut’un ortasından geçip yamaçtan kıvrılarak inen ve “Kemah Caddesi”diye bilinen yolun üstünde duruyor. Evliya Çelebi, “Toğud Köyü Menzili” diye başlık açarak anlattığı köyden: “Bu Toğud çayı kenarında bağlı, bahçeli ve 150 haneli bakımlı köydür. Çayı Fırat Nehri’ne katılır,” diye bahsediyor. Belli ki o da bu taş köprülerden birinden geçip Kemah üstü gitmiş. Başka yol yok.
Köyde bizimle birlikte gezen Tuğutlular derin bir tarihin mirası üstünde yaşadıklarını biliyorlar ancak hayat şartları nedeniyle bu hazinenin hakkını veremediklerini söylüyorlar. Bir zamanlar çanak çömlek yapımıyla öne çıkan, bir dönem ticaret sayesinde zenginleşen, bir dönem tarım ürünleriyle bolluk içinde yaşayan Tuğut köyü değişen şartlara ayak uyduramamış. Çay üstündeki iki taş köprü gibi küçük ve kimsesiz kalmış.
Bir zamanlar kervanların gelip geçmek için sıra beklediği, köprülerden birinin geliş diğerinin gidiş için kullanıldığı döşeme yol köyün karşısındaki yamaca doğru kıvrılarak uzanıyor. İyice yorgun görünen köprünün taş tırabzanlarına yaslanarak karşıya geçtim. Yolu tutturup yamaca sardım. Yağmur başladığında köyden uzaklaşmıştım.
SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN
Evliya Çelebi’den 240 yıl sonra
1890
Vital Cuinet
“Eski şehir, üzerinde sadece duvarları ayakta kalan bir kalenin eteğine kurulmuştur. Bu kalenin tepesinde Selçuklu Üsluplu terk edilmiş durumda oldukça güzel bir cami bulunmaktadır. Aynı üsluplu başka bir cami, kale duvarlarının dışında yükselir ve tüm şehre hâkimdir. Alınlığı üzerine kazılmış kitâbesi, kurucusu Ahmed Süleyman Şah’ın ismini gösterir. Burası, sarı kesme taşlardan yapılmış 150X30 m ölçülerinde muhteşem bir yapıdır. Ana giriş kapısı bir mimarî harikasıdır, iç içe girmiş gül şeklindeki binlerce ince işlemeler, görünüşünü güzelleştirir.
Bu ana kapıdan başka, iki kapı daha vardır; biri camiinin harimine, diğeri camiye bitişik medreseye girişi sağlar. Bu kapılar, daha az süslü, daha küçük oranda olmalarına rağmen Selçuklular zamanındaki Türk sanatının güzel örnekleridir. Bu muhteşem abide ibadete kapanmış, halkın kullandığı tahıl ambarı haline gelmiştir. Bugüne kadar bu terk edilmişliğine rağmen, gözden hiç düşmemiş; ama korunması için de pek ilgilenilmemiştir.”
Evliya Çelebi’den 338 yıl sonra
1987-1988
Traugott Wöhrlin
“Kuzey portalı, bu yumuşak üsluplu ve mistik batı portelinden çok daha esrarengizdir. Eğer bakışlar önceden hazırlıklı değilse, buradaki süslemeler, figürler ve onların koreografisi bir kasırga gibi insanın beyninde döner ve bu biçimler yığınının ifade ettiği anlamı bir kerede kavramak tamamen imkânsızlaşır. Bu yapının önünde, haftalarca, aylarca hatta yıllarca oturup bir içe doğru bakışa çekilmek gerekir. Belki, ancak bu yolla mucizevi çiçekler gibi açılıp kapanan, sakin ama anlamlı süslerin sırrı çözülebilir.”
………
“Ama en fazla muamma bu portalin kenar bölümünde bulunan mucizevi çiçeklerdir. Avrupa’da da belki, böylesine zengin ve dolgun biçimlerin oluşturduğu bütüne “barok” denilebilir. Fakat burada biz, gördüğümüzü ifade edebilecek bir kavramın eksikliğini çekiyoruz.
………
“Mucizevî çiçekleri daha önceki gelişimizde tanıyabildiğimizi sanmıştık. Bunlar kat kat, üst üste yapılmış bir biçimde tasvir edilmişlerdi. Ama onlar gerçekten çiçek mi? Düşünceler bu yolla da ifade edilmiş olabilir. Büyük veya küçük söz kabarcıkları… Şekiller belli belirsiz devam ediyor; hiçbiri diğerine benzemiyor.”
DİVRİĞİ KAYNAKÇA
– Çulcuoğlu Saliha, “Divriği yöresinin Kıyafetleri Takı ve Aksesuarları”, Sivas Valiliği Yayınları, Sivas 2007.
– Doğan Kuban, “Cennetin Kapıları”, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2010
– Kuban Doğan, “Divriği Mucizesi”, YKY 2010 İstanbul.
– Kuban Doğan, “Divriği Mucizesi-Selçuklular <Çağında İslam Bezeme Sanatı
Üstüne Bir Deneme”, YKY 1999 İstanbul
– Odabaşı İbrahim, “Cennet-I Hürremşah”, Resim Kataloğu.
– Sakaoğlu Necdet, “Türk Anadolu’da Mengücekoğulları, YKY 2005 İstanbul.
– Sakaoğlu Necdet, “Divriği’de Ev Mimarisi,” Kültür Bakanlığı, 1971 İstanbul
– Şenol Seda, “Anadolu Konut Mimarisinde Divriği Evleri”, Sivas Valiliği Yayınları,
Sivas 2007.
– Üçer Müjgan, “Divriği Evleri,” 1992 İstanbul.
– Wöhrlin Traugott, “Divriği Bir Cami ve Darüşşifa ile Karşılaşmalar” İş Bankası Yayınları, 1996 İstanbul
– “Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası”, (Broşür) Sivas Valiliği Yayınları.
– ERKOÇ Şaban, ERKOÇ Fatih, ERKOÇ Muzaffer, ERKOÇ Faysal(Yay. Haz.), Yüzyıl İçersinde Dünden Bugüne Fotoğraflarla Divriği, Sivas 2003