Martin Kohlstedt ile Minimalizmin Sonsuzluğunda
Alman deneysel besteci, minimal müziğin genç temsilcisi Martin Kohlstedt, geçtiğimiz ay Salon İKSV etkinliğinde dinleyicileriyle buluştu. İlk defa geçen yıl XJAZZ etkinliklerinde İstanbul’da sahne alan sanatçı bu kez Salon İKSV ’de son albümü “Strom”dan çaldığı besteleriyle dinleyicilere unutulmaz bir konser yaşattı. Konser öncesi sanatçıyla müziğin sonsuz evrenine, doğasına, bu evrenin içinde dinleyici olarak insana dair sohbet ettik.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar
Konsere daha birkaç saat var ama Martin Kohlstedt prova başladığında konser ciddiyetiyle sahnede yerini alıyor. Konserde icra edeceği bestelerden önce piyanodan ve elektronik cihazlardan yayılan sesleri kontrol ediyor. Kimi zaman sahneden inip kısa bir melodinin salona yayılan seslerinin peşine düşüyor. Salonun hemen her köşesinden sesleri duymaya çalışıyor. Salonun son sırasından onu izliyorum. Sahnede bir piyano ve birkaç elektronik cihaz dışında bir şey yok. Piyanodan belirlediği ana temanın melodisi devam ederken sanatçı elektronik cihazlarla piyanonun sesini yakalayıp minimal müziğin sınırlarını zorlayan teknikler deniyor. “Minimalismus” teması altında vereceği konserde seslerin bir aradalığı kadar dinleyicileri müziğin içine çekebilmek de önemli. O da bunun farkında olarak sadece sahnedeki bir sanatçı gibi değil devam eden müziği bir dinleyici olarak da kontrol ediyor.
Minimal müzik denince ilk akla gelen, sınırlı bir alan, dar çerçeve, küçük bir miktar anlamları olsa da işin aslı gerçekte öyle değil. Minimal tarz, öz olarak yalınlığa karşılık gelir. İfade araçlarını en aza indirgeyerek armonik ve melodik yapı temele alınır. Bu bir sınırlama olmanın ötesinde yalın melodiler elektronik çalgılarla birlikte deneysel dokunuşlarla çeşitlenmiş olur. Genç sanatçı Martin Kohlstedt’in müzik anlayışını bu çerçevede değerlendirmek gerek. Onun tarz olarak seçtiği minimal müzik anlayışı, 20. yüzyılın ortalarına doğru özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da gelişen sanat çerçevesinde yetişen Terry Riley, La Monte Young, Steve Reich, Philip Glass ve John Adams gibi bestecilerle birlikte uygulanmaya başlandı. Daha sonra da Avrupa’ya yansıdı. Günümüze doğru teknolojinin de gelişmesiyle “yapay” ses imkânları ortaya çıktı. Başat bir enstrüman çevresinde seslerin deneysel geçişi ve kaynağı çoğunlukla ortak bir melodi olan minimal müzik anlayışı bu şekilde daha da gelişti.
Adı minimal müziğin şimdiki temsilcileri arasında anılan Martin Kohlstedt de piyanosunu merkeze alarak bestelerini oluşturdu. Bu çalışmalar sonucunda kendine ait müzik modülleri yarattı. Daha prova sırasında bile bu özgünlüğü fark ediliyor. Sahnede birkaç enstrüman olsa da orkestra yönetir gibi hem enstrümanlara hem de seslere hakim olmaya çalışıyor.
Martin Kohlstedt, Almanya’nın orta kesiminde yer alan, çevresi ormanlarla çevrili Breitenworbis’te doğdu. Thuringia Ormanları’nda büyüyen sanatçının ilk ilham kaynağı doğa oldu. Caz piyano ve görsel sanatlar eğitimlerini tamamladıktan sonra solo kariyerine yöneldi. Alman elektronik müzik sahnesine katkılarının yanında, film, audio-book ve tiyatro için de beste çalışmalarında bulundu.
Onun müziğine iyice kulak verildiğinde doğanın ritmi, canlılığın, dönüşümün, hareketin tınıları fark edilebiliyor. Hatta albümlerine verdiği isimler bile doğayı yansıtıyor. Strom(Akıntı), Nacht(Gece), Tag(Gün) albümlerinin yanında Nacht Reworks ve Tag Remixes ile birlikte toplam beş albümü var.
