Belgrad; Sava ve Tuna’nın Işığı
Barok ve gotik tarzdaki ihtişamlı yapılarıyla, sosyalist dönemin sade ve pratik ulaşım araçlarıyla, yeni dünyaya ayak uyduran modernizmin yarattığı sentez bir bohem…
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
Belgrad’ın merkezi sayılan Cumhuriyet Meydanı’nda, kalabalığın ortasında gözden kaçan boş bir banka oturmuş kenti izliyordum. Hemen karşımda dikili Prens Mihailo’nun heykeli, yılların yaşanmışlığına ayak uydurup yeşile dönmüştü. Tek ayağı havada olan atın üstünde oturan prens, kendi kaderini yansıtan bir hüzünle bu eski meydana tepeden bakıyordu. Atın bütün ayakları yere basmadığından, prensin öldürülmüş olduğu anlaşılıyordu. Sarı şemsiyeli rehberler, yeni kuşak gençler ve iki kutuplu dünyaya tanık olmuş yaşlılar için bir buluşma mekânı olan meydan aynı zamanda en eski caddelerin buluştuğu bir konumdaydı. Meydanın doğusuna düşen ve bir zamanlar İstanbul’a doğru sürüp giden yolu simgeleyen İstanbul Kapı’nın bulunduğu yerde Belgrad Halk Tiyatrosu’nun görkemli binası yükseliyordu. Binanın duvarları Bertold Brecht’in Ana isimli eserinin tiyatroda sahnelendiğini gösteren afişlerle bezenmişti. Meydan, elektrikli otobüslerin, nostaljik tramvayların ve modern ulaşım araçlarının son duraklarıyla çevriliydi. Stari Grad, yani eski kent denilen Sava ve Tuna nehirleri arasında kalan bu bölgede kentin tarihi yön bulmuş, yakın zamanda gerçekleşen değişimler de yine burada filizlenmişti. Barok ve gotik tarzdaki ihtişamlı yapıların, sosyalist dönemin sade ve pratik ulaşım araçlarının, yeni dünyaya ayak uydurmaya çalışan modern dükkânların yarattığı bir bohemliğin ortasındaydım.
Meydana açılan Knez Mihailova Caddesi’ne doğru akan kalabalığı takip ederken, az önceki bohem hava geride kalıyordu. İstiklal Caddesi’ni andıran Knez Mihailova, daha renkli kafeler, restoranlar, kitapçılar ve mağazalarla doluydu. Ünlü markaların yer aldığı mağazalara girip çıkan gençlerle, ara sokaklarda ve pasajlarda bulunan pul dükkânlarını, eski kitapçıları, antikacıları gezen yaşlılar ve yetişkinler iki ayrı dünyanın insanları gibiydiler. Çünkü Belgrad 1990’lı yıllarda dağılana kadar Yugoslavya’nın başkentliğini yapmış ve yaşam biçimi burada sosyalizme göre şekillenmişti. İki kuşak arasındaki fark, zaman geçirilen mekânlarda daha kolay anlaşılıyordu. Knez Mihailova Caddesi’nde sosyalizmin izleri hediyelik eşya satılan tezgâhlarda, ara sokaklarda ve eski pasajların içlerinde kalmıştı. Caddenin son bulduğu yerde, içinde Belgrad Kalesi’nin de yer aldığı Kalemegdan Parkı başlıyordu.
