Yukarı Mezopotamya’nın Sesleri

Bir bahar sabahı yüce dağların, bereketli toprakların içinden geçip Mezopotamya’ya vardım. İki nehrin arasındayım. Mozaik kentlerin ve eski kalelerin dibinden güneye doğru süzülen Fırat Nehri geride kalmıştı. Bu topraklardan binlerce yıldır evrene yayılan ritüellerin, yakarışların, şarkıların, ağıtların peşindeydim. Birçok ses yeryüzünden kurtulmuş evrenin sonsuz boşluğunda yayılarak yolculuğuna devam ediyordu ve ben o seslerle dile gelen ne varsa onları bulacaktım.

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Umut Kaçar

Güneşin Şehri Mardin

Geniş düzlüğe kurulu Edessa’yı geride bırakıp bal renkli taşlarla kurulu Mardin’e geçiyorum. Geride kalan düzlük giderek yükseliyor ve Süryanilerin “Tanrı Hizmetkârlarının Dağları” anlamına gelen Tur Abdin coğrafyası başlıyor. Geçmişte bu coğrafyada hâkim bir nüfusa sahip olan Süryanilerin şölenleri manastırlarda, kiliselerde zarif dilleri Süryaniceyle dillendirilen ilahiler eşliğinde yapılırdı. Hatta Süryaniler için baharın gelişini müjdeleyen Akitu Bayramı daha eski dönemlerde Asurlardan Babillilere kadar tüm Mezopotamya’da kutlanırdı. Babil dilinde arpa anlamına gelen “akitu” sözcüğü yeni yılın başlangıcını, baharı simgelerdi. Bayram 18 Mart’tan 1 Nisan’a kadar dalga dalga kırmızılı mavili kıyafetlerle kutlanırdı. 1 Nisan, Senenin Gelini olarak Keldanilerde, 21 Mart ise Newroz Günü olarak Kürtlerde kutlanılageldi. Deyrulzafaran Manastırı rahibi Gabriel Akkurt, “Akitu Bayramı’nın uzun yıllardır yapılamadığından” bahsediyor. Mezopotamya’nın bu en eski bayramı geçtiğimiz yüz yılın başlarından beri farklı etnik yapılara ve Müslüman olmayanlara karşı baskın olan siyasi tavırlardan dolayı engellendi ve unutulmaya itildi. Manastırın avlusunda süren sohbetimiz çan sesleriyle kesildi. Rahip Gabriel öğlen duasını icra etmek için kendisini bekleyen az sayıda cemaat ile kiliseye geçti. Dışarıdaki taş işçiliğinin ustalığına ve zarafetine karşılık sade bir yapıya sahip kilisede Aramiceden gelen Süryaniceyle yapılan dualar kilisenin boşluklarında yankı olup pencerelerden kurtuluyor, bir başka önemli merkezde, Midyat’ta karşılık buluyor ve güneşin şehri Mardin’den, tüm Mezopotamya’ya yayılıyordu.

 

Sınıra doğru yol alıyorum. “İki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya’nın kuzeyindeyim. Nusaybin’e ilerlerken tel örgülerin ardında kalan topraklardaki belirsizliği fark edilebiliyorum. Sınır kapıları kapanmış, korunaklı duvarların arkasına karşılıklı yığınaklar yapılmış. Tarihte Nusaybin Okulu diye bilinen akademinin kalıntıları ve Mor Yakup Kilisesi ilçenin sınırla birleştiği yerde. Bir zamanlar okumaya, tartışmaya, felsefeye ve şiire meraklı 800 kadar öğrencinin ağırlandığı salonların, şarkıların söylendiği avluların, Piskopos Mor Yakup’un meditasyon bahçelerinin kalıntıları mayınlı bölgede bana bakıyor…

Ses ve müzik söz konusu olduğunda Nusaybin denince ilk akla gelen topluluk Domlar oluyor. Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların “mıtrıplar” diye andığı bu topluluğun kökenleri Hindistan coğrafyasından dünyanın dört bir tarafına yayılan Romanlara dayanıyor. Yerleştikleri yerin çoğunlukla yalnızca diline ayak uyduran ama kendi yaşam biçiminden vazgeçmeyen bu halk da ağırlıklı olarak Nusaybin çevresinde yaşıyordu. Kürtçe konuşan Domlar bölgenin müzisyenleriydiler. Esasen ana dilleri Domca’ydı fakat birkaç yaşlı dışında artık kimse kendi dillerini bilmiyor. Yöre halkı tarafından “kemençe” denilen ama aslı rebap olan enstrümanlarıyla coşkulu günlerin, düğünlerin vazgeçilmez unsurları olmuşlardı. Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi’nde tiyatro öğretmenliği yapan Abdullah Tarhan’ın yönlendirmesiyle ilçenin taşra kesiminde yaşayan Domların evlerine misafir oldum. Doğunun Roman mahallesi de batıdakilerden çok farklı değildi. Yoksul evlerin yer aldığı sokaklarda özgürce yaşıyorlardı. Hozan Nevaf Bakır çocuklarıyla evlerinin önünde karşıladı beni. Köy odalarını andıran genişçe bir odada komşularının da katılımıyla çok sesli bir sohbetin içinde buldum kendimi. Odanın köşesinde yer alan kafeslerden gelen bıldırcın sesleri sohbetimize eşlik ediyordu. Hozan Nevaf yöredekilerin deyimiyle bilinen kemençecilerdendi. Yaşadıkları mahallenin “yaklaşık 100 evden oluştuğunu” söylüyor.