Konserde icra edilecek bestelerin ve bütün seslerin kontrolü tamamlanınca prova sona eriyor. Kuliste bir araya gelip sohbet etmeye başlıyoruz. Söz ilkin onun minimal müziğinin temelini oluşturan “doğa-benlik ve müzikal konuşma” temalarından açılıyor. Bütün bu temaların onun dinleyicilerle, evrenle, dünyayla kurduğu bir köprü olup olmadığını merak ediyorum.
“Bu benim için büyük bir soru, ancak bu konuda konuşmaktan zevk alıyorum,” diyerek söze başlıyor,
“Almanya’nın tam ortasındaki ormanların içinde doğup büyüdüm. Babam bir ormancıydı. Orman hayatımızın da merkezini oluşturuyordu. Küçük bir köyde bulunan evimizde dijital bir piyano vardı. Müzikle bu şekilde tanıştım. Bir sembol olarak müziğimde ve videolarımda kullandığım doğa aslında benim geldiğim yeri değil gittiğim yeri, varmak istediğim yeri temsil ediyor. Yirmi yaşımdayken yalnızca ‘La’ notasına vurarak piyano çalmaya başlamıştım. Her saniye aynı notaya aynı tonda basarak saatlerce çalışmak benim için bir meditasyon gibiydi. Kafamdaki parçaları bütünleştirmek için odaklanmayı öğrendiğim o dönem benim için çok önemliydi. Doğaya gelince; bazıları tanrı der benim içinse bilinçaltı, sonsuz bir alan ve bambaşka bir boyuttan gerçekliğin yüksek katmanlarına açılmanın göstergesi diyebilirim. Bunu açıklamak zor aslında, müzik icra ederken adeta başka bir şeye, kendi bilinçaltıma bir kapı aralıyorum ve doğa bu yolda en önemli kılavuzlardan biri.”
Doğanın müziğe yansıması yeni değil fakat söz konusu yakın dönem minimal müziğin elektronik olanaklarla çeşitlenmesi olunca bu uyumun, bütünlüğün, tekniğin yanında hissettirdikleri de önemli. Konu elektronik müzik ve piyano birlikteliğine geliyor. Piyanoyu müziğindeki başat enstrüman olarak tanımlayan Martin Kohlstedt elektronik olanakları yine doğadan konuşur gibi anlatıyor,
“Benim müzikteki kelime haznem ve bestelerimin hepsi piyanodan kaynağını alıyor. Bu benim için organik bir iletişim, konuşma biçimim, diyebilirim. Sahnede ihtiyacım olan şey ise geçmişi tartışıp nesneleştirirken, sezgisel olarak piyanoya kontrast oluşturabilecek ve onu dengeleyebilecek bir sound. Sahnede kendi sesimde, piyanoda bir şey çalıyorum ardından bazen elektronik müzik bir çığlık gibi yükseliyor ve onu paramparça ediyor. Henüz bir saniye sonrasında ne geleceğinin bilinmezliğini ve korkusunu seviyorum. Bu anlamda elektronik müziğin piyano parçalarını kontrol etmede önemli aletler olduğunu düşünüyorum.”
Konu minimal müzik türüne geliyor. Minimal müziğe dair tanımlar üzerine konuşuyoruz. Minimal müziğin indirgemeci olduğu, az enstrümanla dar bir çerçevede kaldığı eleştirilerini hatırlatıyorum. Martin Kohlstedt, bu müzik tarzına farklı bir yerden baktığını söyleyerek söze giriyor,
“Karşıtını görmeden minimalizmin tam olarak ne olduğunu anlayamayız. Evet çok az enstrüman var. Yalnızca bir piyano ancak benim için önemli olan tüm müziğin onu çevrelemiş olmasıdır. Söylenebilecek her şeyi, yüksek vuruşlar, bas davullar gibi başka enstrümanları kullanabilirim. Ancak en sonda piyanonun, doğrudan ve kararlı bir şekilde parçanın merkezinde konuştuğunu görürsünüz. Benim için minimalizm budur. Son kertede bu minimalistik bir müzik olmayabilir fakat yaklaşımın kendisinin minimalistik olduğunu söyleyebilirim.”