Asırlık çınarların arasından parkın içine ilerleyen yolların kenarlarında adım başı ünlü bir siyasetçinin, sanatçının, halk kahramanının büstüne rastlıyordum. Park çok sayıda anıtın yanında kentin tarihinden izler de taşıyordu. Esasen kent, antik dönemlerden bugüne Kalemegdan ve çevresinde oluşmuştu. Romalıların hâkimiyeti sonrası kurulan kale, her yönetici değişiminde farklı bir mimariyle tekrar elden geçti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1521’de kenti ve kaleyi ele geçirmesinden sonra bu bölge Kale Meydanı olarak adlandırıldı ve Kalemegdan olarak Sırpçanın içinde yer alıp günümüze kadar kullanılageldi. Kanuni Sultan Süleyman döneminde alınan kentin nüfusunun büyük bir kısmı İstanbul’a, günümüzde Belgrad Ormanları adıyla bilinen bölgeye yerleştirildi. Belgrad bu dönemde Osmanlı Avrupa’sı sınırları içerisinde İstanbul ile birlikte nüfusu 100 bini aşan iki şehirden biri olarak sancak haline getirildi.
Bana eşlik eden Katerina Miloşeviç ile birlikte Kalemegdan’daki hemen her bölümü gezme ve anıtların, heykellerin hikâyelerini öğrenme fırsatım oldu. Osmanlı’nın 6 Nisan 1876 tarihinde kentin anahtarını Sırplara teslim edişini tasvir eden “Anahtar Teslim Anıtı” parkın hemen girişindeydi. Balıkçı Çeşmesi, Roma Kuyusu, Sokollu Mehmet Paşa Çeşmesi, Ruzica Kilisesi, Aziz Petka Şapeli, Saat Kulesi ve Askeri Müze, parkın dört bir tarafına yayılmıştı. Kale kapılarından İstanbul Kapı ve Zindan Kapı’dan geçip Roma Duvarı adı verilen surların üstünde mola verdiğimizde karşımıza çıkan Sava ve Tuna nehirlerini gördüğüm zaman yüksek bir yerde olduğumuzu anladım. Belgrad’ın ana merkezi iki nehir arasında kalıyor, yine bu nehirlerin birleştiği yere doğru uzayan yüksek bir sırtta son buluyordu. Nehirlerin arasında büyük bir yarımadaydı Belgrad. İki nehrin birleştiği tepeden nehirlere yayılan irili ufaklı başka adacıkları görebiliyordum. Parkın en ucunda, bir elinde kılıç tutan, diğerindeyse şahin olan 14 metre yükseklikteki Pobednik (Zafer) Heykeli, kentin batısında Novi Belgrad, yani Yeni Belgrad denilen bölgeye bakıyordu. Katerina Miloşeviç, bu heykelin Sırbistan’ın bağımsızlığını, Doğu’nun hükmünden kurtulup Batılılaşmayı ve Rönesans’ı simgelediğini söyledi.
Kalemegdan’dan bu sefer Tuna Nehri’nin üstlerine, kentin Dorcol denilen en eski mahallelerinin yer aldığı bölgeye geçtik. Geçmişte Türk nüfusun ağırlıkta olduğu bölge Dorcol’un isminin aslında “dört yol”dan geldiğini öğrendim. Kentin sosyal dokusu uzun yıllar bu bölgede şekil alıp günümüze kadar gelmişti. Şimdi ağırlıklı olarak Sırpların yaşadığı bölgede önceleri Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bir arada yaşıyordu. Konsolosluk binaları, kültür merkezleri ve galerilerin yer aldığı binaların arasındaki bahçelere kurulu kafeteryalardan yayılan müzikler semtin sakinliğini az da olsa bozuyordu. Geçmişte Belgrad’daki bir insanın hangi inanca ve kültüre ait olduğunu anlamanın en kolay yolunun giyim tarzları olduğunu anlattı Katerina Miloşeviç. Müslüman kadınlar sarı, erkeklerse açık renk giyinir; Hıristiyanlar siyah, mor ve koyu renklerden anlaşılır; Yahudiler kırmızı ve sarı ayakkabıları ve daha Avrupai yaşam tarzlarıyla bilinirdi.
Dorcol’dan sonra kentin doğusuna doğru, Despot Stefan Bulvarı ve Dusanova Caddesi’ni bağlayan Skadarlija Mahallesi başlıyor. 19. yüzyıldan itibaren kentin bohem köşesi olarak bilinen Skadarlija Caddesi ve çevresinde şairler, tiyatrocular, ressamlar mahallenin asıl yerlisi olan Çingenelerle birlikte yaşıyormuş. Cadde, Orta Avrupa’nın bohem kültürünün merkezi sayılıyormuş. Skadarlija Caddesi boyunca “kafana” adıyla bilinen Sırbistan’a özgü kafeterya ve restoranlar sıralanıyordu. Gündüzleri turistlerin doldurduğu cadde, akşam olunca şirin masalarla ve gece lambalarıyla renklenmeye başladı. Kafanalardan caddeye yayılan “Starogradska” denen geleneksel kasaba şarkıları, Sırp şarapları eşliğinde eşlik edenlerin nidalarıyla caddeye yayılıyordu. Mahallenin 1960’lı yıllarda yeniden yapılandırılmasıyla, sürülen Çingenelerden geriye masa masa gezip çiçek satmaya çalışan esmer çocuklar kalmıştı. Kimi kafanalar isimlerini eski şarkılardan, kimileri de bir zamanlar caddede günlerini geçiren sanat topluluklarından almıştı. Kavisli cadde boyunca “Eski Şapka”, “Gezici Tiyatrocular” ya da “Minik Serçe” isimli kafanalar sıralanıyor, ellerinde akordeonları, kemanları, klarnetleri ve gitarlarıyla müzisyenler zakkum ağaçları arasında kafanadan kafanaya geçip şarkılar söylüyorlardı.
Belgrad’ın tarihini dünya savaşlarını milat belirleyip anlayabilmek daha mümkün. Öncesinde uzun yıllar Osmanlıların elinde olan Belgrad, Kara Yorgi isyanlarıyla önce yarı bağımsızlık sonra 1878’de ise tam bağımsızlığını kazanmış 20. yüzyılın başlarında Avusturya İmparatorluğu’nun işgalinde kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasına sebep olan olay Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Sırp Gavrilo Princip tarafından öldürülmesiydi. Sırpların kaderini belirleyen önemli kişilerden olan Kara Yorgi gibi Gavrilo Princip de neredeyse hemen her parkta her meydanda resimlerle, heykellerle anılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar kraliyetle yönetilen Sırbistan’ın yönetim yeri olan Kraliyet Sarayı meşhur Terazije Caddesi üzerinde yer alıyordu. Sahne tasarımcısı olan ve aynı zamanda rehberlik yapan Dusko Ruljeviç ile artık parlamento binası olarak kullanılan sarayı gezip Taş Meydan Parkı’na geçmiştik. Aziz Mark Kilisesi’nin hemen arkasında gözden uzak çalılar arasında bir patikayı takip ediyorduk. Etrafı tel örgülerle çevrili alan parkın altında kalıyordu. Giderek çukurlaşan zeminin önü kafeslenmiş bir tünele açılıyordu. Ruljeviç yasak bölge olarak bilinen alandaki tünelin İkinci Dünya Savaşı zamanında Naziler tarafından yapıldığını anlattı. Tünel, aralarında yaklaşık beş-altı kilometre mesafe olan Taşmegdan ve Kalemegdan’ı yer altından birleştiriyordu. Kalemegdan’ın yamaçlarından Tuna ve Sava nehirlerine açılıyordu. Naziler bu tünelleri hem cephanelik hem de olası bir durumda kaçış yolu olarak kullanmak için yapmışlardı. Naziler Belgrad’ı terk edince tüneli kullanmış, fakat geriye tüneldeki odalar ve güzergâhla ilgili tek bir bilgi bırakmamışlardı.