Müziğin tek taraflı olmadığı, birden fazla bileşenlerden oluştuğu aynı zamanda dinleyicilerin de önemli bir katkısı ve görevi olduğu aşikâr. Onun müziği bu anlamda “dinleyiciyi, düşünsel, sofistike bir müziğin içine çekiyor” değerlendirmeleri yapılıyor. Dinleyiciyi kendi müziğinde nasıl konumlandırdığını merak ediyorum. Müziğini dinlemeye gelenlerin kendi müziğini tamamlayıcı bir yönü olduğunu söyleyip devam ediyor,
“Bana göre insanlar doksan dakikalık bir konsere sadece beni değil kendilerini de dinlemek için geliyorlar. Bu önemli bir buluşma. İşlerinden, çeşitli meşgalelerinden, telefonlarından ve bilgisayarlarından uzaklaştıkları bir anın içinde oluyorlar. Seyirciler, sahnede sırtım onlara dönük olduğundan benim orada onları eğlendirmek için bulunmadığımı anlarlar. Ben nasıl konser sırasında kendi dünyamda kendi kabarcığımın içindeysem onlar da kendi dünyalarında kendi kabarcıklarının içinde olduklarını fark ediyorlar. Yani temelde sahnedeki duruşum, performansım onlara bu şekilde yansıyor ve onlar da iç dünyalarına dönüyorlar. Ki bu şimdiki zamanın ruhunu düşündüğümüzde onların dış dünyada yapamadıkları bir şey, kendi varoluşlarını düşünmek.”
Seyircilerin bu varoluşu yaşadıklarını da kendisine gelen mektuplardan anladığını söylüyor. Mektuplarda genellikle çoğu kişinin buna benzer duygular içinde olduğunu yazdığını, kendi varoluşlarını kısa süre de olsa yaşadıklarını anlattığını ekliyor. Sonra kendisini seyircilerin yerine koyarak o anları tanımlıyor.
“Geçmişten getirdiklerinizi şimdinin içine koyuyorsunuz ve çarpıştırmak için geleceği kullanıyorsunuz. Böylelikle sahnede bir patlama oluyor ve her yere yayılıyor. Ben bile tam olarak ne yaşandığını bilmiyorum.”
Müziğin evreni, sesin, ritmin ekseni genel anlamda sanatın etkisi bu olsa gerek diyerek sohbetimizi bitiriyoruz. Genç sanatçı dinlenmeye geçiyor. Konser saati yaklaşıyor.
Konserin verileceği Salon İKSV’ye yavaş yavaş seyirciler gelmeye başlıyor. Herkes birazdan başlayacak konserin dingin havası içinde sessiz ve sakin biçimde yerlerine geçiyorlar. Büyük bir konser alanından çok genişçe bir salon havasında olan yerin sıcak atmosferi sayesinde dinleyiciler ile sahne bütünleşiyor. Salonun girişindeki yerlerden sonra sahneyi tepeden gören asma katı da doluyor. Bir süre sonra salonun ışıkları kapanıp sahnedeki ışıklar yalnız kalınca Martin Kohlstedt salona giriyor. Piyanosunun başına geçip sanki az önce müziğine ara vermiş gibi kaldığı yerden çalmaya başlıyor.
Piyanonun kendini tekrar eden melodisi akıp giderken elektronik enstrümanlar melodiyi bir çağlayan havasına sokuyor. Son albümü “Strom”dan çaldığı besteleri adı gibi dinleyicileri bir akıntıya bırakıyor. Kimi zaman piyanodan yayılan melodi salona yayılan sesten ayrılıyor sonra müziğin matematiği, kalbi olan ritimde tekrar buluşuyor. Doğadan yayılan tınıları andıran notaların sesleri, salondakileri doğanın içine çekiyor. Arada bir dinleyicilere bakıyorum. Herkes sanatçının da dediği gibi kendi varoluşlarını yaşıyorlar. Gündelik hayat, zamanı meşgul eden uğraşlar, rutin ve ruhsuz deneyimler salonun dışında kalmış. Bir buçuk saat süren konser, hem sanatçının hem de onu dinlemeye gelenlerin müziğin sonsuz dünyasında bir yerde buluşmasını, kendi benliklerini yaşamasını sağlıyor.