Bu sebeple o yıllardan bugüne kadar tünele olası tuzaklardan ötürü girilmemişti. En küçük bir hata, Belgrad’ı havaya uçurabilirdi. Nazilerin Belgrad’a hâkim olmasıyla birlikte kent sayısız kez bombalanmış ve halk birliklerinden oluşan direnişler başlamıştı. Sonrasında soğuk savaş yıllarının ünlü liderlerinden Josip Broz nam-ı diğer Tito, partizan birlikleriyle beraber direnişten galip çıkıp Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin temellerini attı. Yugoslavya, “Güney Slavlar Ülkesi” anlamına geliyordu. Geniş bir coğrafyaya yayılan Yugoslavya’da, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Karadağlılar, Makedonlar, Arnavutlar ve Macarlar yaşıyordu. Tito, hayatının son bulduğu 1980 yılına kadar Yugoslavya’yı bir arada tutmuş, bütün coğrafyayı sosyalizme göre şekillendirmişti. Belgrad, sosyalist cumhuriyetlerin yönetim yeri halindeydi. Büyük posta binasını, tren istasyonunu, artık çoğu kullanılmaz haldeki eski fabrikaları, zamanın izlerini taşıyan görkemli müzeleri ve Novi Belgrad’daki işçi sitelerini gördükçe o dönemi zihnimde canlandırabiliyordum.
Yakın tarihte Yugoslavya’nın dağılma sürecinden izler taşıyan yıkık dökük binalar yerinde duruyordu. Slobodan Miloşeviç’in medya binası olarak bilinen harabe yapı, biraz da ibret olsun diye bombalanmış halde bırakılmıştı. Kentin birçok semtinde Bosna Savaşı yıllarında NATO tarafından bombalanmış binalarla karşılaşmak mümkündü. 1990’lardaki dağılma süreci ve Miloşeviç’in saldırgan tutumu Belgrad’ın yeniden şekillenmesine yol açmıştı. Misafiri olduğum Belgrad Yazarlar Birliği Genel Sekreteri Branislav Velkoviç, yakın tarihte yaşananları şu sözlerle özetliyordu:
“1990’lı yıllarda cumhuriyetlerin birer birer Yugoslavya’dan kopması; Miloşeviç’in baskıcı ve milliyetçi tavrı diğer cumhuriyetlerde yaşayan Sırpların kente göç etmesine sebep oldu. Mültecilerin yaşadığı yeni semtlerle kentin yapısı değişti. Ekonomik krizler arttı ve Belgrad, dünya savaşlarında olduğu gibi yıllarca yoksulluk içinde yaşadı.”
Geçmişte çok sayıda ünlü yazarın, sanatçının, bilim insanının ve sporcunun yetiştiği Belgrad’da bu verimliliğin düşmeye başladığını da eklemişti Velkoviç. Bunu da sosyalizmin ardından bir anda popüler kültürle tanışmaya bağlıyordu. Yugoslavya dönemindeki kimi zaman baskıcı politikaların engellediği verimlilik bu sefer tüketici popüler kültürün gamsızlığına yenik düşüyordu.
Kentin bir başka yaşam merkezi de Terazije. Terazije Caddesi üzerinde çok sayıda tiyatro, galeri ve sanat merkezi yer alıyordu. Yakın tarihte bölgede yer alan sanat akademilerinde ve tiyatrolarda dünyaca ünlü sanatçılar çalışmalarda bulunmuştu. Goran Bregoviç orkestrasını Belgrad’da kurmuş, Balkanlardan topladığı geleneksel müzikleri dünyaya tanıtmıştı. Performans sanatı akımının önemli temsilcisi Marina Abramoviç yine ilk çalışmalarını bu akademilerde gerçekleştirmişti. Her dönem muhalif bir tavır takınan ve çağdaş tiyatro olarak bilinen Yugoslavya Drama Tiyatrosu yine bu bölgedeydi. Rulyeviç, tiyatronun aynı zamanda, iki kutuplu dünyaya atfen soğuk savaş yıllarında demir perdeli tiyatro olarak bilindiğinden bahsediyordu. İzleyiciyi yangın tehlikesine karşı korumak için sahnede demir bir perde olduğunu fakat nasıl çıktığı anlaşılmayan bir yangın sonucu perdenin kapatılmayıp binanın küle döndüğünü anlattı. Gördüğümüz bina, yangından çok sonra yapılan yeni tiyatro binasıydı. Tito döneminde ve Miloşeviç’le devam eden süreçte baskı altında olan tiyatro şimdiki yönetimden bile destek görmemeye devam ediyordu.
Yüzyıllardır Balkanlar’ın yönetim merkezi olan Belgrad’ın sürekli değişen sosyokültürel ve siyasal değişikliklerden de payını aldığını gördüm. Kent 17 belediyenin birleşiminden oluşuyor, diğer banliyölerle birlikte nüfus iki milyonu buluyordu. Stari Grad, Palilula, Novi Belgrad, kentin merkezi sayılıyordu. Büyük Yugoslavya’nın dağılmasından sonra hızlı bir şekilde yeni dünyaya entegre olmaya başlayan kent, Novi Belgrad bölgesine doğru yayılmıştı. Novi Belgrad, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sava Nehri’nin batısında yer alan Zemun, Krnjaca ve Ovca gibi küçük kentlerin ve yerleşim yerlerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştu. Yeni şehirle birlikte hemen her semtte geniş parklar yapılmıştı. Kent merkezinde irili ufaklı yetmişten fazla park bulunuyor.
Stari Grad kentin eski yüzünü yansıtırken Novi Belgrad daha modern bir görünüme sahipti. Sava Nehri kıyılarında daha çok gençlerin uğrak yeri olan eğlence mekânları, spor merkezleri ve restoranlar yer alıyordu. Nehrin güneyine doğru iki yakayı birleştiren modern köprülerle birlikte kentin yapısı daha da değişmeye başlamıştı. Nehirde yer alan Ciganlija Adası yapay yollarla kıyıya bağlanmış, yine yapay olan Sava Gölü halk plajına dönüştürülmüştü. Nehirden haberi olmayan biri rahatlıkla deniz kenarında olduğu hissine kapılabilirdi. Yapay gölün kıyılarında yer alan kumsallar, göl kenarına kurulan deniz sporu kompleksleri, adanın ortasında yer alan golf alanları ile Ciganlija Adası da “More Beograda” yani Belgrad Denizi diye adlandırılıyordu. Gece hayatının kalbi çoğunlukla Sava Nehri kıyılarında yer alan geniş teknelerde atıyordu. Tuna Nehri’nin kıyıları ise daha çok tarım arazilerinin yer aldığı düzlüklerle doluydu. İki nehirde en büyüğü Ciganlija olmak üzere toplam 16 ada bulunuyor.
Belgrad, ismini Sırpçada beyaz ve ışık anlamına gelen “beo” kelimesinden almış. İki berrak nehrin arasında binlerce yıldır ışık saçan bu kentten ayrılmadan önce bir kez daha Kalemegdan’a, Pobednik Heykeli’nin bulunduğu yere gittim. Sırtımı anıta vererek tam karşımda birbirine kavuşan Tuna ve Sava nehirlerini seyre daldım. Sava’nın diğer yakasında bulunan işçi ve öğrenci siteleri, meşhur Yugoslavya Oteli’nin arkasından yükseliyordu. Nehir kıyılarında sıralanan büyük tekneler gece eğlencelerine hazırlanıyor, renkli ışıklarını birer birer açıyorlardı. Novi Belgrad’ın çok gerisinde, Tuna kıyısında bulunan Zemun Manastırı’nın kulesi, batmakta olan güneşin ışınlarının önünde bir siluet halinde seçilebiliyordu. Akşam çöktüğündeyse bu defa nehir suları yardıma yetişip beyaz kenti karanlıktan kurtarıyor, yansımalarıyla onu aydınlatmaya devam ediyordu.